Adalet teorisinin evrimi dâhilinde tarihsel açıdan
önemli olmasına karşın liberalizm adil ve eşit bir toplum için gerekli açık bir
temeli sunma noktasında kimi sınırlara sahip olduğunu gösterdi. Liberal teoride
ortaya konulan haklar, belirlenen siyasetler ve kanunların sınırları dâhilinde
istenen amaçların seçilmesi hususunda, bireyin özgür olduğu tespitindeki ortak
temel üzerinden birbirleriyle ilişkilidir. Ancak bu temel hakların, yani
kişinin kendi saadeti peşinde verdiği mücadelenin engellenmemesi hakkının
sınırlandırılması bireysel özgürlüğe saldırıdır ki bu tespit liberalizmin
temelini teşkil eder. Liberal haklar öğretisinin fikir babalarından biri olan
John Locke’a göre, insanlığın doğal durumu tüm meşru politik iktidarın
temelidir. Bu temel, Locke’a göre, “insanların eylemlerine düzen verme, uygun
düştüğü biçimiyle, her türden başka bir insanın iradesine bağlı olarak ya da
terk etmeyi istemeksizin, doğa kanununun sınırları içerinde mallarından ve
etrafındaki insanlardan kurtulma özgürlüğü ile ilişkili bir durumdur.”
Aynı gelenek dâhilinde H. L. A. Hart ise şu tespiti
yapar: “Eğer haklar varsa, onlar bireysel özgürlüğün sonuçları ve anlamıdır.”
Hart’ın gözünde anayasal ve ahlakî haklar temel özgürlük hakkından neşet
ederler. Buradan şunu söyler: “Eğer elimizde herhangi bir ahlakî hak mevcut ise
buradan şu sonuca varılabilir: en azından bir adet de doğal hak vardır ki bu da
herkesin eşit ölçüde geçerli olan, özgür olma hakkıdır. Bu hakkın olduğunu
söylemek, eşit hak olan hakla tutarlı olan belirli özel koşulların yokluğunda,
tercih yapabilme becerisine sahip her yetişkinin (1) baskı veya sınırlamaya
mani olmak için kendisine karşı baskı veya sınırlamaya başvurulması noktasında
başkalarına müsamaha gösterme hakkı (2) ve başka insanları yaralamak için
tasarlanmış, sınırlandırıcı ya da mecbur edici olmayan (kaçınması konusunda
hiçbir mecburiyeti olmadığı) her türden eylemi ifa etme özgürlüğü olduğu anlamına
gelir.” Sonuç olarak Hart’a göre haklar negatiftir.
Her liberalizm savunucusu için bu tespit geçerli
değilse de ilgili sistemin genel eğilimi bu yöndedir. Haklar, bireyin eylediği,
konuştuğu, ilişki kurduğu, servet biriktirdiği ve başka insanlar veya devletin
pozitif eyleminin sınırlandırıcılığı olmaksızın kendi kaderini tayin ettiği
sınırları ve parametreleri verir. Bu teoride haklara denk düşen görevler de
içerik olarak pozitif olmaktan ziyade negatiftir. Her türden eylem “başka
insanları yaralamak için tasarlanmış, sınırlandırıcı ya da mecbur edici olmayan”
hak tarafından korunur. Ancak John Stuart Mill’e göre, bu yaklaşım başkalarının
özgürlüğü ortadan kaldırma konusunda kararlı olmadıkça, onların istedikleri
şeyi yapmasına mani olmayı içermez. Özgürlük Üzerine isimli çalışmasında
Mill’in yaklaşımında, kitapta dillendirilen “zarar ilkesi”nin gelişimi
başkalarının özgürlüğünü zorla ya da zor uygulama tehdidiyle sınırlama
çabalarını dışarıda tutar, bir yandan da (özsavunma hariç) öldürmeyi ve
köleliği göz ardı eder. Ancak Hart, Mill’in liberal teorisinin rekabeti
dışlamadığını söyler. “Yaşanan kıtlığa bağlı olarak bir insanın kendi
ihtiyaçlarını gidermesi başkasının mahrumiyetine neden olur.”
Adalet Teorisi çalışmasında
John Rawls’un yaptığı üzere, diğer liberal stratejiler ise sosyal adalet
önerirler. Rawls’a göre, liberal bir toplumun ana gerekçesi toplumda en muhtaç
olana yardım edildiği sürece insan haklarının tüm insanlar için maksimum
özgürlük ve özerklik verilmesi önermesine dayanır. Dolayısıyla Rawls’a göre,
adalet herkese bir biçimde katkı sunmalıdır. Hart gibi diğer liberaller Rawls’u
eleştirirler ve kazandıkları veya buldukları neyse onu yemek suretiyle
insanlara özgürlük vermenin çocukça olduğunu beyan ederler. Buradan da fukaraya
yardım meselesi gündeme gelir. Bu eleştiriye verdiği cevapta Rawls’un arzusu
eşit temel haklara dayalı bir sistemin hükümleri yoksullara fazla değer
vermediğini, bu hakların onlara en çok ihtiyaç duyanların davasını ilerletecek
şekilde müzakere edilebileceğini teyit etmektir. Rawls’a göre, “Eşit hürriyetin
inkârı ancak medeniyetin niteliğini artırmanın gerekli olduğu koşulda kabul
edilebilir. Medeniyetin niteliği arttıkça eşit hürriyetlerden süreç içerisinde
herkes istifade edecektir.” Robert Nozick’in Anarşi, Devlet ve Ütopya çalışmasında
bahsi geçen özgürlükçü adalet anlayışına (yani ekonomik serbestiyetin azami
miktarda tesis edilmesinin herkesin temel insanî ihtiyaçlarını karşılayacağını
söyleyen teze) şüpheyle yaklaşan Rawls, gene de belirli hakların toplumda inşa
edilebileceğine inanır. Bu inşanın amacı, yoksullar için asgari yaşam
standardını muhafaza etmektir. Ancak bu yeniden inşa süreci Rawls’a göre asla
mutlak değildir: “Şüphesiz mesele, özgürlüğün öncelikli olduğu noktada tüm
maddî isteklerin karşılanması değildir. Aksine bu istekler eşit hürriyetten
daha azını kabul etmek suretiyle kişileri tatmin etmenin gerekliliğini kabul
etmeye zorlayacak istekler değildir. İyiye dair bir değerlendirme tarafların,
hangi amaç türlerinin kişilerin rasyonel hayat planlarında düzenleyici olması
gerektiğini ifade etmesini ve bir dizi çıkar arasında belirli bir hiyerarşi
kurmasını mümkün kılar. Bireylerin temel istekleri karşılanana dek onların
özgürlükte buldukları çıkarın aciliyeti peşin olarak kesin manada
kararlaştırılamaz. Bu, anayasal ve yasamaya dair aşamalarda görüldüğü üzere, en
az tercih edilene dönük taleplere dayanacaktır.
Rawls’un iddia ettiği kadarıyla o esasta, en azından
teorik düzlemde, adaletin Amerika’da anayasal bir karar ile nasıl teşvik
edilmesi gerektiğine dair bir açıklama sunmaktadır. Bu teorinin merkezinde iki
temel ilkeyi içeren, prosedüre dair bir “adillik” durur. “Farklılık ilkesi”
olarak bilinen ilk temel ilke, herkese hürriyetlerin eşit verilmesine vurgu
yapar. İkinci ilke ise adilliği temin eden ya da koşul olarak öne süren bir
eşitlik üzerinde durur. Söz konusu adillikte “toplumsal ve ekonomik eşitsizlikler
en az avantajlı konumdakinin en fazla hayır göreceği ve herkese adil bir
eşitlik ve fırsat için tüm koşulların açılacağı konumlar takdim edilir. Burada
önemli olan, Rawls’un kendi özgürlük anlayışının eşit oy hakkı, kamusal hizmete
erişim, ifade ve toplanma hürriyeti, vicdan ve düşünce özgürlüğü, mülkiyet
hakkı ve keyfi tutuklama ve alıkoymadan uzak olma ile sınırlamasıdır. Diğer
yandan Rawls kendi üretici mülkiyetine sahip olma hürriyeti, sözleşme yapma
hürriyeti, ürettiğini temellük etme hürriyeti, tercihine göre mülklerini
başkasına miras bırakma veya verme hürriyeti gibi ekonomik hürriyetleri
dışarıda bırakır. Hâsılı, ekonomik hürriyetler Rawls’a göre, temel hak ve
hürriyetleri teşkil etmezler.
“Farklılık ilkesi”nin liberalizme dâhil edilmesine
rağmen Rawls marjinalleştirilmiş kişilerin haklarını kesin olarak garanti
altına alamamaktadır. Pratikte Rawls bu sebeple kapitalizme mündemiç olan
liberal dünya görüşünü perçinler. Ancak İyiliğe Adaletle Yaklaşmak isimli
çalışmasında Rawls doğru ve olgulara dayanan, ikna edici argümanların şu sonuca
götürdüğünü tespit eder: kapitalizm ile kendisine ait adalet anlayışı birbirine
uyumsuzdur. Bu kabul, liberal teorinin iyileştirilip daha radikal bir eşitlikçi
sistemin desteklenmesi için gerekli yolu açar. Bu anlayış üzerinden Robert
Admur üç argüman ortaya koyar. Admur’a göre, “farklılık ilkesi” üzerinden
Rawls’un adaleti insaflılık olarak anlayan teorisi bizi sosyalist reçetelere
götürecektir. Admur temelde şunları söyler: (1) Rawls’cu adalet ilkeleri başka
şekilde, iyi düzenlenmiş bir toplumda istikrara kavuşulamıyorsa, belirli bir
türde sosyalizme ihtiyaç duyar; (2) adalet ilkeleri yoksulların kendi
özsaygıları korunamıyorsa ya da adil bir fırsat eşitliği başka şekilde
sağlanamıyorsa, bir tür sosyalizmi gerekli kılar; (3) kapitalizmle sosyalizmin
özsaygı, özgürlük ve eşit fırsat üzerindeki etkileri bakımından eşit ölçüde
kabul edilebilir olduğunu varsayarsak, adalet ilkesi de eğer sosyalist bir
ekonomi yoksullara başka herhangi bir sisteme nazaran daha yüksek bir zenginlik
ve gelir düzeyi temin edebiliyorsa adalet ilkesi de sosyalizme ihtiyaç
duyacaktır. Admur’ın ulaştığı sonuca göre Rawls’cu adalet formülasyonu, yani
“farklılık ilkesi” üzerinden insaflılık olarak tanımlanmış adalet ancak
demokratik bir sosyalist ekonomide ifa edilebilir. Bu nedenle Rawls’un teorisi
eğer bu teori sosyalist bir sistemin mütemmim cüzü olarak anlaşılıp uygulanırsa
bir anlam ifade eder, zira liberal teori bilhassa yoksulların ve marjinal kesimlerin
ekonomik özgürlükleri ve haklarının öne alınması hususunda başarısız olmuştur.
Marksistler ve Katolikler ise Rawls’un ve liberallerin
genel adalet anlayışını, biri politik özgürlükler alanına hükmeden, diğeri
servetin, ekonomik fırsatların ve toplumsal katılım alanına hükmeden diye iki
ayrı ilkeye ayrıştırma girişimini reddediyorlar. Liberal demokratik haklar,
bireyin politik baskı veya müdahaleden muaf olmasını öne çıkartırken, Marksist
ve Katolik insan hakları teorileri işçilerin üretim araçlarına sahip olma ve
onları kontrol etme hakkı yanında, herkesin kamusal hayata katılım konusunda
yetkilendirilmesine vurgu yaparlar. Toplumsal ve ekonomik haklar, bilhassa
temel ihtiyaçların karşılanması ve çalışma hakkı her iki gelenekte önde
tutulurken, Rawls’da ise bu haklar asla güvence altına alınmazlar. Rawls’daki
“farklılık ilkesi” negatif hakların tek boyutlu niteliğini yumuşatmaya ve
tümlemeye çalışsa da liberalizm ona göre insan haysiyeti ve hakları anlama
noktasında bireyin özerkliğinin nihai belirleyici faktör olduğuna dair önkabul
üzerinde durur. Bu anlamda Rawls’cu liberalizm bir pozitif haklar teorisini
inşa edemez.
Oysa Marksizm ve Katolik toplumsal adalet açısından
sosyo-ekonomik hakların merkezde oluşu, özgürlüğün hem negatif hem pozitif, hem
bireysel hem toplumsal olduğu düşüncesine dayanır. Bu toplumsal gerçeklik tek
başına hareket eden bir birey eliyle değil, başkalarıyla dayanışma içinde
olarak elde edilebilir ki bu da özgürlüğün dayanışma, katılım, kamu yararına
katkı ve toplumsal hayatta bilhassa yoksulların kendi kaderlerini tayin etmesi
olarak anlaşılmasını gerekli kılar. Bunun dışında temel ihtiyaçları karşılama
özgürlüğü insanın haysiyeti üzerinden anlaşılır. Bu, hem Katolik toplumsal
öğretinin hem de Marksist praksisin ortaklaşa paylaştığı bir konudur.
Dolayısıyla her iki gelenekte dayanışma temel insanî ihtiyaçları ve hakları
liberalizme kıyasla daha fazla ve daha iyi bir biçimde öne çıkartır.
Edward Martin
Mateo Pimentel
16 Nisan 2015
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder