Pages

13 Şubat 2016

Marksist ve Katolik Gelenekler Liberalizmin Kifayetsizliğini Reddediyorlar

Adalet teorisinin evrimi dâhilinde tarihsel açıdan önemli olmasına karşın liberalizm adil ve eşit bir toplum için gerekli açık bir temeli sunma noktasında kimi sınırlara sahip olduğunu gösterdi. Liberal teoride ortaya konulan haklar, belirlenen siyasetler ve kanunların sınırları dâhilinde istenen amaçların seçilmesi hususunda, bireyin özgür olduğu tespitindeki ortak temel üzerinden birbirleriyle ilişkilidir. Ancak bu temel hakların, yani kişinin kendi saadeti peşinde verdiği mücadelenin engellenmemesi hakkının sınırlandırılması bireysel özgürlüğe saldırıdır ki bu tespit liberalizmin temelini teşkil eder. Liberal haklar öğretisinin fikir babalarından biri olan John Locke’a göre, insanlığın doğal durumu tüm meşru politik iktidarın temelidir. Bu temel, Locke’a göre, “insanların eylemlerine düzen verme, uygun düştüğü biçimiyle, her türden başka bir insanın iradesine bağlı olarak ya da terk etmeyi istemeksizin, doğa kanununun sınırları içerinde mallarından ve etrafındaki insanlardan kurtulma özgürlüğü ile ilişkili bir durumdur.”

Aynı gelenek dâhilinde H. L. A. Hart ise şu tespiti yapar: “Eğer haklar varsa, onlar bireysel özgürlüğün sonuçları ve anlamıdır.” Hart’ın gözünde anayasal ve ahlakî haklar temel özgürlük hakkından neşet ederler. Buradan şunu söyler: “Eğer elimizde herhangi bir ahlakî hak mevcut ise buradan şu sonuca varılabilir: en azından bir adet de doğal hak vardır ki bu da herkesin eşit ölçüde geçerli olan, özgür olma hakkıdır. Bu hakkın olduğunu söylemek, eşit hak olan hakla tutarlı olan belirli özel koşulların yokluğunda, tercih yapabilme becerisine sahip her yetişkinin (1) baskı veya sınırlamaya mani olmak için kendisine karşı baskı veya sınırlamaya başvurulması noktasında başkalarına müsamaha gösterme hakkı (2) ve başka insanları yaralamak için tasarlanmış, sınırlandırıcı ya da mecbur edici olmayan (kaçınması konusunda hiçbir mecburiyeti olmadığı) her türden eylemi ifa etme özgürlüğü olduğu anlamına gelir.” Sonuç olarak Hart’a göre haklar negatiftir.

Her liberalizm savunucusu için bu tespit geçerli değilse de ilgili sistemin genel eğilimi bu yöndedir. Haklar, bireyin eylediği, konuştuğu, ilişki kurduğu, servet biriktirdiği ve başka insanlar veya devletin pozitif eyleminin sınırlandırıcılığı olmaksızın kendi kaderini tayin ettiği sınırları ve parametreleri verir. Bu teoride haklara denk düşen görevler de içerik olarak pozitif olmaktan ziyade negatiftir. Her türden eylem “başka insanları yaralamak için tasarlanmış, sınırlandırıcı ya da mecbur edici olmayan” hak tarafından korunur. Ancak John Stuart Mill’e göre, bu yaklaşım başkalarının özgürlüğü ortadan kaldırma konusunda kararlı olmadıkça, onların istedikleri şeyi yapmasına mani olmayı içermez. Özgürlük Üzerine isimli çalışmasında Mill’in yaklaşımında, kitapta dillendirilen “zarar ilkesi”nin gelişimi başkalarının özgürlüğünü zorla ya da zor uygulama tehdidiyle sınırlama çabalarını dışarıda tutar, bir yandan da (özsavunma hariç) öldürmeyi ve köleliği göz ardı eder. Ancak Hart, Mill’in liberal teorisinin rekabeti dışlamadığını söyler. “Yaşanan kıtlığa bağlı olarak bir insanın kendi ihtiyaçlarını gidermesi başkasının mahrumiyetine neden olur.”

Adalet Teorisi çalışmasında John Rawls’un yaptığı üzere, diğer liberal stratejiler ise sosyal adalet önerirler. Rawls’a göre, liberal bir toplumun ana gerekçesi toplumda en muhtaç olana yardım edildiği sürece insan haklarının tüm insanlar için maksimum özgürlük ve özerklik verilmesi önermesine dayanır. Dolayısıyla Rawls’a göre, adalet herkese bir biçimde katkı sunmalıdır. Hart gibi diğer liberaller Rawls’u eleştirirler ve kazandıkları veya buldukları neyse onu yemek suretiyle insanlara özgürlük vermenin çocukça olduğunu beyan ederler. Buradan da fukaraya yardım meselesi gündeme gelir. Bu eleştiriye verdiği cevapta Rawls’un arzusu eşit temel haklara dayalı bir sistemin hükümleri yoksullara fazla değer vermediğini, bu hakların onlara en çok ihtiyaç duyanların davasını ilerletecek şekilde müzakere edilebileceğini teyit etmektir. Rawls’a göre, “Eşit hürriyetin inkârı ancak medeniyetin niteliğini artırmanın gerekli olduğu koşulda kabul edilebilir. Medeniyetin niteliği arttıkça eşit hürriyetlerden süreç içerisinde herkes istifade edecektir.” Robert Nozick’in Anarşi, Devlet ve Ütopya çalışmasında bahsi geçen özgürlükçü adalet anlayışına (yani ekonomik serbestiyetin azami miktarda tesis edilmesinin herkesin temel insanî ihtiyaçlarını karşılayacağını söyleyen teze) şüpheyle yaklaşan Rawls, gene de belirli hakların toplumda inşa edilebileceğine inanır. Bu inşanın amacı, yoksullar için asgari yaşam standardını muhafaza etmektir. Ancak bu yeniden inşa süreci Rawls’a göre asla mutlak değildir: “Şüphesiz mesele, özgürlüğün öncelikli olduğu noktada tüm maddî isteklerin karşılanması değildir. Aksine bu istekler eşit hürriyetten daha azını kabul etmek suretiyle kişileri tatmin etmenin gerekliliğini kabul etmeye zorlayacak istekler değildir. İyiye dair bir değerlendirme tarafların, hangi amaç türlerinin kişilerin rasyonel hayat planlarında düzenleyici olması gerektiğini ifade etmesini ve bir dizi çıkar arasında belirli bir hiyerarşi kurmasını mümkün kılar. Bireylerin temel istekleri karşılanana dek onların özgürlükte buldukları çıkarın aciliyeti peşin olarak kesin manada kararlaştırılamaz. Bu, anayasal ve yasamaya dair aşamalarda görüldüğü üzere, en az tercih edilene dönük taleplere dayanacaktır.

Rawls’un iddia ettiği kadarıyla o esasta, en azından teorik düzlemde, adaletin Amerika’da anayasal bir karar ile nasıl teşvik edilmesi gerektiğine dair bir açıklama sunmaktadır. Bu teorinin merkezinde iki temel ilkeyi içeren, prosedüre dair bir “adillik” durur. “Farklılık ilkesi” olarak bilinen ilk temel ilke, herkese hürriyetlerin eşit verilmesine vurgu yapar. İkinci ilke ise adilliği temin eden ya da koşul olarak öne süren bir eşitlik üzerinde durur. Söz konusu adillikte “toplumsal ve ekonomik eşitsizlikler en az avantajlı konumdakinin en fazla hayır göreceği ve herkese adil bir eşitlik ve fırsat için tüm koşulların açılacağı konumlar takdim edilir. Burada önemli olan, Rawls’un kendi özgürlük anlayışının eşit oy hakkı, kamusal hizmete erişim, ifade ve toplanma hürriyeti, vicdan ve düşünce özgürlüğü, mülkiyet hakkı ve keyfi tutuklama ve alıkoymadan uzak olma ile sınırlamasıdır. Diğer yandan Rawls kendi üretici mülkiyetine sahip olma hürriyeti, sözleşme yapma hürriyeti, ürettiğini temellük etme hürriyeti, tercihine göre mülklerini başkasına miras bırakma veya verme hürriyeti gibi ekonomik hürriyetleri dışarıda bırakır. Hâsılı, ekonomik hürriyetler Rawls’a göre, temel hak ve hürriyetleri teşkil etmezler.

“Farklılık ilkesi”nin liberalizme dâhil edilmesine rağmen Rawls marjinalleştirilmiş kişilerin haklarını kesin olarak garanti altına alamamaktadır. Pratikte Rawls bu sebeple kapitalizme mündemiç olan liberal dünya görüşünü perçinler. Ancak İyiliğe Adaletle Yaklaşmak isimli çalışmasında Rawls doğru ve olgulara dayanan, ikna edici argümanların şu sonuca götürdüğünü tespit eder: kapitalizm ile kendisine ait adalet anlayışı birbirine uyumsuzdur. Bu kabul, liberal teorinin iyileştirilip daha radikal bir eşitlikçi sistemin desteklenmesi için gerekli yolu açar. Bu anlayış üzerinden Robert Admur üç argüman ortaya koyar. Admur’a göre, “farklılık ilkesi” üzerinden Rawls’un adaleti insaflılık olarak anlayan teorisi bizi sosyalist reçetelere götürecektir. Admur temelde şunları söyler: (1) Rawls’cu adalet ilkeleri başka şekilde, iyi düzenlenmiş bir toplumda istikrara kavuşulamıyorsa, belirli bir türde sosyalizme ihtiyaç duyar; (2) adalet ilkeleri yoksulların kendi özsaygıları korunamıyorsa ya da adil bir fırsat eşitliği başka şekilde sağlanamıyorsa, bir tür sosyalizmi gerekli kılar; (3) kapitalizmle sosyalizmin özsaygı, özgürlük ve eşit fırsat üzerindeki etkileri bakımından eşit ölçüde kabul edilebilir olduğunu varsayarsak, adalet ilkesi de eğer sosyalist bir ekonomi yoksullara başka herhangi bir sisteme nazaran daha yüksek bir zenginlik ve gelir düzeyi temin edebiliyorsa adalet ilkesi de sosyalizme ihtiyaç duyacaktır. Admur’ın ulaştığı sonuca göre Rawls’cu adalet formülasyonu, yani “farklılık ilkesi” üzerinden insaflılık olarak tanımlanmış adalet ancak demokratik bir sosyalist ekonomide ifa edilebilir. Bu nedenle Rawls’un teorisi eğer bu teori sosyalist bir sistemin mütemmim cüzü olarak anlaşılıp uygulanırsa bir anlam ifade eder, zira liberal teori bilhassa yoksulların ve marjinal kesimlerin ekonomik özgürlükleri ve haklarının öne alınması hususunda başarısız olmuştur.

Marksistler ve Katolikler ise Rawls’un ve liberallerin genel adalet anlayışını, biri politik özgürlükler alanına hükmeden, diğeri servetin, ekonomik fırsatların ve toplumsal katılım alanına hükmeden diye iki ayrı ilkeye ayrıştırma girişimini reddediyorlar. Liberal demokratik haklar, bireyin politik baskı veya müdahaleden muaf olmasını öne çıkartırken, Marksist ve Katolik insan hakları teorileri işçilerin üretim araçlarına sahip olma ve onları kontrol etme hakkı yanında, herkesin kamusal hayata katılım konusunda yetkilendirilmesine vurgu yaparlar. Toplumsal ve ekonomik haklar, bilhassa temel ihtiyaçların karşılanması ve çalışma hakkı her iki gelenekte önde tutulurken, Rawls’da ise bu haklar asla güvence altına alınmazlar. Rawls’daki “farklılık ilkesi” negatif hakların tek boyutlu niteliğini yumuşatmaya ve tümlemeye çalışsa da liberalizm ona göre insan haysiyeti ve hakları anlama noktasında bireyin özerkliğinin nihai belirleyici faktör olduğuna dair önkabul üzerinde durur. Bu anlamda Rawls’cu liberalizm bir pozitif haklar teorisini inşa edemez.

Oysa Marksizm ve Katolik toplumsal adalet açısından sosyo-ekonomik hakların merkezde oluşu, özgürlüğün hem negatif hem pozitif, hem bireysel hem toplumsal olduğu düşüncesine dayanır. Bu toplumsal gerçeklik tek başına hareket eden bir birey eliyle değil, başkalarıyla dayanışma içinde olarak elde edilebilir ki bu da özgürlüğün dayanışma, katılım, kamu yararına katkı ve toplumsal hayatta bilhassa yoksulların kendi kaderlerini tayin etmesi olarak anlaşılmasını gerekli kılar. Bunun dışında temel ihtiyaçları karşılama özgürlüğü insanın haysiyeti üzerinden anlaşılır. Bu, hem Katolik toplumsal öğretinin hem de Marksist praksisin ortaklaşa paylaştığı bir konudur. Dolayısıyla her iki gelenekte dayanışma temel insanî ihtiyaçları ve hakları liberalizme kıyasla daha fazla ve daha iyi bir biçimde öne çıkartır.

Edward Martin
Mateo Pimentel
16 Nisan 2015
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder