Bir düşünün, bir kafeteryaya gidip kapuçino sipariş
ediyorsunuz, kalkarken size hesabınızın ödendiği söyleniyor. Peki bu
beklenmedik hediye kimden? Hesabın bir önceki müşteri tarafından ödendiğini
öğreniyorsunuz. Tek sıkıntı şu ki o da sıkıntı ise, sizin de içeri girecek bir
sonraki müşterinin hesabını ödemek zorunda olmanız.
Bu yöntem, “sonraki hesabı öde” olarak biliniyor.
Kaliforniya’da birkaç yerde uygulanan bir şey bu. Berkeley’deki Karma Mutfağı
bunlardan biri. Bazı örneklerde müşteriler tanışma imkânı da buluyorlar. Burada
serbest piyasa ekonomisinin mantığına itiraz ediliyormuş gibi görünüyor.
Piyasaların bizim bencilce hareket etmemiz, bencil olmamıza izin verilen, hatta
olmamız beklenen yerler olduğu kesin. Hippilere özgü bir idealizmle bu sonraki
hesabı öde yöntemi, ekonomik hesaplamanın ana ilkelerine karşıymış gibi
görünüyor.
Ama burada görünenden daha fazlası var. Kaliforniya
Üniversitesi’nde kararlarla ilgili çalışma yürüten bilimsel araştırma grubu
üyesi araştırmacılar, sonraki hesabı öde yöntemini yakından incelemişler ve
piyasalarla işletmelerin nasıl çalıştıklarına dair önemli yönler keşfetmişler.
Çalışmaya göre insanlar, genelde geleneksel ödeme sistemine kıyasla bu yöntem
dâhilinde daha fazla para ödüyorlar. Çalışmanın başındaki isim olan Minah
Jung’un ifadesiyle:
“İnsanlar
ucuz görünmek istemiyorlar. Adil olma niyetindeler ama ayrıca sosyal normlara
da uygun davranmak istiyorlar. Ekonomistlerin uzun süredir iddia ettiklerinin
aksine diğerkâmlık, sıklıkla karar alma süreçleri üzerinde hesaplamaya kıyasla,
çok daha güçlü bir tesire yol açıyor.”
Bunlar, yetmişlerin sonunda ortaya çıkan davranışsal
ekonomi sahasında yaygın görülen bulgular. Meslekten ekonomistler gibi davranışçı
ekonomistler de bireylerin genelde kendi faydalarını çoğaltmak üzerinden motive
olduklarını söylüyorlar ama bu, her zaman geçerli olan bir durum değil. Belirli
koşullarda insanlar, ekonomik çıkarlarına halel getireceği durumlarda bile,
birer sosyal ve ahlakî hayvan olarak, sürünün peşinden gidip genel kabul gören
kurala göre hareket ederler. İnsanlar, paraya feda etmeyecekleri kimi ilkelere
sahiptirler.
Görünüşe göre bu kitaba uygun ekonominin merkezinde
duran yaklaşım, insanı hor gören, bireyci insan psikolojisi teorisini
çürütüyor. Peki bu, bizim her şeyden önce terbiyeli birer toplumsal mahlûk
olduğumuz anlamına mı geliyor? Mütekabiliyet ve beğeninin köklerine dair
sinirbilim araştırmaları da bu görüşü destekliyor. İyimserler, paylaşma ve
hediye verme önerisini, parasal birikimin ve özelleştirmenin iktidarına ciddi
bir itiraz gerçekleştirecek topluma dair yeni bir politik umut için gerekli
temel olarak görebilirler.
Ama daha rahatsız edici olansa şöylesi bir ihtimalin
varlığı: bireycilik ve para hesaplama eleştirisi, artık faydacı politika ve
yönetimin cephaneliğine dâhil oluyor. Davranışçı ekonominin önemli
görüşlerinden biri şunun üzerinde duruyor: eğer bir insan başkalarını kontrol
etmek istiyorsa, en etkin yol, o insanların öz çıkarlarından çok onların ahlak
anlayışına ve toplumsal kimliğine seslenmek.
Bu, günümüzde politika ve iş dünyasına ait
uygulamalarda daha yaygın görülen bir değişimin yansıması. Sağlık
hizmetlerinden pazarlamaya, askerî eğitimden finansa dek birçok farklı uzmanlık
alanında stratejik hedeflere ancak “sosyal olan”ın gücüne başvurarak
ulaşılabildiğine dair yaygın bir kanaat mevcut. İyi ama bu ne anlama geliyor?
Sosyal demokrasi dönemi geçmişte kaldıkça “sosyal” teriminin anlamı da dönüşüme
uğruyor. Terim, bir zamanlar toplumla veya ortak iyiyle ilgili bir şeyi ifade
ederken, bugün bireye psikolojik müdahale tekniğine atıfta bulunuyor.
Gayriresmi sosyal bağlar ve arkadaşlıklar daha görünür ve ölçülebilir
kılınıyorlar. Süreç dâhilinde bu bağlar ve arkadaşlıklar, iktidarın muhtemel
aygıtları hâline geliyorlar.
Sosyal Olanı Para Kazanmak İçin Kullanmak
Son yıllarda cömertlik, büyük bir kâr kapısı hâlini
aldı. 2009’da Wired dergisinin eski editörü Chris Anderson, Free:
Future of a Radical Price [“Ücretsiz: Radikal Bir Fiyatın Geleceği”]
kitabını yayımladı. Anderson’a göre, ürünleri ve hizmetleri ücretsiz sağlamada
kâra dair güçlü bir yan var. Burada amaç, müşterilerle daha iyi ilişkiler
kurmak. Bir şeyleri ücretsiz vermek, müşteriyi bağlamanın veya itibar
kazanmanın bir aracı hâline geldi. Böylelikle sonrasında müşteri, ileride
yapılacak satışlar veya reklâmlar üzerinden sömürülebiliyor. Ryanair’in patronu
Michael O’Leary bile uçak biletlerinin bir gün ücretsiz olabileceğinden, tüm
masrafların bagaj, tuvalet kullanımı, sıraya girmeme gibi şeylerden alınacak ek
ücretlerle karşılanabileceğinden bahsediyor.
Anderson’ın öne çıkarttığı husus ise parayla ilgisi
bulunmayan ilişkilerin kârları artırmada sahip olduğu potansiyel. Şirketlerin
bazı şeyleri karşılıksız vermesi kârı artırıyorsa, o hâlde kimi büyülü
kelimeler de bu noktada kullanılabilir. Pazarlama uzmanları, bugün bir
müşteriye “teşekkür ederim” demenin ve onunla kurulan sosyal ilişkiyi
derinleştirmenin optimal yolunu analiz ediyorlar.
Şükranlarımızı sunmak için kullandığımız o dil,
kamuoyunda iyi bilinen bir dizi reklâm kampanyasına da sızdı. 2013 Noel’i
öncesi 2008 finans krizinden en çok etkilenen İngiliz bankalarından Lloyd TSB,
birlikte hoşça vakit geçiren, çocuklardan oluşan bir arkadaş grubuna ait şirin
mi şirin görüntülerini içeren bir kampanya başlattı. Film, partide uçurulan,
üzerlerinde “teşekkür ederim” yazan balonlarla bitiyordu. Daha tuhaf olansa
markası son yıllarda sorunlar yaşayan Tesco’nun 2013’te Youtube’da bir dizi video
yayınlamasıydı. Videolarda Noel için akşam yemeği yapan kişiye, emniyet
kemerini takan şoförlere ve Instagram gibi başka şirketlere herkes “teşekkür
ederim” diye şarkı söylüyordu. Tesco, özel çıkarlarına bakmaksızın, herkese
teşekkür ediyordu.
Bir bireyin bir çokuluslu şirketle ne kadar toplumsal
bağ kuracağı, nihayetinde sınırlı bir mesele. Bugün işletmeler, sosyal olma
konusunda epey takıntılılar ama esasında onlar, sosyal ilişkiden, birebir
ilişkiye izin veren sosyal ağlara mümkün olan en yoğun etkiyi yaratarak sızmayı
anlıyorlar. Markalar, arkadaşlık kurmada bir rol oynamak istiyorlar. Bunu daha
dar bir biçimde hesaplanmış sebepler için terk edilmemenin güvencesi olarak
görüyorlar.
Örneğin Coca-Cola, hediye vermeyi teşvik etmenin bir
yolu olarak, şişelerin üzerine özel isimler yazmak türünden tuhaf bir dizi
pazarlama kampanyası yürütüyor. Müdürler, çalışanlarının gündelik sosyal
hayatlarında birer “marka elçisi” olarak yaşamalarını istiyorlar. Sinirbilime
dayalı pazarlama teorisi geliştirenler, imajların ve reklâmların tek tek
bireyler yerine gruplar dâhilinde müşterek nöral tepkileri nasıl
tetikleyeceklerini incelemeye başladılar bile. Görünüşe göre bu, geniş
kalabalıkların reklâmlara nasıl tepki verdiklerine dair daha iyi bir gösterge
olarak görülüyor.
Airbnb ve Uber’de örneklendiği biçimiyle, “paylaşım
ekonomisi”nin yükselişine paralel olarak tüm bunlar, büyük iş dünyası için
basit bir ders niteliğinde. İnsanların ilgili deneyim arkadaşlık ve hediye
takası gibi şeylerle harmanlandığında daha büyük zevk duyacakları düşünülüyor.
Paranın oynadığı rolün mümkün olan her yerde sahneden çekilmesi gerekiyor.
Pazarlamacıların da tespit ettiği üzere, para ödemek, bir müşteriyle kurulan
her türden ilişkideki talihsiz bir “ağrı noktası”nı ifade ediyor ki bu da ilgili
ağrının daha fazla sosyal deneyimle anesteziye tabi tutulmasını gerekli
kılıyor. Piyasanın tümüyle farklı bir yer olarak sunulması gerekiyor.
Sosyalin Dijitalleşmesi
Yeni iş dünyasının sosyal olmakla ilgilenmesinde en
önemli katalizörün sosyal medyanın yükselişi olması, şaşırtıcı değil. Diğer
yandan, davranışçı ekonomi de bizim fedakâr varlıklar olmamıza dair tarzlarımız
üzerinde duruyor. Sosyal medya ise sosyal davranışını analiz etme ve onu hedef
alma konusunda işletmelere fırsatlar sunuyor. Bu medya, belirli bireylerin kimi
tanıdıkları ve başka insanların beğenip satın aldıkları temelinde reklâm yapma
imkânı sunuyor. “Toplumsal analitiğe” atıfta bulunan bu uygulamalar, tüm
zevklerin ve davranışların izlerinin detaylı biçimde sürülebilmesini ifade
ediyor. Pazarlamanın ve yöneticiliğin on dokuzuncu yüzyılında doğduğunda sahip
olduğu nihai hedefle bugünkü nihai hedef arasında bugün pek bir fark yok: tek
hedef, sonuçta para kazanmak. Bugün değişense, her birimizin dostlarımızın ve
ilişkilerimizin tavır ve davranışlarını değiştirecek bir araç olarak
görülmemiz. Davranışlar ve fikirler, daha kapsamlı ağlara sirayet edeceği
umuduyla, birer “bulaşıcı hastalık”mış gibi ortalığa salınabiliyor.
Pazarlama açısından en işe yarar numara ise bireyleri
birbirleriyle markalara dair olumlu mesajları ve reklâmları paylaşmaya ikna
etmek. Buradaki numara, sanki ortada bir reklâm kampanyası yokmuş gibi
yapılması. “Arkadaşlara dayalı reklâmcılık” olarak bilinen uygulama, sosyal
medya kullanıcılarının bilinçli bir ticari amaç olmaksızın başkalarıyla
paylaşacağı imajlar ve video klipler üretmeyi içeriyor. Viral pazarlama bilimi
ya da dedikodu üretme, pazarlamacıları sosyal psikoloji, sosyal antropoloji ve
sosyal ağ analizinden dersler çıkartma yoluna itmiş görünüyor.
Uzun zamandır işletmelerin temel derdi, kamuoyu
nezdinde sahip oldukları itibarları ve çalışanlarının bağlılıkları. Enformel
sosyal ağların insanlık kadar eski olduğunu söylemeye bile gerek yok. “Paylaşım
ekonomisi”ne dair karşı-kültür retoriğine karşın, değişen kapitalizmde sosyalin
rolü değil, onu ayrıntılı niceliksel ekonomik analize tabi kılma becerisi. Bu
da sosyal ilişkilerin dijitalleşmesi sayesinde oldu.
Uzun vadede bunun en kapsamlı kültürel ve ahlâkî
içerimleri kendimizi ve etrafımızdakileri nasıl gördüğümüze dair. Sosyal
bağlarla ilgili verilerin toplanıp değerlendirilmesi kolaylaştıkça ve (sonraki
hesabı öde örneğinde görüldüğü üzere) görev ile diğerkâmlık git gide
ekonomistlerce idrak edildikçe kişinin sosyal çevresine dair, çıkarcı ve
stratejik sorular sormanın cazibesi de arttı. Maliyet-fayda analizini piyasa
sınırlarının ötesine taşımak, çoğunlukla işe başlama konusunda tartışmalı bir
konu olsa da giderek olağan hâle geldi. Hükümete bağlı ekonomistler, eğer
politikaya değer biçmeye dair amaçlar doğrultusunda faydalı görüyorlarsa, bugün
insan hayatının veya doğanın bedelini hesaplamada asla bir sorun görmüyorlar.
Artık cömertlik ve dostluk gibi kişisel eylemlerimizi
aynı şekilde faydalı bir bağlam dâhilinde görmeye mi başladık? Egomerkezci bu
türden bir mantığı destekleyen tonla kanıt var. Bu türden hesaplamalardan
kazanç elde etmenin mümkün olduğu bir alan da sağlık: toplumsal sözleşme, hem
beden hem zihin dâhilinde bizim için hayırlı. Burada sadece doğru insanlarla
temas kurduğumuzdan emin olmamız gerek.
Sosyal Olanın Daha Sağlıklı Olmak İçin Kullanılması
Şubat 2010’da kendimi büyük bir salonda otururken
buldum. Solumda büyük altından bir taht, sağımda ise ileride İşçi Partisi’nin
başına geçecek olan Ed Miliband duruyordu. İkimiz de doksanların başında
Londra’daki Camden pazarında “bitkisel ilâçlar” satan adamların sattığı
videoları anımsatan görüntülere bakarken bulmuştuk. Yanımızda, hükümetin
görevlendirdiği birkaç politika danışmanı da vardı. Hepsi de rahat görünmek
için gerilmiş bir hâlde duruyorlardı. İktidar koridorlarında statü oyunu bunu
gerektiriyordu. Bu oyunda herkes evindeymiş gibi görünmeye çalışıyordu (oyunu
kazanan, toplantılara yalınayak gelmesi ile ünlü, David Cameron’ın koalisyon
hükümeti danışmanı Steve Hilton oldu.).
Odada on kişiydik. O barok Bakanlar Kurulu
ofislerinden birindeydik. Hepimiz, perdeye bakıp gösterilen nokta ve çizgilerin
hareketi karşısında donakalmıştık. Perdenin yanında duran kişi, videonun bizim
üzerimizde bıraktığı etki karşısında keyif çatıyordu. Amerikalı tıp sosyologu
Nicholas Christakis isimli bu kişi çıktığı gezi dâhilinde Connected isimli
kitabını tanıtıyor, Gordon Brown hükümetinin son günlerinde İngiliz
siyasetçilere bulgularını anlatıyordu. Politikaya ilgili bir sosyolog olarak
gösteriye ben de davet edilmiştim.
Christakis, sıra dışı bir sosyolog. Birçoklarına
kıyasla matematiğe daha fazla önem veren bir isim. Ayrıca, saygın tıp
dergilerinde de makaleleri yayınlanmış. Perdede izlediğimiz görüntüler,
Baltimore mahallesindeki sosyal ağlara dair. Görüntülerde belirli “davranışlar”
ve tıbbi semptomlara yer verilmiş. Adamın o salonda toplanan siyasetçilere
verdiği mesaj, epey güçlü. Obezite, yoksulluk ve depresyon gibi sorunlar
insanları kronik hareketsizlik koşullarına mahkûm ediyor ve bu tip durumlar
bulaşıcı hastalık gibi yayılıyor. Bunlar, sosyal ağlarda virüs gibi hareket
edip bireyler için takıldıkları insanlar üzerinden risklere yol açıyor.
Christakis, politika dünyasında giderek büyüyen bir
hareketin parçası. Pazarlamacılar, zevklerimizi ve arzularımızı değiştirmek
maksadıyla sosyal ağlara ümitsizce nüfuz etmeye çalışırlarken, siyasetçiler
sosyal ağları sağlığımızı ve esenliğimizi artırmanın bir yolu olarak
görüyorlar. Öncülüğünü Şikago Üniversitesi’nden John Cacioppo’nun yaptığı
“sosyal sinirbilim”e göre, insan beyni sosyal ilişkilere bel bağladığı bir yol
dâhilinde evrimleşmiş. Cacioppo’nun araştırmasına göre, yalnızlık sağlık
açısından sigaraya kıyasla daha büyük bir risk. Doktorların bireylere bir
koroya veya gönüllü çalışmalara katılmayı önerdikleri “sosyal reçeteleme”
türünden uygulamaların amacı, yalnızlaşmayla mücadele etme ve tecridin yol
açtığı depresyona ve kronik hastalığa karşı koyma.
Özellikle sinirbilimin yön verdiği sosyal hayat ve
ahlaka dair uzmanlık, hızla beden çalışmalarıyla birleşiyor. Sosyal
sinirbilimci Matt Lieberman’ın da gösterdiği üzere, eskiden (sevgiliden
ayrılmak türünden) duygusal kabul ettiğimiz acılar kolumuzun kırılması gibi
fizikî bir şey olarak gördüğümüz benzer nörokimyasal süreçleri içeriyor. Sosyal
bilim ve fizyoloji, yeni bir disiplin dâhilinde, birleşiyor. Bu disiplinde
insan bedenleri, birbirlerine fiziksel açıdan nasıl tepki verdikleri üzerinden
inceleniyor.
Bakanlar Kurulu ofisindeki sunumda insanı şaşkına
çeviren, tahrik edici bir yön vardı. Köklü toplumsal sorunların bu türden
grafiklerle sunulması mümkün mü? Christakis’in teknik açıdan ortaya koyduğu
hüner, kesinlikle cezbedici. İkinci Dünya Savaşı’nda İngilizlere sakız ve
naylon çorap getiren Amerikan askerleri gibi onun da yüksek teknolojili sosyal
ağ analizi, özel ve itiraz edilemeyecek ölçüde başarılı.
O altından taht yanında sürreel bulduğum bir şeyler
vardı o gösteride. ABD toplumunda mahrem bir şehrin içine ait görüntülerde bir
tuhaflık söz konusuydu. Tüketici davranışını ortaya çıkıp yayılan bir şeymiş
göstermeye çalışan sosyal analiz şirketleri gibi yoksul birkaç bin Baltimorlunun
beslenme alışkanlıkları ve sağlık sorunları bizlere bir hastalık gibi takdim
ediliyordu. Her şeyi yukarıdan bir karınca kolonisini izliyor gibi izliyorduk.
Söz konusu görüntülerin ilişkileri, hikâyeleri ve ajandaları olan kimi
insanları temsil ediyor oluşu basit bir teferruattan ibaret gibiydi.
Sosyal ağların ve diğerkâmlığın sağlık üzerindeki
tesirine dair bu kanıtın siyasetçilerce görmezden gelinmesi, elbette tuhaf.
Eğer tıp uygulamacıları, birkaç nüfuzlu kişinin davranışını iyi yönde
değiştirebilirlerse, daha olumlu bir “bulaşıcı hastalığın” yayılmasını
sağlayabilirler. Oysa bu bakış açısında örtük bir şeyler var. Bu, tüm sosyal ağ
analizlerinin de paylaştığı bir sorun. Sosyal dünyayı bir dizi mekanizma ve
kaynağa indirgediğimizde, sosyal ağların hâlihazırda imtiyazlı olanlara göre
yeniden tasarlanıp tasarlanmayacağı sorusu gelir gündeme. Ağlarda güç kanunu
denilen bir eğilim söz konusu, ayrıca nüfuzlu insanlar daha fazla nüfuz elde
etmek için bu gücü artırma imkânı buluyorlar.
Bunun bir örneği de “duygusal bulaşıcı hastalık”
denilen şey. Sosyal analizlerle iş gören psikologlar, bugün sosyal ağlardaki
hareketlerine bakıp olumlu ve olumsuz duyguların izlerini sürebiliyorlar.
Facebook’ta tartışmalara yol açan haber manipülasyonuna başvuran deneyin de
konusu bu. Öfke ve depresyon gibi farklı ruh hâlleri, bugün diğerlerine nazaran
toplumsal düzlemde daha fazla bulaşıcı kabul ediliyorlar. İyi de bu bilgi bizim
ne işimize yarıyor? Niceliksel analizin toplumsal hayatı ele geçirmesiyle insanlar,
“mutsuzluk” riskine karşı kendilerini korumak için sosyal ilişkilerini mutlu ve
sağlıklı bireyler olarak yürütme kaygısına daha fazla kapılıyorlar. Bu olguyu
inceleyen Amerikalı psikolog Guy Winch, mutlu insanlara tetikte olmayı tavsiye
ediyor. “Eğer negatif görüşlere sahip insanlarla veya onlara yakın bir yerde
yaşıyorsanız, arkadaş listenizi dengeleme yoluna gidin.” “Negatif görüşler”e
sahip yersiz arkadaşlarınızı yeniden dengelemenin ciddi bir etkiye yol açacağı
öngörülüyor.
Sosyal hayatın dokusu, bugün sağlık politikası
bağlamında ele alınıyor. Oysa bu, üzücü bir gelişme. Artık yalnızlık, nesnel
bir sorun olarak ortaya çıkıyor ama sadece fiziksel beyin ve bedende kendisini
ele veren bir şeymiş gibi görülüyor. Hükümetler ve sağlık sigortası şirketleri,
yalnızlığın maliyetini hesaplıyorlar. Kadirşinaslık ve cömertlik, pozitif
psikologlarca öneriliyor ama bu önerinin amacı da akıl sağlığı sorunları ve
özel ızdırabı azaltmak. Yoksul, kentin iç kesimlerindeki mahallelerde kurulan
arkadaşlık bağları, hükümetin gündemine ancak kötü beslenme ve maliyete yol
açan hareketsizlik türünden salgın hastalıklar üzerinden giriyor.
Buradaki tuhaflıksa şu: verme ve paylaşmaya dair
edilen onca lafta asıl konuşan, piyasayla bağlantılı yaklaşıma kıyasla daha
egomerkezci bir dünya görüşü. Kökü ta Adam Smith’e dek uzanan kitabî ekonominin
köşe taşı piyasadaki özçıkarın nihayetinde toplumun faydasına olduğu görüşü.
Görünüşe göre, sosyal optimizasyon dönemi bu iddiayı baş aşağı çeviriyor:
gündelik hayatlarımızda sosyal olmak kıymetli, zira nihayetinde bize gerisin
geri fayda sağlıyor. Buradaki asıl sıkıntı ise bu yeni metaya dönük iştahımızın
zamanla kontrolden çıkabilmesi.
İrtibat Bağımlılığı
Geçtiğimiz on yıl içinde, dijital medyanın, özellikle
de sosyal medyanın her yerdeki varlığı, bir medya histerisinin önünü açtı. Genç
kesimin giderek daha da narsist olmasının, bağlayıcı ilişkiler kuramaz veya
interaktif olmayan hiçbir şeye odaklanamaz hâle gelmelerinin sorumluluğu,
internete veya Facebook’a yüklenebilir. Gerçekten de sosyal medyayı takıntılı
biçimde kullanan insanların daha benmerkezci, teşhirciliğe ve büyüklenmeci
davranışlara daha yatkın olduklarını gösteren bazı kanıtlar var. Fakat
teknolojiye, insanlarda psikolojik ve nörolojik bozulma yaratan bir nevi virüs
muamelesi etmektense, bir adım geri gidip burada işleyen daha geniş çaplı
kültürel mantık üzerine düşünmekte yarar var.
Sosyal medyayı bir tür zorlantı, hatta bir bağımlılık
hâline getiren nedir? Beraberinde getireceği bütün hayal kırıklıklarından ve
yükümlülüklerden arıtılmış bir sosyal hayat deneyimi. Akıllı telefonlarını
ellerinden bırakamayan insanlar, imajlarla veya ıvır zıvırla sadece bunların
kendisi için iştigal etmiyor, can havliyle şu veya bu biçimde bir insanî
etkileşim arıyorlar ama kendi kişisel bağımsızlıklarına dokunmayacak bir
etkileşim.
Sosyal medya bağımlısında gördüğümüz şey, insanî
ilişkileri ancak verdikleri psikolojik haz çerçevesinde tahayyül edebilen bir
toplumun daha patolojik boyutu sadece. Bir akşam yemeğinde sözümona arkadaşının
anlattıklarını dinlerken Facebook sayfasına bakmak için yanıp tutuşan bir kişi,
insanların varlık gerekçesinin her an birbirlerinin egosunu tatmin etmek ve
olumlamakla sınırlı olduğu bir yaşam felsefesinin kurbanıdır. Bu durum, ister
istemez kısır döngülere yol açar: Toplumsal bağ, bu en düşük psikolojik düzeye
indirgendi mi, insanın aradığı tatmini bulması giderek daha da zorlaşır. Başka
insanları kendi tatmininin araçları olarak görmek, dostluğun, sevginin ve
diğerkâmlığın en temel etik ve duygusal hakikatlerinin reddidir.
Bu benmerkezci sosyallik fikrinde hesaba katılmayan
önemli bir gerçek, hiç kimsenin (en azından neredeyse hiç kimsenin) sürekli
ilgi odağı olup övgü toplamasının mümkün olmaması. Nitekim, Facebook’ta bu
durum açıkça görülüyor. Abartılı başarı veya olumlu imaj gösterilerinin
durmaksızın aktığı Facebook, çoğunlukla insanların kendileri ve sürdükleri
hayat hakkında kendilerini kötü hissetmelerine yol açıyor. Ağların matematiği
uyarınca, çoğu insanın ortalamanın altında arkadaşı olabilirken, sadece çok az
sayıda insanın ortalamadan fazla arkadaşı olabilir. Bu aşağılık duygusunu
telafi etmek üzere herkes, başarıları veya olumlu yönleri hakkında kendi
abartılı teşhirlerini yayarak ötekinin bakışının peşinde koşar, böylece toplu
bir kısır döngü iyice pekişir. Pozitif psikoloji uzmanlarının hevesle
vurguladığı gibi, dinleme ya da empati kurma beceriksizliği, depresyonun önemli
unsurlarındandır.
Mutluluk, bireyci bir toplumun sunduğu ilişkiler kadar
benmerkezci ve hazcı olmayan ilişkiler kurmakta yatıyorsa, Facebook ve benzeri
sosyal medya biçimlerinin mutluluk reçetesi olabilmesi çok zor. Sosyal
medyanın, daha sağlam, daha doyurucu sosyal ilişkiler tesis etmeye yönelik
özgül bazı kullanımları olabilir. Bir grup pozitif psikoloji uzmanı, hangi tür
sosyal ilişkilerin daha fazla mutluluğa götürdüğü konusunda kendi saptadıkları
verilerden hareketle yeni bir sosyal medya platformu kurdu: Happier, ruh
sağlığının en önemli unsurları olarak kabul ettiği şükran ve cömertlik
ifadeleri üzerine kurulu bir platform.
Sosyal ağları insanlara daha fazla mutluluk verecek
şekilde yeniden tasarlama yönündeki bu tür girişimlerde sorgulanmayan nokta,
bütün bunların altında yatan mantık: İlişkilere, bireysel esenliği en yüksek
düzeye çıkarma güdüsüyle, yaratılacak, yatırım yapılacak ve potansiyel olarak
vazgeçilebilecek şeyler olarak bakılıyor. İlişkileri, stratejik bir yaklaşımla,
pozitif duygular hissetmenin aracı olarak görmenin daha da vahim boyutu, bir
ilişkinin kişiye sunduğu ruhsal değerle tartılması. İnsan, arkadaşlarının
etraflarına yeterince haz veya mutluluk yaymadığını görüyorsa, “arkadaş
listesi”ni “gözden geçirmesi” gerekebilir.
Neoliberal Sosyalizm
Aşırı derecede bireyci bir toplumda yaşıyoruz.
Piyasalar, her şeyi bir tür bireysel hesaba ve bencilliğe dönüştürüyorlar.
Arkadaşlık ve diğerkâmlıkla ilişkili değerleri yeniden kazanamadığımız takdirde
toptan bıkkınlık hâline sürükleneceğiz.
Bu tür iddialar, asırlardır kapitalizme ve piyasalara
yönelik eleştirilere kaynaklık etti. Piyasaların kapsamını daraltmaktan,
kapitalist sistemin toptan revize edilmesine kadar envai çeşit reform talebine
zemin oluşturdu. Bugün de aynı şikâyetleri duymak mümkün -ama çok farklı
kesimlerden. Artık piyasanın bireyci ve maddiyatçı varsayımlarına saldıranların
başında, pazarlamanın, davranışsal ekonominin, sosyal medya ve işletmenin
pîrleri geliyor. Ama onların önerdikleri, sosyalleşmenin her şeyden önce bireyi
tıbbi, duygusal ya da parasal kazanca götürecek bir araçtan ibaret olduğu,
bambaşka bir bireysel psikoloji ve davranış kuramı.
İş dünyasının, medyanın ve politika yapıcıların ağız
birliği ederek sosyalliği göklere çıkardığı mevcut durumu “neoliberal
sosyalizm” olarak adlandırabiliriz. Paylaşmak satmaya tercih edilebilir, yeter
ki egemen şirketlerin mali çıkarlarını zedelemesin. İnsanların manevi yanlarına
ve diğerkâmlık duygularına hitap etmek, onları hiçbir söz haklarının olmadığı
gündemlere doğru yöneltmenin en iyi yolu oldu. Markaları ve davranışları, para
hiç el değiştirmeden, sosyal bulaşıcılıkla yaymak mümkün. Empati de ilişkiler
de teşvik edilebilir, ama sadece mutlu insanların temrin ede ede kazandığı özel
huylar olarak. Dostluk gibi, vaktiyle ekonomi mantığının dışında yer alan her
şey, şimdi sessiz sedasız bu mantığa dâhil ediliyor.
Peki bu tuzaktan nasıl kurtulacağız? Doktorların
önerdiği “sosyal reçete” cazip görünüyor: Kişilerin, dernek vs. yapılara
katılıp başkalarıyla ortaklaşa çalışarak mutluluklarını artırabilecekleri gibi
faydacı bir varsayımdan yola çıksa da, sonuçta mutluluğun yolu için bilişsel ya
da davranışsal formüllere değil, kurumlara işaret ediyor. İnsanlar, kendi
içlerine kapanıp hasetle başkalarını gözetler hâle geldiyse, bu durum kurumsal,
politik ve kolektif cevaplar bulmayı gerektiren soruları gündeme getiriyor demektir,
sosyalliği salık veren psikolojik yaklaşımla düzeltilmesi mümkün değildir. Bu
yaklaşım, dijital medyayla ve bu medyanın sunduğu benmerkezci bağlantı
modeliyle birleştiğinde, deva olmaya çalıştığı sorunları daha da şiddetlendirme
tehlikesi taşıyor.
İnternetin bambaşka örgütlenme biçimlerinin önünü
açmayı vaat ettiği günler çok da geride değil. Kültür ve siyaset kuramcısı
Jeremy Gilbert'ın dediği gibi, Rupert Murdoch’un medya imparatorluğunun
Myspace’i kâr getirecek bir yapıya dönüştürme girişiminin fiyaskoyla
sonuçlanmasının üzerinden sadece birkaç yıl geçti. Açık ağ mantığı ile özel
yatırım mantığı arasındaki gerilim çözülememiş ve Murdoch yarım milyar dolar
kaybetmişti. Facebook, aynı hataları tekrarlamamak için kılı kırk yardı -her
şeyden önce, çevrimiçi kimlikleri “gerçek” çevrimdışı kimliklerde sabitledi ve
tasarımını pazarlamacılarla pazar araştırmacılarının çıkarlarına uygun hâle
getirdi. Yine de başarılı olduğunu söylemek için çok erken olabilir.
Sosyal hayatın psikolojiye veya sosyal nörobilimin
yaptığı gibi fizyolojiye indirgenmesi, geri dönüşsüz bir olgu değil. Karl
Marx’a göre kapitalizm, işçileri fabrikalarda biraraya getirip birlikte
çalışmaya zorlamakla, bizzat kendi sonunu getirecek sınıf formasyonunu kendi
eliyle yaratıyordu. Piyasada işlem yapan bireylerin önceliğini vurgulayan
“burjuva ideolojisi”, bu durumu değiştiremezdi. Bugün de insanlar, sırf kendi
ruhsal ve fiziksel sağlıkları ya da kişisel haz deneyimleri için biraraya
getiriliyor olabilir; ama toplumsal birlikteliklerin kendi iç mantıklarını
geliştirme ihtimali de vardır ve bu da bireysel haz ya da mutluluğa
indirgenemez. Neoliberal sosyalizm koşullarında bel bağlayabileceğimiz ihtimal
de işte bu.
William Davies
7 Mayıs 2015
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder