Pages

25 Ocak 2016

Zygmunt Bauman Söyleşisi


Ricardo de Querol
19 Ocak 2016

 

Zygmunt Bauman, kısa süre önce doksan yaşına girdi. Britanya’nın kuzeyindeki Leeds kentinde bulunan evinden İspanya’nın kuzeyindeki Burgos kentine bir etkinlik için geldi. Röportaja başlarken yorgun olduğunu söylese de fikirlerini sakin ve net bir biçimde ifade etmeyi hâlâ biliyor, çetrefilli sorulara basit cevaplar vermekten nefret ettiği için cevap vermesi biraz zaman alıyor. Doksanların sonundan beri sosyoloji alanında önde gelen bir isim. O ilgili dönemde sıvı modernite teorisini geliştiriyor. Bu teoriye göre, içinde yaşadığımız çağ tüm anlaşmaların geçici, kısa süreli ve bizim ancak sonrasında yenisi haber verilene dek geçerli olduğu bir çağ. Eşitsizlik üzerine kaleme aldığı çalışma ve toplumun geleceğine dair hayli kötümser görüşü yanında, siyasetin insanların beklentilerini karşılamasına dair eleştirisi İspanya’daki 15 Mayıs “Öfkeli” hareketince edinildi. Oysa Bauman için bu eleştiri hâlâ kimi yönlerden zayıf bir eleştiri.

1925’te Polonya’da dünyaya gelen Bauman’ın anne-babası 1939’daki Alman işgali ardından Sovyetler Birliği’ne kaçıyor. 1968’de öğretmenlik görevinden alınıyor, Altı Gün Savaşı’nın patlak verdiği günlerde binlerce Yahudi ile birlikte Komünist Parti’den ihraç ediliyor. İngiltere'ye gidiyor, burada Leeds Üniversitesi’nde çalışmaya başlıyor. Şimdi ise fahri sosyoloji profesörü. Eserleri bir dizi uluslararası ödül aldı. Bunlardan biri de 2010 İspanya Asturyas Prensi Ödülü.

Kötümser dünya görüşünün yansıdığı kitaplardan biri de 2014 tarihli Does the Richness of the Few Benefit Us All? [“Az Sayıda İnsanın Zenginliğinin Herkese Hayrı Var mı?”]. Kitap, dünyanın seksenlerde başlayan neolibral devrim için yüksek bir bedel ödediğini, servetin toplumun geri kalanına akmadığını söylüyor. Leonidas Donskis ile birlikte kaleme aldığı ve geçen yıl yayınlanan Moral Blindness’ta [“Ahlâkî Körlük”] ise giderek bireycileşen dünyamızda cemaatin kaybolması konusunda uyarılarda bulunuyor.

§ § §

Siz eşitsizliği “metastaz” olarak tarif ediyorsunuz. Sizce demokrasi tehdit altında mı?

Şu anda olan biteni demokrasinin krizi, güvenin çöküşü olarak tarif edebiliriz: liderlerimizin sadece yozlaşmış veya aptal değil, ayrıca beceriksiz olduğuna da inanıyoruz. Eylemin, bir şeyler yapabilmenin güce ihtiyacı vardır, bize de yapılması gerekenler konusunda karar verebilme becerisi olarak siyaset lâzımdır. Ama güçle siyasetin ulus-devlet elinde gerçekleşen vuslatı son bulmuştur. Güç küreselleşmiş, siyasetse eskisi gibi yerel kalmıştır. Siyaset kendi ellerini kesmiştir. İnsanlar artık demokratik sisteme inanmamaktadır, zira bu sistem vaatlerini yerine getirmemektedir. Örneğin göç krizinde tam olarak tanık olduğumuz şey budur: göç küresel bir olgudur ama hâlâ dar bir çerçeve dâhilinde hareket ediyoruz. Demokratik kurumlarımız karşılıklı bağımlılık durumlarıyla başa çıkabilecek bir yapıya sahip değil. Demokrasinin mevcut krizi demokratik kurumların bir krizidir.

Güvenlik ve özgürlük arasında salındığını söylediğiniz sarkaç şu an itibarıyla ne yönde hareket ediyor?

Özgürlük ve güvenlik birbiriyle uzlaşması hayli zor iki değer. Eğer daha fazla güvenlik istiyorsanız, belli bir miktar özgürlükten de vazgeçmek zorundasınız. Eğer daha fazla özgürlük istiyorsanız, güvenliği terk etmelisiniz. Bu muamma sonsuza dek sürecektir. Kırk yıl önce özgürlüğün muzaffer olduğuna ve tüketimcilik cümbüşüne artık başladığımıza inandık. Sonrasında ödemek üzere, borç para alarak her şeye, otomobillere, evlere sahip olabileceğimizi zannettik. 2008’de kalk borusu acı acı çaldı, çünkü kredi kaynakları kurumuştu. Sonrasında yaşanan felaket ve sosyal çöküş bilhassa orta sınıfları fena vurdu, onları hâlâ kıymetli olarak gördükleri bir durumun içerisine sürükledi: çalıştıkları şirketin başka bir şirketle birleşip birleşmeyeceğini, kendilerinin işten çıkartıp çıkartılmayacaklarını, satın aldıkları şeylerin gerçekten kendilerine ait olup olmadıklarını bilmiyorlar… Artık çelişki sınıflar değil, her bir kişiyle toplum arasında. Burada mesele sadece güvensizlik değil, özgürlüksüzlük de.

İlerlemenin mit olduğunu, zira insanların geleceğin geçmişten daha iyi olacağına artık inanmadığını söylüyorsunuz.

Fetret döneminde yaşıyoruz. Bu, dönem kesinliklere sahip olduğumuz bir dönemle bir şeyler yapmaya dair eski yöntemlerimizin artık işe yaramadığı dönem arasında uzanıyor. Bunun yerine neyi koyacağımızı bilmiyoruz. Bir şeyler yapmaya dair yeni yöntemleri deniyoruz. İspanya 15 Mayıs hareketi ile her şeyi sorgulamayı denedi. İnsanlar kamusal alanları ele geçirdiler, meclisle ilgili prosedürlerin yerine bir tür doğrudan demokrasiyi ikame etmeye çalıştılar. Bu fazla uzun sürmedi. Tasarruf tedbirlerine dayalı politikalar sürecek, kimse bu politikaların uygulanmasına engel olamayacak ama gene de insanlar bir şeyler yapmaya dair yeni yöntemler bulma konusunda nispeten daha etkili olmayı sürdürecekler.

Siz, 15 Mayıs ve küresel İşgal Et hareketi gibi eylemlerin “yolu nasıl temizleyeceğini bildiğini ama somut bir şey yaratmayı bilmediğini” söylüyorsunuz.

İnsanlar, ortak bir hedef için kamusal alanlarda aralarındaki farklılıkları bir süreliğine kenara ittiler. Eğer bu hedef olumsuz olsaydı, birilerini öfkelendirseydi başarı için daha fazla şans olurdu. Bu şekilde sadece dayanışma konusunda ciddi bir yoğunlaşmaya tanık olundu ama bu tür yoğunlaşmalar güçlü olmakla beraber kısa sürelidirler.

Ayrıca siz, doğası gereği gökkuşağı koalisyonlarında liderlik için hiçbir yer olmadığına inanıyorsunuz.

Bunun asli sebebi, ilgili hareketlerin hayatta kalmasını sağlayacak liderlerden yoksun olması, ayrıca lidersiz olmaları sebebiyle bu hareketlerde amaca dair anlayışın eyleme dönüştürülememesi.

İspanya’da 15 Mayıs hareketi yeni politik güçler yaratılmasına katkı sundu.

Bir partinin yerine başkasını getirmek sorunu çözmeyecektir. Sorun partilerin yanlış olması değil, gerçek şeyleri kontrol edememesidir. İspanya’daki sorunlar küresel bir sorunun parçasıdır. Bu meseleleri ülke içerisinden çözüme kavuşturabileceğinizi düşünmek bir hatadır.

Katalanların bağımsızlık mücadelesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bence bizler hâlâ Versay ilkelerini takip ediyoruz. Bu ilkeler uyarınca her bir ulusun kendisini yönetme hakkı vardır. Ama bugünün dünyasında, artık homojen herhangi bir toprak parçasının bulunmadığı koşullarda söz konusu fikir bir kurmacadan ibarettir. Bugün her toplum diasporalar toplamından ibarettir. İnsanlar sadık kaldıkları ve vergilerini ödedikleri toplumlarla birleşmekte ama aynı zamanda kimliklerinden de vazgeçmek istememektedirler. Yaşadığınız yerle kimliğiniz arasındaki bağ kopmuştur. İskoçya veya Lombardi’de olduğu gibi Katalonya’daki durum da kabile kimliği ile yurttaşlık arasındaki çelişkiye dairdir. Katalonlar Avrupalıdır ama Brüksel’le Madrid değil Barselona üzerinden konuşmak istemektedirler. Aynı mantık neredeyse her ülkede zuhur etmektedir. Bizler hâlâ I. Dünya Savaşı sonunda belirlenmiş aynı ilkeleri takip ediyoruz ama dünyada birçok değişim yaşandı.

İnsanların tepkilerini sosyal medya aracılığıyla ortaya koymalarına şüpheyle yaklaşıyorsunuz ve buna “koltuk aktivizmi” adını veriyorsunuz. Ayrıca internetin bizi ucuz eğlenceyle aptallaştırdığını söylüyorsunuz. Sizce sosyal ağlar halkın yeni afyonu mudur?

Kimlik meselesi, birlikte doğduğunuz bir şey olmaktan çıkıp bir görev hâline geldi: artık kendi cemaatinizi oluşturmak zorundasınız. Ama cemaatler oluşturulmazlar, ya bir cemaate sahipsinizdir ya da değilsinizdir. Sosyal ağlar bu cemaati ikame edecek bir şey oluşturabilmektedirler. Cemaat ile ağ arasındaki fark sizin bir cemaate ait olurken, ağın size ait olması ile ilgilidir. Her şeyi kendinizin kontrol ettiğinizi düşünürsünüz. Dilediğinizde arkadaş ekler, dilediğinizde silersiniz. Siz ilişkili olduğunuz önemli insanların kontrolü altındasınızdır. İnsanlar sonuçta kendilerini biraz daha iyi hissederler, zira yalnızlık, terk edilme bireyci çağımızda hissettiğimiz büyük birer korkudur. Ama insanların gerçek sosyal becerileri öğrenemediği internette arkadaş ekleyip silmek çok kolaydır. Oysa bu sosyal beceriler sokağa çıktığınızda, işyerinize gittiğinizde, hissedilir bir ilişki içerisine girmeniz gereken çok sayıda insanın bulunduğu yerlerde somut birer ihtiyaçtır. Harika bir insan olan Papa Francis ilk röportajını ateist olduğunu açıktan söyleyen İtalyan gazeteci Eugenio Scalfari’ye vermiştir. Bu bir işarettir: gerçek bir diyalog sizinle aynı şeylere inanan insanlarla konuşmakla ilgili bir şey değildir. Sosyal medya bize diyalog kurmayı öğretmez, zira burada münakaşadan kaçınmak çok kolaydır. Ama birçok insan sosyal medyayı birleşmek, ufuklarını daha da genişletmek değil, tek gördükleri şeylerin kendi yüzlerinin birer yansıması olduğu, sadece kendi seslerinin yankılarını işittiği rahat bir alan açmak için kullanmaktadır. Sosyal medya haz sağladığı için çok faydalıdır ama aynı zamanda o bir tuzaktır.

Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder