Pages

30 Ocak 2016

İhtidâ Etmek


İhtidâ Etmek:

Uluslararası Komünist Harekette Gözle Görünmeyen Hizipleşme

 

Kara Panter Partisi 41 yıl önce, 15 Ekim’de kuruldu. Bu, Maoist enternasyonalist hareket için önemli bir tarihtir.

Eylül ayı içerisinde yayınlanan videosunda Usame Bin Ladin, Amerikalıların İslam’a girmesini istiyor.[1] Kısa süre önce Rusya’da Limonof, Müslüman oldu. Gazetelerde El-Kaide bağlantılı insanların bugünlerde Malcolm X hakkında konuştuklarından bahsediliyor.[2] Malcolm X, Kara Panterler için yerele ait manevi bir ilham kaynağı. Mao ise kimilerine ideolojik ve bilimsel açıdan ilham veriyor. Bu denemede ihtidâ etme, Müslüman olma ile ilgili düşüncelerimizi aktaracağız.

Denemenin yazarı, İslam’ı incelemeye kısa süre önce başlamış bir isimdir. Tespitlerimize göre Müslüman Sultan Galiyef’in çıkarımları, kendisinden bağımsız olarak, emek-değer teorisinin derinlemesine incelenmesini içermektedir. Sultan Galiyef, Lenin ve Stalin’den sonra önde gelen liderlerden birisidir.

Stalin ve Sultan Galiyef, “eşitsiz” gelişim” tezi konusunda anlaşma içerisindedir. Bu tez, tarihsel süreç içerisinde kabul etmedikleri hususlara kıyasla daha da önemli hâle gelmiştir. Zira Stalin, nihayetinde Sultan Galiyef’i ezmiş, bu sebeple ondan ilham alan komünist hareketin ilgili sektörünü Batılılar görmemiş, bu eğilimi kimse tanımamıştır. Oysa aynı durum, Trotsky’nin yolundan gidenler için geçerli değildir.

Sultan Galiyef’le yaşanan ayrışmada suç, Stalin’indir. Galiyef, uzun bir süre Trotsky üzerinden ciddi bir baskıya muhatap olmuştur. Bu baskının ana öznesi, Rus işçi aristokrasisidir. Öte yandan Rus yerleşimciler, Müslüman topraklarına taşınmaya başlamışlardır. Galiyef, burjuva milliyetçiliği konusunda aşırıya kaçtığı için suçlu olsa da hatta adı emperyalist olmayan devletlerin yöneticileri ile komplolara karıştığı iddia edilse de ona yönelik ihmalin anlaşılır bir yanı yoktur. Burada sorulması gereken soru ise şudur:

Üçüncü Dünya burjuvazisine yönelik yapılan hatalar, Batılı işçi aristokrasisinin burjuva kanadına yapılan hatalardan daha az mı önemsizdir?

Keşke iki hata da yaşanmamış olsaydı. Bu hataların olmaması, bireylerin ideolojik zihinleri dışında pek mümkün değildir. Komünist hareketler, hiçbir zaman saf olmayacaklardır. Bizim gibi Galiyef de asalaklığa vurgu yapan “eşitsiz gelişim” kampına ait bir isimdir.

Bildiğimiz gibi Alman devrimi gerçekleşmedi. Daha da önemlisi Üçüncü Dünya, ekonomik gelişme yoluna giren Almanya’nın on ila yirmi yıl gerisindeymişçesine eşitlenip homojenleşmedi.

Diyalektikten ve Stalin’den dem vuruyorsak, “eşitsiz gelişim”e atıfta bulunuyoruz demektir. Aynı fikrin kimi akademik ifadeleri dâhilinde “azgelişmişlik” veya “merkez-çevre” kavramları gündeme gelmiştir. Samir Amin, bu konularla alakalı çokça metin kaleme almıştır. Rus devrimini bir kenara koyacak olursak, devrim güdüsü sadece “çevre”de, Stalin ile Galiyef’in “sömürgeler” dediği yerlerde varlık imkânı bulmuştur.

Emek-değer teorisi eşitsiz gelişmenin, emperyalist sömürünün yegâne gerçek izahıdır. Emek-değer teorisi ile sermaye birikimini, dolayısıyla değişimin kendisini izah etmek mümkündür. Diğer izahatlar, genelde Troçkizm dâhil, Batı’nın üstünlüğünü öngören, tarihdışı, kendisini övüp duran ideolojilere aittir.

Tüm ülkeler, “yedek işsizler ordusu”na aittir. Bazıları, yoğun biçimde sömürülmeyi işsiz olmaya yeğlerler. Emperyalizm, Üçüncü Dünya’yı iliğine kadar sömürmektedir. Zenginlik üretme siyaseti, bu pratiğe katkı sunar. Troçkist teori, emperyalist küresel genişlemenin Üçüncü Dünya’yı ilerleteceğini, sömürgelerin birbirleriyle “eşitleneceğini” öngörür. Troçkizmdeki dinamik unsur, Batı’daki işçi sınıfının örgütlenmeyle teknik beceri açısından ilerlemesi ve üretici güçlerdeki büyümedir. Buna karşılık Maoist Enternasyonalist Hareket [MEH] ve Galiyef, Batı’daki sermaye birikiminin genişleyerek işçileri burjuvalaştırdığı üzerinde durmaktadır.

Enternasyonal komünist hareket içerisindeki ilk ayrışma, enternasyonalist olmayan sosyal demokratları emperyalizmin kucağına itti. Troçkistler, enternasyonalist olduklarını iddia etseler de sosyal demokratların başına gelen onların da başına geldi. Zira Troçkizm, menşevizmin tutarlı ve belagatli bir versiyonu idi.

Batı’da Stalin ve Trotsky takipçileri arasında komünizm dâhilinde bir diyalog yaşanıyor. Maoist enternasyonalist hareket ise bu diyalogdan hiç hoşnut değil. Tarihsel ayrışma, Trotsky’ye hak ettiğinden fazla bilimsellik bahşedilmesi ile son buluyor. Trotsky, kendiliğinden liberal, muhalif ve devrimci bir imaja sahip olmayı biliyor. Diğer yandan Sultan Galiyef takipçileri ise bilimsel komünizm akımının dışında tutuluyorlar. Bu, aydınların sömürülenlerle uygunsuz bir ilişki içerisine girdiğinin bir kanıtı olarak ele alınmalı.

Oysa Sultan Galiyef, aydınların sömürülenlerle ilişkisini düzelttiği için bilimsel bir önemi haiz. Bizleri okuyanlar, Galiyef’in ana ekonomik gelişme tezine vakıftırlar. Biz Galiyef’i tanımazdan önce, mazlum milletler proletaryasının ortak diktatörlüğü görüşüne ulaşmıştık. Bizim yazdıklarımıza bakıp komünist pozu kesen Batılı şovenistlerin gözüne hiç ilişmeyen Galiyefçilere itibarları verildiği takdirde, Trotsky’nin kusurları daha net görülecektir.

Emperyalistlerin ve onların sahte Marksist savunucularının bizde bıraktıkları izlenim şudur: Müslüman milliyetçiler, tümüyle akıldışıdırlar. Mevcut uluslararası durum dâhilinde zalimin yanlış algısı karşısında şu söylenmelidir: İslam’a bağlı olan halkın pozitif ve negatif kimi yönleri mevcuttur.

Zalimler arasında, esasen önemsiz olan şeklî meseleler[3], saldırıya daha çok sebebiyet vermektedirler. İşçi aristokrasisi ve cinsiyet aristokrasisi, doğaları gereği, hep doğruda durmaktadırlar. Öte yanda ise milyonlarca insanı ölüme gönderen Hitler durmaktadır. Almanya, onun yolunu devam ettirmiştir. Eğer Türkiye, Pakistan ve Endonezya’da maoist devrim olur ise ABD emperyalizmi, bu zorbalığına belki son verebilir. O günden önce Amerikalıların bu işleri bırakacağını beklemek gerçekdışıdır. Diğer emperyalistleri Filistin’de iki devletli çözümü kabul etmeye, Suudi Arabistan’dan ve Irak’tan çıkmaya ikna etmeye çalışmak, nafiledir.

CIA analizcisi Michael Scheuer’e göre, Usame Bin Ladin pratik bir insandır ve asla akıldışılığa meyilli değildir. Ona göre Ladin, Amerikalı politik liderlere kıyasla daha gerçekçidir. Çok sayıda CIA analizcisinin Ortadoğu’daki görevlerinden istifa etmesinin bir sebebi de budur: “Korkarım El-Kaide, dünyayı bizden daha net görüyor.”[4] Michael Scheuer, ABD’nin ya daha yoğun ve gerçekçi bir savaşın içine sürükleneceğini ya da pes edeceğini söylemektedir.[5]

Medyadaki niteliksizlik ortada olduğuna göre, bizim El-Kaide hakkında pek bir şey bilmediğimiz de açık olmalıdır. Eğer Scheuer’in bu örgütle ilgili tasviri doğru ise El-Kaide dünyadaki en önemli anti-emperyalist örgüttür. Örgüt, Afrika’da, Ortadoğu’da ve Asya’da silâhlı mücadele yürütmektedir. Öte yandan Batı’da ise bize, silâhlı mücadeleyle hiç bağlantısı olmayan kitaplar ya da mazlum-sömürülen kitleler kalmaktadır. Bugünlerde silâhlı mücadele sayesinde El-Kaide, Pakistan’ı yönetme iddiasını dillendirebilmektedir. Bu gerçeği Butto’nun arkadaşları da öğrenmiştir.[6]

Troçkizmin ve diğer menşevizm türlerinin şovenist baskıları karşısında enternasyonalist komünist hareket, Hamas’ın, Hizbullah’ın ve El-Kaide’nin yaptıklarına bakmalıdır. Bizce mesele şudur: “Bizi Allah kurtaracak” cümlesi, “bizi Batılı işçi kurtaracak” cümlesinden daha fazla gerçeklik barındırmaktadır.

Bugün Müslümanlar, zulme uğramakta ve sömürülmektedirler. Bir Taliban üyesi, Avrupalı ve Amerikalı işçilerin sömürüldüğünü, her an ayaklanabileceğini söyleyen sahte komüniste kıyasla daha az ütopiktir. Taliban, emperyalizme karşı savaşmayı somut olarak bilmektedir. Batı’da o hep bahsedilen “işçi sınıfı” ise sadece kanepesini tanımaktadır.

Afganistan’daki özgürlük savaşçıları, Sovyet sosyal-emperyalizmini yenmenin keyfini iyi biliyorlar. Şimdi onlar, ABD emperyalizmi ile savaşıyorlar. Maalesef Troçkistler, Lenin’in ölümünden beri tek bir devrim yapmadan, seksen yıldan fazla bir süredir palavralarını hararetle dile getirmekten başka bir şey bilmiyorlar. Demek ki her şey altüst olmuş: bilim insanı olduklarını iddia eden Troçkistlerin gerçekle bağları yok ama dindar olduğunu söyleyen Taliban, emperyalizmin askerî birliklerine karşı mücadele eden savaşçıları bir araya getirebiliyor. Bu, Marx’ın bizim için hazırladığı ama böyle sonuçlara yol açacağını ummadığı bir tür girdap diyalektiği. Marx’ın döneminde Avrupa’nın mücadelenin merkezi olacağı düşünülüyordu. Stalin ise Marx’ın hatalı olduğunu, devrimin “en zayıf halka”da gerçekleşeceğini söyledi. Afganistan ve Somali, Stalin’in tezinin kanıtı.

İslam’da komünistlerin troçkizmde buldukları dünya anlayışına kıyasla bin kat daha önemli görülmesi gereken bir yan mevcuttur. İslam, kutsal kitabı Kur’an’ın da ifade ettiği üzere, her daim enternasyonalisttir ve ırkçılık karşıtıdır.

Haçlılara karşı mücadele etmiş olan Selahaddin Eyyübi, burjuva sosyal devrimini savunma cihadı kavramıyla takdim eden isimdir. İncil, komünizme dair kimi emarelere sahip olsa da Selahaddin’in Haçlılara karşı verdiği mücadele ve onun üzerinden yükselen efsane, bugün sosyal devrim için sağlam bir İslamî tarihsel temel olarak önümüzde durmaktadır.

Bir de buna Sultan Galiyef’i eklemek gerek. O, öncü parti ihtiyacı üzerinde durmuş, bir ekonomik kalkınma teorisi geliştirmiş, yerleşimci güçlerin politik ekonomisini eleştirmiştir. Yaygın kanaatin aksine Galiyef, İslam’daki feminizmin öncüsü, kadınların eşitliğinden yana saf duran bir isimdir.

Umarız, emperyalist ülkelerde Galiyef’in fikirlerini kabul eden yeni hücreler kurulur. Batı’da ve İslam içerisinde bizim çizgimizde bir mücadele ortaya koymanın en zor yanı, kadın meselesidir. Sömürgecilikle ve emperyalizmle ilgili onca yıldır süren çalışmanın anlamlı bir biçim kazanması bu bağlamda zordur. Gene de emperyalist ülkeler için uygun bir cinsiyet teorisi, ancak buradan neşet edebilir. Eğer gençlere gidip bizim çizgimiz dâhilinde kabul edilir bir cinsiyet teorisi sunarsak, o vakit sağlam ve yeni hücreler kurmamız mümkün olabilir.

Bugün Galiyef çizgisini takip eden muhtelif örgütler mevcuttur. Bunların bazıları onun eserine sadıkken, diğerlerinde bu sadakat daha düşük düzeydedir. Hamas’ın, Hizbullah’ın ve El-Kaide’nin atalarına baktığımızda, doğrudan kendimizi bulmaktayız. Böylelikle emperyalistlerin “İslamokomünizm” ile ilgili alaycı yaklaşımları karşısında ufak da olsa somut bir gerçeklik bulmuş olunur. Batılı aydınlar, sırf “Stalin Galiyef’i idam etti” dedikodusundan ötürü bu gerçeği bilmemektedirler. Bu dedikodu sebebiyle Galiyef’in eserleri, İngilizceye ve Rusça dışında diğer Avrupa dillerine çevrilmemiştir. Bugün Rusça ve Türkçe bilen insanlar Galiyef’i daha fazla tanımaktadırlar.

Kur’an’ın kökeninde Arapça durur. İslam’ın Araplar arasında ulusal açıdan önemli görülmesinin sebebi budur. Burada sadece dinî bir önem söz konusu değildir. Kur’an’ın amacı, Arapların karşısına tektanrıcılığın somut bir ifadesini çıkartmaktır. Kur’an’ın Arapça dışında başka bir dile çevrilmesine pek sıcak bakılmamaktadır.[7] bu da Mao’nun “somut olmayan bir Marksizm yoktur” sözüne benzer. Kim İl Sung (Juche) da evrensel olana sıçrama konusunda kimi endişelere sahip bir kişidir. Kur’an konusunda esas olarak çeviri esnasında ortaya çıkacak metne şeytanın sızacağından endişe edilmektedir.

İslam’ın ulusal ve kültürel bir ifade olarak anlaşılması, bizim neden sekter olmadığımızı da izah eder. İşçi aristokrasisine takık ve sadece ona odaklanmış partiler, bizim Devrimci Enternasyonalist Hareket’ten nasıl koptuğumuzu anlamamaktadırlar. Bilahare biz, Uluslararası Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı’ndan da ayrıldık. Hatta Rusya Maoist Partisi’ndeki yoldaşlarımızla da tartıştık. Her ayrışmada söz konusu sınıfa koştuk, milyarlarca insanın derdiyle hemhal olduk. Geride bıraktığımız bireylerle veya örgütlerle müşterek tek bir endişe ve derde sahip değiliz. Gene de bugün hareketimiz konum itibarıyla tarihsel planda en yoğun nüfuza sahip olduğu döneme tanıklık etmektedir.

Diğer örgütler, bize oy vermeyi ve liderleri seçmeyi sorgulamamızı isteyip duruyorlar. Bizim kibirli olduğumuzu söylüyorlar. Oysa milyarlarca insan söz konusu olduğunda, Batılı işçi aristokrasisi ya vardır ya da yoktur. Bu aristokrasi, ya İslam’a saldırıyordur ya da saldırmıyordur. Bu, kişisel bir çatışma değildir. Bizim politik gerçekliğimizde duran az insan vardır, ama bu, bizim hatalı olduğumuzun bir kanıtı olarak gösterilemez. Bu şekilde düşünenler, bilimsel her türden örgütten kovulmalıdırlar. Bunların emperyalizmden bağımsız bir şekilde meselenin özüne odaklanmaları mümkün değildir.

İşe koyulmanın en doğru yolu, pragmatizmden, sekterlikten ve niceliksel büyüklük düşkünlüğünden kopmaktır. Sınıfsal ve ulusal yapı önce gelir, strateji ve taktikse sonra. Bu gerçeği anlamayanlar, öncü partilerden birer oportünist olmaları sebebiyle atılmalıdırlar. Rasyonel bilgi, rolünü gereğince oynamalıdır. Emperyalist ülkelerde yaşayanlar olarak bizlerin çok sayıda insanı harekete geçirmek için elinden geleni yapanlara sunabileceğimiz bir şey yoktur. Aksini düşünen, gerici bir oportünisttir.

Bizim bilimsel bir üretim yöntemimiz vardır. Bugün uluslararası komünist hareket içerisinde gözle görünmeyen bir hizipleşmeyi ifşa ediyor ve kafanın gövdeden ayrılmasına yönelik olarak gereken tedaviden bahsediyoruz.

Usame Bin Ladin’e göre, İslam âlimleri içerisinde reformcular ve devrimciler hapse girmişlerdir. “Olağan koşullarda Müslüman âlimler, fakihler ve din adamları cihadın başında olmalı, eylemi yönetmeli ve yürüyüşe yön vermelidirler.”[8] Diğer aydınlarsa, Arap krallıklarının emziğini ellerine almışlardır. Bu nedenle baş ve gövde arasındaki ayrım, daha da kötü bir hâl almıştır. Batı’da bu ayrım uzun süredir vardır ve orada baş, kendi gövdesini tanımamaktadır.

Uluslararası planda ortaya çıkan sonuç şu şekilde özetlenebilir:

Bugün Maoist Enternasyonalist Hareket’in sağındakiler, sömürücüleri “proleter” olarak etiketlemektedirler. Bugün insanlar, yüzde onluk bir orana sahip olan düşmanın dünyanın neresinde olduğunu netleştirememektedirler. Bunlara göre, düşmanın oranı binde bir, hatta sıfırdır. Bu kesim, Marksizm maskesi takan liberaller, anarşistler ve New Age fikirlere sahip isimlerden oluşmaktadır. Pratikte bu şovenistler, İslam ülkelerinin düşman olduklarına, öte yandan da Avrupalı-Amerikalı kadınların taklit edilmesi gereken birer kusursuzluk abidesi olduğuna inanmaktadırlar. Biz, bu tip fikirleri çöpe atmış bulunuyoruz.

Bunlar, daha çok emperyalist ülkelerde yoğunlaşıyorlar, üçüncü dünyadaki örgütler de bu kişilerin peşlerine takılıyorlar. Bunlar, aslında geleneksel manada birer sosyal demokrat ve Menşevik.

Dünyada birçok örgüt, kendisini Mao’nun takipçisi olarak niteliyor. Bizse bunların Marksizmi tümüyle terk etmelerini ve yarı-feodalizme karşı hâlihazırda devrim gerçekleştiren ülkelerle dayanışma içerisinde olan Jakoben enternasyonalizmi veya sosyal demokrat enternasyonalizmi benimsemelerini diliyoruz.

Somut konuşmak gerekirse; bugün dünyanın yüzde onunu düşman olarak tanımlayan hiçbir örgüt bulunmamaktadır. Bunu sadece biz yapıyoruz. Beyazlara ait çöp partiler, düşmanı net olarak tanımlayamıyorlar. Aşırı sol da sadece kendisini “Marksist” olarak tanımlamakla yetiniyor.

Bize göre, bazı ulusların proleterleri sömürücüdür. Bazılarının küçük sömürücüleri de emperyalisttir. Scheuer’e göre İslamcılar, bazen “emperyalist” ile “misyonerlik” sözcüğünü birbiriyle yer değiştirilebilecek biçimde kullanmaktadırlar. Aşırı sola doğru gittikçe biz bedeni, sağımıza gittikçe düşünsel materyalizmi buluyoruz. Biz, bedenimizi aşırı solda, fikrimizi materyalizmde buluyoruz.

Bazı bireylerin ve örgütlerin sağımızda hizalanmaları artık pek mümkün değil. Yirmi yıldan fazla bir süredir mücadele eden insanlarsa, bizim çalışmamıza mani olmaya gayret eden bir karşı istihbarat unsuruna dönüşmüş durumda.

Sonuçta asıl tehlike, düşünsel materyalizm ve sağ oportünizmdir. Emperyalistlerin bedeni satın alması imkânsız, ama emperyalist ülkelerde bizim sağımızdaki örgütlerin tamamı satın alınmış durumda. İslam bilgisinden yoksun olmak, sağcılara özgü sapmalara veya hatalara açık olmak demektir. Bizim, içinden çıktığımız keşmekeşten daha fazla çürük ve çökük olmamız artık imkânsız.

Aşırı sol eleştirimiz dâhilinde, proletarya arasında güdülen anti-militarist stratejilerin bazen etkisizmiş gibi göründüğünü söylüyoruz. Etnisitelerin şovenist olduğu, bunların bulunduğu ülkelerin emperyalist olmadığı koşullarda bile bu stratejilere bağlı kalmak zorundayız. Milliyetler arasında birçok sorun mevcut. Bunların gerçek manada komünist bir sovyetin veya hilafetin merkeze çeken gücü olmaksızın çözülmesi mümkün değil.

Proleter milletler arasındaki çelişkileri büyük bir sovyet sistemi kurulana, insanlara eski endişelerini ve nefretlerini unutturana dek askıya almalıyız. Mesleklerin bir millet içindeki akışkanlığı, seyahat hakkı, iş yapma imkânları, dünyada proleterler içi kavgayı önemli ölçüde geçersiz kılmıştır. Birbirinden nefret eden etnisiteler arasında devrim öncesinde yaşanan kavga, devrimin ilerlemesiyle azalacaktır.

Liberalizm ve Troçkizm, üçüncü dünyaya mensup İslam ülkelerindeki aydınlara da cazip gelmektedir. Bu sebeple CIA’in malı olan liberallerden ayrıştırılmaları pek mümkün olmayan kimi Maoistlere rastlanmaktadır. Bu sorunlar, aydınlarla sömürülenler arasında doğru ilişki kurulamamasından kaynaklanmaktadır. İkisi arasında belirli bir fay hattı mevcuttur.

Oysa doğru fay hattını tanımlamak mümkündür. Lenin’in işçi sınıfı içerisinde belirlediği uluslararası ayrışma kültürel bir biçim kazanmıştır, zira bu ayrışmaya aydınlar imkân sağlamışlardır. Gerçeği pasif ve yansıtmacı bir şekilde ele almak bilim kisvesine büründürülmüş, Marx düşünsel materyalizme mahkûm edilmiştir. Bunun en iyi örneği, Troçkizmdir.

Bu düşünsel materyalistler, Stalin’i ve Mao’yu takip ettiklerini söyleyenlere hâkim olmaya başlamıştır. Sonuçta beden, yani sömürülen, silâhlı mücadelenin İslamî biçimlerini benimsemiştir. Bugün sömürülenler, gerçek Marksizm-Leninizm-Maoizmi bilmemekte, hatta ona düşmanca yaklaşmaktadırlar. Bilhassa Ortadoğu’da beden, batıda kendisine komünist hareket diyenlerdeki Troçkist kafadan daha fazla bilimsel bilgiye sahiptir. Taliban, Spartakist Birliği’ne kıyasla daha bilimseldir. Biz Batıdakiler, düşlerimizi suyun yüzünde tutan, kendi içinde tutarlı ideolojilerle arzı endam etmekte mahiriz ama Taliban kadar gerçeğe bağlı kalma ve bir şeyler yapma hususunda pek becerikli değiliz. Bu üzücü durum, Lenin’in bahsini ettiği uluslararası işçi sınıfı içerisindeki ayrışmanın ve eşitsiz gelişmenin ürünüdür.

George Bush, Irak’ı Müslüman devrimciler için uygun bir savaş alanı hâline getirmiştir. Böylelikle Iraklı isyancılar, bugün Kore, Vietnam ve Çin’deki yaşlı gaziler hariç, kendisine “Maoist” diyen herkese kıyasla emperyalizmle mücadeleyi daha fazla tecrübe etmektedirler. Bu gerçeği “terörizm” diyerek kenara atmak mümkün değildir. Maoist askerî öğreti açısından hem Afganistan hem de Irak’ta mesele, “terörizm”in ötesine geçmiştir. Mao’nun ifadesine atıfla, ancak baş düşmanlar bu meseleyi bu şekilde ele alabilirler. Bunların amacı da zaten mazlumların Mao silâhını bilimsel askerî deneyimleri dâhilinde kuşanmalarına mani olmaktır. Mao, “terörizm” edebiyatı etrafında dönüp duran Batılı eleştirmenlerin değil, mazlum Müslüman halkların malıdır. Biz, Müslümanlara Mao’nun zalimlerin değil, kendilerinin malı olduğunu söylüyoruz. 11 Eylül sonrasında çıkan bir haberde El-Kaide’nin 180 savaşçısı olduğu iddia edilmiştir.[9] 2007’de ise ABD ordusunun Irak’ta bir ay içinde 1.500 El-Kaide savaşçısı öldürdüğünü söylediğini işittik.[10]

Bu yazıyı yazan, ne İncil’i ne de Kur’an’ı anlamaktadır. Anlamak için çalışmak gerekmektedir. Gene de bizler “Maoist” olduğunu iddia edenlere, uluslararası işçi sınıfı içerisinde meydana gelen ayrışmanın gerçek formunu kabul etmelerini ve kendilerinin, ayrıca örgütlerinin cahil bir akımın, işçi aristokrasisi akımının birer temsilcisi olduğunu görmelerini söylüyoruz. Gerçek proletarya ile Batılı işçi aristokrasisi arasında yaşanan ayrışmanın yol açtığı mutlak kaos, kafa ile beden arasında yanlış bir ilişkinin kurulmasına sebep olmuştur. Bunun sonucunda zengin ülkelerde aydınlar fildişi kulelerine çekilmiş, yanlışlıkla “proletarya” olarak tanımlanan küçük burjuvazi ile etkileşime girmeyi tercih etmişlerdir. Bu nedenle Batılı aydınlar, Taliban’ın ikna ettiği insanlara kıyasla, gerçeği kavrama konusunda çifte engele sahiptir; ilki fildişi kulesi, diğeri de “dış dünya”daki işçi aristokrasisidir.

Lenin’in bahsini ettiği uluslararası işçi sınıfı içi ayrışma, Batı’daki öncülük edecek sömürülen kitlelerden mahrum küçük örgütlerle Trotsky ya da Brejnev geleneğine mensup Batılı diğer küçük örgütler, ayrıca onlarla müttefik olan Üçüncü Dünya partileri arasında cereyan etmemektedir. Bu, bir beyaz yalandır. Söz konusu ayrışma, kendisini daha çok “neden El-Kaide, Hamas ve Hizbullah ortaya çıkıp Maoist partilerin yerini alıyor?” sorusunda ifade etmektedir. Bugün kendisine “Maoist” diyen örgütlerin ekseriyetinin bu gerçeği gördüklerinde politik durumun nasıl böylesi bir sonuç verdiğini anlamaları da kolay olacaktır.

“Marksizm”, mazlumların ve sömürülenlerin zihinlerinde sömürü ve liberalizm için kullanılan başka bir sözcük hâline gelmektedir. İşçi aristokrasisinin yaydığı pis koku, kesif bir hâl almıştır.

Şu sözler Usame Bin Ladin’e aittir:

“Amerikalılar, hükümetlerinin politikalarına karşı çıkma becerisine ve tercihine sahiptirler, oysa anketler, bu halkın hükümetin politikalarına destek verdiğini ortaya koymaktadır. […] İşte tam da bu sebeple Amerikan halkı masum değildir. O, işlenen tüm bu suçların aktif bir parçasıdır.”[11]

Eylül 2007’de yayınladığı bir videoda Ladin, İslam’ın iki kaidesinden bahsetmiştir. En önemlisi, tevhittir. Onun tespitiyle, Yahudilik ve Hristiyanlık İslam’a içerilmiş, tektanrılı dinlerdir. Bu ikisinin Tanrı’sı aynıdır. Ladin, sonrasında zekâttan, gelirinin en az yüzde 2,5’ini bağışlamaktan, ayrıca tefecilikten bahsetmiştir.

İslam’da zekâta dair yorumlar net değildir. İpotek ve diğer tefecilik biçimleri de söz konusudur. Genelde zekât, gelirin kırkta birini teşkil eder. Andrew Rippin’e göre kimi radikal İslamcılar, bu konuda sadece tevhit ilkesi üzerinde durmaktadırlar.[12]

Radikal İslam’ın tevhide odaklanması, her şeyi kuşatan, her şeye kadir bir Tanrı algısına sahip olma konusunda akli melekelerin gelişimini ifade eder. Buna soyutlama gücü ve evrensellik denebilir. Kavram, Hinduizmin ve Budizmin çoktanrıcılığına, tektanrıcılık öncesi dinlerin anlayışına karşıdır. Kimileri, Hinduizmin liberalizmi daha kolay destekleyeceğini, zira onun çok sayıda tanrının düzenli bir biçimde rol oynadığı, hoşgörülü bir din olduğunu söylemektedir. Burada günümüzde Hindistan’da tanık olduğumuz üzere, dinî pratiklerin harmanlanması üzerinde durulmaktadır. Kıyaslandığında, İslam daha basittir. Bu dinin kökünde rahiplik yoktur. Sultan Galiyef de bir Müslüman olarak faaliyet yürütürken bu hususlar üzerinde durmuştur.

Allah’a alan açtıkları için, Sultan Galiyefçilerin diğer komünistlere nazaran yanılgıya daha fazla meyyal olabilecekleri iddia edilmektedir. Oysa bu tespit, pratikte gözlemlenen bir gerçekliğe dayanıyor olmalıdır.

Esasında Batılı aydınlar ve sözde komünistler arasında gözlemlenen şey, bir tür dinî olmayan idealizmdir. Pratikte diyalektik materyalizmin seküler veya dindar insanlarda daha iyi sonuç verdiğine dair elde bir kanıt bulunmamaktadır. Bu noktada komünist hareketin Sultan Galiyefçi kanadının fiiliyatta ateist kanattan daha az idealist olup olmadığının anlaşılması gerekir. Sultan Galiyefçiliğin idealist hatalara daha az meyyal olmasının sebebi, onun kavga ateşine daha açık kitleler arasında pratik imkânı bulabilmesidir. Bu kitleler, teori-pratik arasında daha iyi ve daha sağlıklı bir ilişki kurabilmekte, eylemi daha sağlam bir zemin üzerinden icra edebilmektedirler. Bu, belki de coğrafî bir şanstır.

O altı şarta iman etmeleri, savunma cihadı, imana tanıklık ve tektanrıcılıkla Müslümanlar, belki de muhtelif Troçkist, neo-Troçkist ve kripto-Troçkist akımlardan daha devrimci bir potansiyele sahiptirler. Uluslararası düzlemde yoldaşlarımız, bu soruna bu açıdan yaklaşmalıdırlar.

Marksist felsefî açıdan belki de her yoldaşımızda idealizm mevcuttur ve bu idealizm hatalara yol açmaktadır. Ancak bizim bir yandan da bir miktar idealizme izin vermemenin maliyetine bakmamız gerekmektedir. Arap coğrafyasında Stalin’in anladığı şekliyle millet meselesini Kur’an’sız ele almamızın bir yolu yoktur. Burada dil, tarihsel düzlemde farklı bir yere sahip olmuştur. Arap yarımadasında petrolden önce en önde gelen iş hac ile bağlantılı işlerdir. Ayrıca Mao’nun diyalektik anlayışını devreye sokmak mümkündür. Gelgelelim bu da epey zaman alacak bir iştir. Zira Müslümanlar, Selahaddin efsanesinden beri, dış koşullarla ve toplumsal devrimle ilgili bir fikre zaten sahiptirler. Görünüşe göre en uygun yaklaşım, Mao’yu Müslümanların zaten kendi kültürlerinden bildikleri şeyleri pekiştirmek ve savunma cihadını evrensel bir düzeye taşımak için devreye sokmak olacaktır.

Mesele, “somut olmayan bir Marksizmin olmamasıdır.” Mao’yu katı bir biçimde Mao’nun kitaplarından öğretmek bir şeydir, idraki güvence altına almaksa başka bir şeydir. Çin’de Kültür Devrimi üzerinden eğitilmiş insanlar arasında bile Das Kapital’in idrak edilmesi su götürür bir meseledir. Asıl üzerinde durulması gereken, hâlihazırda insanlar arasında hangi kavramların mevcut olduğu, idrak noktasında hangi referans noktalarının belirlendiğidir.

Sebebi ne olursa olsun Mao, Peking Review’i Arapça dilinde yayınlamamıştır. Eğer Mao’nun bu yayını gerçekleştirmeme konusunda bir sebebi varsa, bizim de Sultan Galiyefçiliği desteklememizin de geçerli kimi sebepleri mevcuttur.

Elbette Hristiyan ve Yahudi Arapların da olduğu su götürmez bir gerçeklik. Ama gene de belirtmek gerekir ki en geniş kitleye ulaşma meselesi, gerçekte bir dil meselesidir. Bugün emperyalist bir ülkeden gelen Rus yerleşimciler ve Çinliler, Amerikan uşakları gibi görünmektedirler. Bu nedenle evrensel ilkelere dair tartışma noktalarının aktarılması ırkçı veya şovenist şüphesi ile karşılanmaktadır. İslam, ırkçılığa ve şovenizme asla izin vermez. Bugün tartışmamız gereken ana mesele, Batı, İsrail, Rusya veya Çin değil, Sultan Galiyef ve Usame Bin Ladin’dir.

Batılı profesörlerin Marksizmi, politik doğruculuğa dayalı bir orta sınıf entegrasyonculuk programından başka bir şey değildir. Bu programın öncüsü olan söz konusu profesörler, ortalama bir Taliban üyesine kıyasla, daha ütopiktirler.

Batılı aydının vizyonunu karartan bir dogma da sahte feminist beyaz milliyetçiliğidir. Sahte feminizmden bir dirençle karşılaşılmadığı için beyaz üstünlükçü örtüyü yırtıp atma ihtiyacı da duyulmamaktadır. Batıda işçi aristokrasisini gerçek manada sarsmaya başlanıldığında kadın profesör hemen şunu düşünecektir: “Ah sıra bana geliyor, ne yapacağım? İşçi aristokrasisini kabul edip cinsiyet aristokrasisini ret mi edeceğim? Yoksa her ikisini birden mi reddedeceğim? Ya da Ipod’uma mı kulak vereceğim?”

Temel çelişki, bugün küresel manada mazlum milletlerle emperyalizm arasındadır. 8 Mart 2006’daki yürüyüş konusunda birileri çıkıp temel çelişki temel çelişkidir demektedir. Ama bu kesim, zalim kadınlarla ilgili fantezilerden de vazgeçmeyi telkin etmektedir.

İranlı kadınların zalim kadınlar gibi olmaları gerektiği üzerinde durulmazsa bu sözde komünistler, bindikleri tekneden inmekte ve o dillerine sakız ettikleri temel çelişkiyi hemen fırlatıp atmaktadırlar. Dolayısıyla sahte feminizm, temel çelişkiyi terk etmenin bir bahanesidir ve “temel çelişki”nin tanımına karşıdır. Birçok kez karşımıza işçi aristokrasisi çıkmakta, bu kesim hep en ön safta durmaktadır. Bu cepheyi yarıp geçtiğimizde, bu sefer de karşımıza beyaz milliyetçiliğin cinsiyet aristokrasisi hattı çıkmaktadır. Bu hatta ise beyaz kadınlar, İranlı Amerikalılar ve onlara hayran olanlar çıkmakta, bu kesim cinsiyetle ilgili imtiyazları liberal formlar dâhilinde talep etmektedirler. Zira zalimler, her daim liberalizmi tercih ederler. Liberalizmin meselesi ise bireyleri ayırmasıdır.

Liberal sahte feminizmin benimsediği beyaz milliyetçilik formunun işçi aristokrasisini eleştirmesinde bir sorun yoktur; sorun, kadınlara karşı mücadeleye asla izin verilmemesidir. Kadınlar küçük burjuvalaştırılmakta, sırf kadın oldukları için her iki yönden her şeye sahip olmak istemektedirler. Beyaz milliyetçiliğin savunma hattı tam da burasıdır. Bu, küçük burjuvazinin sarsak, sallantılı hâliyle alakalı bir meseledir.

“Orospu” ve” fahişe” gibi kelimelerden ürkenler saflardan uzaklaştırılmalıdır.[13] Oysa böylesi bir mücadele ortaya konduğunda sizi kovacak olanlar, ütopik profesörler olacaktır. Üzerine beyaz bir çarşaf geçirmek, beyaz milliyetçiliğin tuhaf hâliyle alakalıdır. Birkaç nesildir bu milliyetçilik, hâkim tür olmamıştır. Biz, hem mücadeleyi hem de feminizmi öne alan bir felsefeye sahibiz. Yani kadınlar mücadele edebilirler ama aynı zamanda düşman da olabilirler. Emperyalist ülkelerdeki kadınlar genel manada düşmandırlar.

Batılı emperyalist ülkelerdeki beyaz milliyetçiliğin bulaştığı tek bir isyan bile yoktur. Hadi diyelim ki sarhoşlara veya bir çetedeki lümpenlere has bir ayaklanma oldu, buna ilkin beyaz milliyetçilerin saldıracağına hiç şüphe yoktur. Onların gerçek gündemi ise sadece politik doğruculuktur. Tek stratejileri, mazlumlarla sömürülenleri emperyalistlerle bütünleştirmektir. Mazlumla zalimi birleştirmenin bir yolu da mazlumun zulmü unutmasını sağlamaktır.

Batıda sözde bilim insanları, kimin sömürülüp kimin sömürülmediğini tanımlama becerisinden uzaklaştıkça, proletaryanın bilime meyyal üyeleri İslam’ı benimsemektedirler. Bu, çelişkili bir ifadeymiş gibi gelebilir ama değildir. Söz konusu gelişme, daha dolambaçsız yollardan konuşabileceğimiz bu dünyanın insanı mesut etmeyen, tuhaf bir hakikatidir. Batı burjuvazisi, Batılı aydınları ve yozlaşmış Marksizmi tepeden tırnağa satın almıştır. Ne var ki bu, Karl Marx’ın hak ettiği bir kader değildir.

Emek-değer teorisi ile diyalektik materyalizm yerine konulabilecek bir şey yoktur ama bunları bildiğini iddia eden Batılı insanlardan bir şeyler öğrenilmesi de mümkün değildir. Bu, gerçekliğe dair belirli bir anlayışı bulunan insanların İslam’ı benimsediği, birçok ütopik insanınsa Marksizmle ilgilendiği koşullarda, kaçınılmaz bir sonuçtur.

Buraya kadar uluslararası komünist hareket içerisindeki ayrışmayı tam olarak tanımladığımız söylenemez. Yaptığımız tespitler dâhilinde, sadece fay hattının nereden geçtiğine dair bilimsel, ekonomik bir tartışmayı kışkırtmayı tercih ettik. Sosyolojik ve politik hakikati dillendirme konusunda çekinceli hareket ettiğimiz tabii ki söylenebilir. Bu çekince, önceden görmeyip şimdi gördükleri fırsatlarla karşılaştıklarında oportünistlerin, İslam’ın diliyle kâfirlerin bayrağımız altına toplanmaları ihtimali ile alakalıdır. Kelle saymayı öne alan bir yaklaşımı siyasete dayatmak pragmatist oportünizmdir, nicel büyüklüklere tapmaktır.

Bizler süslü sözlere meftun değiliz. Kruşçef, “toprağın tuzu” olduğunu, köylülükten geldiğini iddia eden biridir, lâkin o, şaklabandan başka bir şey değildir. Kruşçef’in Mao veya Zhou Enlai’ye karşı gelme nedeninin yetiştirilme tarzı olduğunu söylemesiyse tam bir şaka malzemesidir.

Dolayısıyla bu noktada belirtmek gerekir ki bizim meselemiz, sömürülenlere ait bir kimlik siyaseti üretmek değildir. Biz Müslüman isyancıların, aralarında kendilerine “Marksistim” diyenlerin de bulundukları Batılı aydınlara kıyasla daha az ütopik oldukları gerçeği üzerinde duruyoruz. Bunun ana nedeni, eşitsiz gelişimin uluslararası planda işçi sınıfı içerisinde bir ayrışmaya sebebiyet vermesidir. Daha fazla boş zamana sahip olanlar, orantısız bir biçimde, Batı’da bulunmaktadırlar. Batı’da bu insanlar, işbölümü dâhilinde, fikir işleri kısmında ve cinsiyet aristokrasisinde iş bulmaktadırlar. En entelektüel unsurları ile birlikte sömürülenlerse, İslam dünyasındadırlar. Bu da Marksistler olarak bizim sırtımıza diyalektik bir yol dâhilinde daha güç bir işi yüklemektedir. Komünist hareketin şifa bulması için gerekli ilk adım, gözle görünmeyen bu hizipleşmeyi tanımak, onun varlığını kabul etmektir.

Maoist Enternasyonalist Hareket
23 Ekim 2007
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Prison Censorship.

[2] Philly.com.

[3] Michael Scheuer, Imperial Hubris: Why the West is Losing the War on Terror (Washington, DC: Potomac Books, 2005) s. 39.

[4] Michael Scheuer, Through Our Enemies' Eyes: Osama bin Laden, Radical Islam and the Future of America (Washington, DC: Potomac Books, 2006), s. xxi.

[5] “Hâlâ askerî kayıplara karşı nefretle yaklaşıyoruz. Bu sebeple El-Kaide ve Taliban’a askerî teknolojimizin ve hava gücümüzün yaptığı tesire gereğinden fazla kıymet veriyoruz. Gücümüzü gösterdik, ama bu gücü tam manasıyla tatbik edemedik. […] Basit bir ifadeyle, yeterince Taliban ve El-Kaide savaşçısı öldüremedik.” [Scheuer Scheuer-2006 içinde, s. 278.]

[6] Asia Times.

[7] Thomas W. Lippman, Understanding Islam: An Introduction to the Muslim World (NY: Penguin, 1990), s. 59.

[8] Scheuer, 2005, s. 132, 151.

[9] Scheuer, 2005, s. 67.

[10] Nation.

[11] Scheuer, 2005, s. 157.

[12] Andrew Rippin, Muslims: Their Religious Beliefs and Practices, Cilt. 2: “The Contemporary Period” (NY: Routledge, 1993), s. 135.

[13] Prisoncensorship.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder