Pages

01 Ocak 2016

Hiç Olmayan Devrim

Lahor’daki Komünist Parti bürosunun arka kapısı –Foto: Malik Osman

Direnişin kanunu doğaya ait tuhaf bir olgudur. Sert toprağın ağırlığına rağmen serpilen bir fidan, düşmanlarla dolu bir yerde yetişen bir hayvan, ensesinde ölümün soğukluğunu hissetmesine karşın yaşama iradesi. Belki de seksenler Pakistan’ında baskıcı General Ziya-ül Hak rejimi esnasında birçoklarımızın taşıdığı romantizmi ve iyimserliği izah eden bu.

Beş yaşında iken Ravalpindi’den Karaçi’ye gelmişiz. Babam Aslam Azhar Pakistan’da PTV’yi [Pakistan Televizyonu] kurmuş, Z. A. Butto bağımsız fikirlere sahip olduğunu düşündüğü babamı Devlet Sinema Kurumu’nun başına getirmiş. Ziya-ül Hak iktidara geldiğinde tüm ilerici isimleri devlet kurumlarından atmış. Babam da bunlardan biri. Birkaç yıl sonra Ravalpindi Merkezî Cezaevi’nde Butto asıldığında evimizdeki o tören havasını capcanlı anımsıyorum.

Babam Mansur Said ile Karaçi’de tanıştı. Said onu Pakistan’da giderek büyüyen sol harekete aktif olarak katılmaya ikna etti. Tüm ailemiz solun bir parçası hâline geldi. Mansur ve babam Karaçi’de Dastak tiyatro grubunu kurdu. Grup zorba rejim karşısında tiyatro aracılığıyla politik bilinci artırmaya çalışan Lahor’daki Ajoka ile birlikte ülkedeki nadir topluluklardan biriydi. Burada Mansur’un yetenekli kızı Sanya Said ilk oyunculuk tecrübesini edinip ileride bugün Pakistan televizyonunda çıkan ünlü aktrislerden biri oldu.

Aslam Azhar ve Mansur Said, iki dost ve Karaçi’deki politik tiyatronun iki önemli üyesi

O günlerde evimizin kapısı hep açıktı. Giren çıkanın haddi hesabı yoktu. Bir odada hep prova yapılır, diğerinde öğrenciler veya sendikacılar toplantı yaparlardı. O dönemde çokça genç katıldı tiyatro grubumuza. Dastak birçok önemli işin altına imza attı ve hepsini de gönüllülük esasına göre yaptı. İnsanlar kendilerini davaya adamışlardı ve politik çalışma üzerinden para kazanmak gibi bir dertleri yoktu.

Bu dönemde en unutulmaz oyun Bertolt Brecht’in “Galileo’nun Hayatı” idi. Oyunu Urducaya Mansur Said kazandırmıştı. Bu üç saatlik oyuna yönelik bağlılığı ve enerjiyi anımsadıkça hâlâ şaşırırım. Oynayanların çok az hatta hiç tecrübesi yoktu oysa. Hepsi de gönüllü çıkmıştı sahneye. Tek tecrübeli olan ailemdi, babam herkesi muhteşem bir biçimde yönetmeyi bilmişti. “Galileo’nun Hayatı” ya da Urducadaki hâliyle Galileo ki Destan, on altıncı yüzyılda yaşamış devrimci İtalyan bilim insanı Galileo hakkındaydı. O dünyanın güneşin etrafında döndüğünü ispatlamıştı. Fikirleri müesses nizamın ve Katolik Kilisesi’nin öfkesine ve baskısına maruz kalmıştı. Onlar insanların kâinatın düzenini sorgulamaya başladıklarında sıranın toplumsal düzene geleceğinden, bu konuda onları kimsenin durduramayacağından korkuyorlardı. Tek korkuları insanların devletin neden Kilise’nin, fakirlerin neden zenginlerin etrafında döndüğünü sorgulamaları idi.
Galileo ki Destan: Nesrin Azhar, Aslam Azhar ve Mansur Said Karaçi’deki Rio Salonu’nda sahnede.

‘Galileo’ Pakistan’daki gidişata dair en ideal analojiydi. Bu ülkede baskıcı devlet rejimine tüm ileri fikirlere aman vermeyen köktenci dinî ideoloji payanda oluyordu. Tek korkumuz sansür kurulunun oyunun büyük kısmını budaması idi. Ama şaşırtıcı biçimde içeriğe dokunmadılar, sadece içmekle ve şarap yapmakla ilgili birkaç dizeyi çıkarttılar. Zaman içinde hatalarını anladılar. Oyun Karaçi’deki politik ve toplumsal mahfillerde ufak dalgalara yol açtı.


Aslam Azhar ve Usame Azhar Karaçi’deki Rio Salonu’nda Galileo’nun elbise provası esnasında.

Oyun Karaçi’deki eski Rio Salonu’nda oynanacaktı. Biletler sadece kirayı ödeyecek şekilde, düşük tutuldu. Dastak Karaçi’nin belirli yerlerinde başka oyunlar da oynadı. Topluluğun en büyük yapımı gene Brecht’in Urducaya çevrilmiş bir oyunu idi. Jan Dark Davası bir işçi isyanına öncülük eden fabrika işçisi ile ilgiliydi. Dastak bu oyunu 1986’da 1 Mayıs’ın yüzüyüncü yıldönümü vesilesiyle Karaçi’de düzenlenen bir haftalık kutlamalar boyunca sergiledi. İşçi sendikaları ana yolu kapatıp oyunun oynandığı sahneye yürüdüler. Sahne yolun üzerine inşa edilmişti. Dört bin işçi sahnenin karşısına oturdu ve üç saatlik oyunu tam bir sessizlikle izledi. Oyunda dekor olarak arka planda fabrikalara ihtiyaç vardı. Bu nedenle babam soyut bir açık hava seti hazırladı. Sahnenin arkasından fabrikalar görünüyordu.

Bir hafta süren festivaller ve gösterilerin sonunda kitle meşaleli yürüyüş gerçekleştirdi. Binlerce sendikalı işçi, öğrenci ve eylemci barış içerisinde yürüdü. Gözlerine vuran meşalenin alevleriyle o insanlar tek bir şiddet eylemi gerçekleştirmeksizin Sedar Pazarı’nın içinden geçtiler.

Kısa süre önce 1 Mayıs 2010’da yapılan gösteriler. Pakistan’da soldan geri kalanlar.

1986’daki meşaleli yürüyüş esnasında ben 14’ündeydim. O gün sesimi başka şekilde kullanabileceğimi keşfettim. Yolun kenarına park etmiş bir kamyonun üzerine çıktım. Üzerine tüneyerek ışıklar içerisindeki insanlık denizinin o muhteşem görüntüsünü huşu içinde seyrettim.

Sonra cesaretimi toplayıp slogan atmaya başladım. “Mazdur İttihad” [İşçilerin Birliği]

Şaşkın hâlimle izlediğim binlerce insan ses verdi: “Zindebad!” [Yaşasın]

Belli bir duyguyla yüklü, sana beğeniyle bakan bir seyircinin karşısında, sahnede olma hissinin kıyaslanabilir bir yanı yok. Korku ve sesimin gücü vardı içimde. Binleri etkileyen o sesle ardı ardına sloganlar atmaya başladım.

Sonra kalabalığın içinden biri beni tanıyıp “Yoldaş, ‘Sesler’ grubu yürüyüş kolunun en önünde, bir kamyonun arkasında şarkılar söylüyorlar. Seni de çağırıyorlar!” diye bağırdı.

 

Sesler, seksenlerde Şehid Butto ve Bedil Mesrur tarafından kurulmuş bir müzik grubuydu. Genelde Şeyh Ayaz ve Faiz Ahmed Faiz’in şiirlerinden bestelenmiş şarkıları söylüyorlardı. Kamyondan aşağı indim, insanları ite kaka öne doğru ilerlemeye çalıştım. Dalgalanan meşale ışıklarının arasından o kamyonu gördüm. Üzerinde hoparlörler vardı. Arkasına çıktım ve gruba katıldım, hem de çığlık çığlığa.

Seksenlerde General Ziya-ül Hak Reagan’ın emperyalist politikalarından yanaydı. Suudiler dinî köktenciliğe para akıtıyordu. Pakistan Komünist Partisi ise tüm bunlara karşıydı. Hepimiz devrim ateşinin birer pervane böceğiydik. Devrimin eli kulağında olduğuna kaniydik. Hareketin merkezinde yeraltındaki tümüyle gizli Pakistan Komünist Partisi vardı. Parti bir dizi cepheye ve bağlı yapıya sahipti. Halkın Demokratik Çelik İşçileri Sendikası ve Demiryolu İşçileri Sendikası, Demokratik Öğrenciler Federasyonu ve Ulusal Öğrenciler Federasyonu, İlerici Yazarlar Hareketi bu yapılardan bazılarıydı. Aydınlar için Sindhi Edebi Sangat [Sih Dili Edebiyat Derneği] sayılabilirdi. Kadınlar Encümen Cumhuriyet Pesend Havatin içinde örgütleniyordu. Partiye bağlı Mazdur Kissan Partisi ile Sindh Hari Komitesi köylerde faaldi. Çocukların bile örgütü vardı. Sindh’deki devlet okullarında Saathi Baar Sangat isminde bir yapı vardı. Davaya sempatiyle yaklaşan bir dizi küçük örgüt ve birey de mevcuttu.

Hepimizde Pakistan’ı değiştirecek büyük bir ailenin ferdi olma hissi hâkimdi. Birbirimizle telefonda konuşurken konuşmaya şaka yollu “yoldaş devrim geldi!” diye başlıyorduk.

Pakistan Komünist Partisi iki ülkenin ayrışması sonrası Hindistan Komünist Partisi’nin içinden çıkmıştı. Parti o dönemde ayrışma sebebiyle kırılganlık arz eden Pakistan’ın sosyalist devrime gebe olduğunu düşünüyordu. 1951’deki halk arasında Ravalpindi Komplo Vakası olarak bilinen başarısız darbe teşebbüsünün ardından yeraltına çekildi. Birçok lideri hapse atıldı ve yeraltında faaliyetlerine devam etti. Parti Doğu Pakistan Avami Birliği’ni destekledi ve hem General Eyüp Han hem de Z. A. Butto’nun gazabına uğradı. Belucistan’daki başarısız silâhlı ayaklanmayı destekledi. Militan sendikacılığı destekledi ve çoğunlukla Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin direktiflerini körü körüne takip etti.

Sonraki hükümetlerin baskı ve zulmüne karşın parti sık bir biçimde örülmüş, hücrelere bölünmüş bir yeraltı grubu ile ayakta kalmayı bildi. Her bir hücre beş ilâ on beş kişiden oluşuyordu. Bir üst hücreyle sadece bir kişinin teması vardı. Geri kalanlar kendi hücre üyelerinin isimlerini ve faaliyetlerini biliyorlardı. Bu sayede parti örgütünü gizli tutmayı başardı. Üyeleri alınıp işkenceden geçirilmesine rağmen çözülmedi. Bu örgütlenme yönteminin sonrasında sağcı dinî militan gruplarca benimsenmesi gerçekten tuhaf.

Ağustos 1988’de General Ziya-ül Hak üst düzey generallerle, Pakistan’daki ABD büyükelçisi ve ABD’nin Pakistan’daki askerî yardım misyonu başkanı ile birlikte bulunduğu uçağın Bahavalpur’da düşmesi sonucu öldürüldü. İki yıl sonra Boris Yeltsin Gorbaçev’i devirdi ve Rusya’nın fiilî kontrolü altındaki topraklarda egemenliğini ilân etti, böylelikle SSCB’nin çözülme süreci başlamış oldu.

Bu iki olay PKP’yi şaşkına çevirdi. Uzun yıllar sonra parti içerisinde önemli ideolojik farklılıklar başgösterdi. Parti liderleri gerçek manada iyi niyetli olmasına karşın ideolojiyi genç kadrolara aktaramamışlardı. Gençlerse yeraltında faal bir düşünce kuruluşu ve bir baskı grubu olmak yerine açık siyaset içerisinde fikirlerini yarıştırma konusunda sabırsızlanıyorlardı.

Gençler tartışmayı tetiklemeyi bildiler ve açık bir dil tutturdular. Karşılarında da General Ziya gibi berbat bir düşman duruyordu. Sonra yüzlerini büyük ağabeye, Sovyetler Birliği’ne çevirdiler ama orada da karşılarına yozlaşmanın ve hayal kırıklığının o derin çukuru çıktı.

Kızıl devrim düşüyle yaşadığımız seksenlerin ortasında bu kaygılar da bir yandan varlığını sürdürüyordu. Genç eylemciler olarak bizler liderlerimizin kavranması mümkün olmayan her şey konusunda hata yapabileceklerini düşünüyorduk. O dönemde evimizi partinin birçok üyesi, hatta merkez komiteden isimler ziyaret ediyordu. İzin verdikleri takdirde yanlarına oturuyor, merakla gece yarılarına dek süren tartışmaları dinliyordum.

Bir gün babam üst kademeden bir yoldaşla, Ekber Sahab ile bizi tanıştırdığında ve bir süre bizimle kalacağını söylediğinde kendimi epey imtiyazlı hissettim. Odamı onunla paylaşacaktım. Eğer bir soran olursa “akrabamız” diyecektik. Tahminimce Ekber Sahab partinin yeraltında faal olan ekibi içerisinde üst kademeden bir isimdi. Birkaç gün sonra yeni oda arkadaşımın partinin efsanevi genel sekreteri, ellilerden beri yeraltında olan yoldaş İmam Ali Naziş olduğunu öğrendiğimde yaşadığım kıvancı anlatamam!

Yoldaş İmam Ali Naziş güzel, yaşlı bir adamdı. Sürekli hastaydı. Kaçak yaşadığı o zor hayatı onu bu hâle getirmişti. Tanıdığım en ümit dolu, en iyimser ve en “canlı” insanlardan biriydi. Tüm hayatını davaya feda etmişti, fikirlerine olan imanı dışında dünyada hiçbir şeyi yoktu. Şairdi, yüreğiyle devrimciydi, mütevazıydı. Naziş Emruvi müstear ismiyle şiirler yazan yoldaş birkaç ay bizimle kaldı. Bu zeki ve direngen ihtiyar o parlak gözleri, genç ruhu, (geceleri beni ayağa diken) bitmek bilmez öksürüğüyle ailemizden bile yakın biri oldu. Pakistan sol hareketinin en büyük trajedilerinden biri İmam Ali Naziş’in olağanüstü hayatının kitaba dökülmemiş olması ve bugün güçbelâ hatırlanması.

General Ziya’nın ölümünden sonra yapılan 1988 seçimlerinde parti gizlendiği yerden çıkmaya, hatta Tarpakar’da bir koltuk için aday çıkartmaya karar verdi. Bu aday yoldaş Cem Saki’den başkası değildi. Saki birkaç yıl hapis yattıktan sonra dışarı çıkmıştı. Demokratik Öğrenciler Federasyonu’nun Karaçili üyeleri olarak bizler de seçim kampanyasına katıldık. Ama Cema Saki Tarpakar’daki feodal rakibi Erbab Rahim karşısında hiçbir şans bulamadı.

Yoldaş Cem Saki.

Bu dönem boyunca PKP içerisindeki ideolojik farklılıklar belirginleşti. Bir süre parti çoğunluk-azınlık diye ikiye bölündü. Esasında partinin değil ama merkez komitenin çoğunluğunu teşkil eden Çoğunluk baskı grubu olarak hareket etmek isteyen eski isimlerden bir ekip kurdu. Bunlar SBKP içerisinde Yeltsin ile birlikte başlayan değişimlere şüpheyle yaklaşıyorlardı. Azınlık grubu ise genç kadroları temsil ediyordu. Gençler eski sosyalist eylemcilik tarzından ziyade sosyal demokrasiye ve hâkim siyasî yönelime geçmek derdindeydiler.

Sonuçta parti değişen politik senaryoya birleşik bir ideolojik cevap üretemedi ve nihayetinde Benazir Butto’nun başında bulunduğu yeni demokratik Pakistan’da hiçbir hükmü bulunmayan bir dizi küçük partiye bölündü. Binlerce inanmış üyesi fırtınaya kapılmış yapraklar gibi etrafa saçıldı. Bazıları STK’lara girdi, bazıları gazeteci veya öğretmen oldu, birçoğu hayal kırıklığı ve girdikleri bunalım ile bireysel kazanç ve kâr dünyasına adım attı. Ama bugün bile bazen bir araya geldiklerinde başlarını sallayarak veya gözlerinde çakan o ışıkla bir zamanlar tüm zorluklara karşı dövüşmüş oldukları ve devrimin rüyasını görme cüretini gösterdikleri o günleri bir sır gibi birbirleriyle paylaşıyorlar.

Arieb Azhar
26 Eylül 2013
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder