Direnişin kanunu doğaya ait tuhaf bir olgudur. Sert
toprağın ağırlığına rağmen serpilen bir fidan, düşmanlarla dolu bir yerde
yetişen bir hayvan, ensesinde ölümün soğukluğunu hissetmesine karşın yaşama
iradesi. Belki de seksenler Pakistan’ında baskıcı General Ziya-ül Hak rejimi
esnasında birçoklarımızın taşıdığı romantizmi ve iyimserliği izah eden bu.
Beş yaşında iken Ravalpindi’den Karaçi’ye gelmişiz.
Babam Aslam Azhar Pakistan’da PTV’yi [Pakistan Televizyonu] kurmuş, Z. A. Butto
bağımsız fikirlere sahip olduğunu düşündüğü babamı Devlet Sinema Kurumu’nun
başına getirmiş. Ziya-ül Hak iktidara geldiğinde tüm ilerici isimleri devlet
kurumlarından atmış. Babam da bunlardan biri. Birkaç yıl sonra Ravalpindi
Merkezî Cezaevi’nde Butto asıldığında evimizdeki o tören havasını capcanlı
anımsıyorum.
Babam Mansur Said ile Karaçi’de tanıştı. Said onu
Pakistan’da giderek büyüyen sol harekete aktif olarak katılmaya ikna etti. Tüm
ailemiz solun bir parçası hâline geldi. Mansur ve babam Karaçi’de Dastak
tiyatro grubunu kurdu. Grup zorba rejim karşısında tiyatro aracılığıyla politik
bilinci artırmaya çalışan Lahor’daki Ajoka ile birlikte ülkedeki nadir
topluluklardan biriydi. Burada Mansur’un yetenekli kızı Sanya Said ilk
oyunculuk tecrübesini edinip ileride bugün Pakistan televizyonunda çıkan ünlü
aktrislerden biri oldu.
O günlerde evimizin kapısı hep açıktı. Giren çıkanın
haddi hesabı yoktu. Bir odada hep prova yapılır, diğerinde öğrenciler veya
sendikacılar toplantı yaparlardı. O dönemde çokça genç katıldı tiyatro
grubumuza. Dastak birçok önemli işin altına imza attı ve hepsini de gönüllülük
esasına göre yaptı. İnsanlar kendilerini davaya adamışlardı ve politik çalışma
üzerinden para kazanmak gibi bir dertleri yoktu.
‘Galileo’
Pakistan’daki gidişata dair en ideal analojiydi. Bu ülkede baskıcı devlet
rejimine tüm ileri fikirlere aman vermeyen köktenci dinî ideoloji payanda
oluyordu. Tek korkumuz sansür kurulunun oyunun büyük kısmını budaması idi. Ama
şaşırtıcı biçimde içeriğe dokunmadılar, sadece içmekle ve şarap yapmakla ilgili
birkaç dizeyi çıkarttılar. Zaman içinde hatalarını anladılar. Oyun Karaçi’deki
politik ve toplumsal mahfillerde ufak dalgalara yol açtı.
Oyun Karaçi’deki eski Rio Salonu’nda oynanacaktı.
Biletler sadece kirayı ödeyecek şekilde, düşük tutuldu. Dastak Karaçi’nin
belirli yerlerinde başka oyunlar da oynadı. Topluluğun en büyük yapımı gene
Brecht’in Urducaya çevrilmiş bir oyunu idi. Jan Dark Davası bir işçi
isyanına öncülük eden fabrika işçisi ile ilgiliydi. Dastak bu oyunu 1986’da 1
Mayıs’ın yüzüyüncü yıldönümü vesilesiyle Karaçi’de düzenlenen bir haftalık
kutlamalar boyunca sergiledi. İşçi sendikaları ana yolu kapatıp oyunun
oynandığı sahneye yürüdüler. Sahne yolun üzerine inşa edilmişti. Dört bin işçi
sahnenin karşısına oturdu ve üç saatlik oyunu tam bir sessizlikle izledi.
Oyunda dekor olarak arka planda fabrikalara ihtiyaç vardı. Bu nedenle babam
soyut bir açık hava seti hazırladı. Sahnenin arkasından fabrikalar görünüyordu.
Bir hafta süren festivaller ve gösterilerin sonunda
kitle meşaleli yürüyüş gerçekleştirdi. Binlerce sendikalı işçi, öğrenci ve
eylemci barış içerisinde yürüdü. Gözlerine vuran meşalenin alevleriyle o
insanlar tek bir şiddet eylemi gerçekleştirmeksizin Sedar Pazarı’nın içinden
geçtiler.
1986’daki meşaleli yürüyüş esnasında ben 14’ündeydim.
O gün sesimi başka şekilde kullanabileceğimi keşfettim. Yolun kenarına park
etmiş bir kamyonun üzerine çıktım. Üzerine tüneyerek ışıklar içerisindeki
insanlık denizinin o muhteşem görüntüsünü huşu içinde seyrettim.
Sonra cesaretimi toplayıp slogan atmaya başladım. “Mazdur
İttihad” [İşçilerin Birliği]
Şaşkın hâlimle izlediğim binlerce insan ses verdi: “Zindebad!”
[Yaşasın]
Belli bir duyguyla yüklü, sana beğeniyle bakan bir
seyircinin karşısında, sahnede olma hissinin kıyaslanabilir bir yanı yok. Korku
ve sesimin gücü vardı içimde. Binleri etkileyen o sesle ardı ardına sloganlar
atmaya başladım.
Sonra kalabalığın içinden biri beni tanıyıp “Yoldaş,
‘Sesler’ grubu yürüyüş kolunun en önünde, bir kamyonun arkasında şarkılar
söylüyorlar. Seni de çağırıyorlar!” diye bağırdı.
Sesler, seksenlerde Şehid Butto ve Bedil Mesrur
tarafından kurulmuş bir müzik grubuydu. Genelde Şeyh Ayaz ve Faiz Ahmed Faiz’in
şiirlerinden bestelenmiş şarkıları söylüyorlardı. Kamyondan aşağı indim,
insanları ite kaka öne doğru ilerlemeye çalıştım. Dalgalanan meşale ışıklarının
arasından o kamyonu gördüm. Üzerinde hoparlörler vardı. Arkasına çıktım ve
gruba katıldım, hem de çığlık çığlığa.
Seksenlerde General Ziya-ül Hak Reagan’ın emperyalist
politikalarından yanaydı. Suudiler dinî köktenciliğe para akıtıyordu. Pakistan
Komünist Partisi ise tüm bunlara karşıydı. Hepimiz devrim ateşinin birer
pervane böceğiydik. Devrimin eli kulağında olduğuna kaniydik. Hareketin
merkezinde yeraltındaki tümüyle gizli Pakistan Komünist Partisi vardı. Parti
bir dizi cepheye ve bağlı yapıya sahipti. Halkın Demokratik Çelik İşçileri
Sendikası ve Demiryolu İşçileri Sendikası, Demokratik Öğrenciler Federasyonu ve
Ulusal Öğrenciler Federasyonu, İlerici Yazarlar Hareketi bu yapılardan
bazılarıydı. Aydınlar için Sindhi Edebi Sangat [Sih Dili Edebiyat
Derneği] sayılabilirdi. Kadınlar Encümen Cumhuriyet Pesend Havatin içinde
örgütleniyordu. Partiye bağlı Mazdur Kissan Partisi ile Sindh Hari Komitesi
köylerde faaldi. Çocukların bile örgütü vardı. Sindh’deki devlet okullarında Saathi
Baar Sangat isminde bir yapı vardı. Davaya sempatiyle yaklaşan bir dizi
küçük örgüt ve birey de mevcuttu.
Hepimizde Pakistan’ı değiştirecek büyük bir ailenin
ferdi olma hissi hâkimdi. Birbirimizle telefonda konuşurken konuşmaya şaka
yollu “yoldaş devrim geldi!” diye başlıyorduk.
Pakistan Komünist Partisi iki ülkenin ayrışması
sonrası Hindistan Komünist Partisi’nin içinden çıkmıştı. Parti o dönemde
ayrışma sebebiyle kırılganlık arz eden Pakistan’ın sosyalist devrime gebe
olduğunu düşünüyordu. 1951’deki halk arasında Ravalpindi Komplo Vakası olarak
bilinen başarısız darbe teşebbüsünün ardından yeraltına çekildi. Birçok lideri
hapse atıldı ve yeraltında faaliyetlerine devam etti. Parti Doğu Pakistan Avami
Birliği’ni destekledi ve hem General Eyüp Han hem de Z. A. Butto’nun gazabına
uğradı. Belucistan’daki başarısız silâhlı ayaklanmayı destekledi. Militan
sendikacılığı destekledi ve çoğunlukla Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin
direktiflerini körü körüne takip etti.
Sonraki hükümetlerin baskı ve zulmüne karşın parti sık
bir biçimde örülmüş, hücrelere bölünmüş bir yeraltı grubu ile ayakta kalmayı
bildi. Her bir hücre beş ilâ on beş kişiden oluşuyordu. Bir üst hücreyle sadece
bir kişinin teması vardı. Geri kalanlar kendi hücre üyelerinin isimlerini ve
faaliyetlerini biliyorlardı. Bu sayede parti örgütünü gizli tutmayı başardı.
Üyeleri alınıp işkenceden geçirilmesine rağmen çözülmedi. Bu örgütlenme
yönteminin sonrasında sağcı dinî militan gruplarca benimsenmesi gerçekten tuhaf.
Ağustos 1988’de General Ziya-ül Hak üst düzey
generallerle, Pakistan’daki ABD büyükelçisi ve ABD’nin Pakistan’daki askerî
yardım misyonu başkanı ile birlikte bulunduğu uçağın Bahavalpur’da düşmesi
sonucu öldürüldü. İki yıl sonra Boris Yeltsin Gorbaçev’i devirdi ve Rusya’nın
fiilî kontrolü altındaki topraklarda egemenliğini ilân etti, böylelikle
SSCB’nin çözülme süreci başlamış oldu.
Bu iki olay PKP’yi şaşkına çevirdi. Uzun yıllar sonra
parti içerisinde önemli ideolojik farklılıklar başgösterdi. Parti liderleri
gerçek manada iyi niyetli olmasına karşın ideolojiyi genç kadrolara
aktaramamışlardı. Gençlerse yeraltında faal bir düşünce kuruluşu ve bir baskı
grubu olmak yerine açık siyaset içerisinde fikirlerini yarıştırma konusunda
sabırsızlanıyorlardı.
Gençler tartışmayı tetiklemeyi bildiler ve açık bir
dil tutturdular. Karşılarında da General Ziya gibi berbat bir düşman duruyordu.
Sonra yüzlerini büyük ağabeye, Sovyetler Birliği’ne çevirdiler ama orada da
karşılarına yozlaşmanın ve hayal kırıklığının o derin çukuru çıktı.
Kızıl devrim düşüyle yaşadığımız seksenlerin ortasında
bu kaygılar da bir yandan varlığını sürdürüyordu. Genç eylemciler olarak bizler
liderlerimizin kavranması mümkün olmayan her şey konusunda hata
yapabileceklerini düşünüyorduk. O dönemde evimizi partinin birçok üyesi, hatta
merkez komiteden isimler ziyaret ediyordu. İzin verdikleri takdirde yanlarına
oturuyor, merakla gece yarılarına dek süren tartışmaları dinliyordum.
Bir gün babam üst kademeden bir yoldaşla, Ekber Sahab
ile bizi tanıştırdığında ve bir süre bizimle kalacağını söylediğinde kendimi
epey imtiyazlı hissettim. Odamı onunla paylaşacaktım. Eğer bir soran olursa
“akrabamız” diyecektik. Tahminimce Ekber Sahab partinin yeraltında faal olan
ekibi içerisinde üst kademeden bir isimdi. Birkaç gün sonra yeni oda
arkadaşımın partinin efsanevi genel sekreteri, ellilerden beri yeraltında olan
yoldaş İmam Ali Naziş olduğunu öğrendiğimde yaşadığım kıvancı anlatamam!
Yoldaş İmam Ali Naziş güzel, yaşlı bir adamdı. Sürekli
hastaydı. Kaçak yaşadığı o zor hayatı onu bu hâle getirmişti. Tanıdığım en ümit
dolu, en iyimser ve en “canlı” insanlardan biriydi. Tüm hayatını davaya feda
etmişti, fikirlerine olan imanı dışında dünyada hiçbir şeyi yoktu. Şairdi,
yüreğiyle devrimciydi, mütevazıydı. Naziş Emruvi müstear ismiyle şiirler yazan
yoldaş birkaç ay bizimle kaldı. Bu zeki ve direngen ihtiyar o parlak gözleri,
genç ruhu, (geceleri beni ayağa diken) bitmek bilmez öksürüğüyle ailemizden
bile yakın biri oldu. Pakistan sol hareketinin en büyük trajedilerinden biri
İmam Ali Naziş’in olağanüstü hayatının kitaba dökülmemiş olması ve bugün
güçbelâ hatırlanması.
General Ziya’nın ölümünden sonra yapılan 1988
seçimlerinde parti gizlendiği yerden çıkmaya, hatta Tarpakar’da bir koltuk için
aday çıkartmaya karar verdi. Bu aday yoldaş Cem Saki’den başkası değildi. Saki
birkaç yıl hapis yattıktan sonra dışarı çıkmıştı. Demokratik Öğrenciler
Federasyonu’nun Karaçili üyeleri olarak bizler de seçim kampanyasına katıldık.
Ama Cema Saki Tarpakar’daki feodal rakibi Erbab Rahim karşısında hiçbir şans
bulamadı.
Bu dönem boyunca PKP içerisindeki ideolojik
farklılıklar belirginleşti. Bir süre parti çoğunluk-azınlık diye ikiye bölündü.
Esasında partinin değil ama merkez komitenin çoğunluğunu teşkil eden Çoğunluk
baskı grubu olarak hareket etmek isteyen eski isimlerden bir ekip kurdu. Bunlar
SBKP içerisinde Yeltsin ile birlikte başlayan değişimlere şüpheyle
yaklaşıyorlardı. Azınlık grubu ise genç kadroları temsil ediyordu. Gençler eski
sosyalist eylemcilik tarzından ziyade sosyal demokrasiye ve hâkim siyasî yönelime
geçmek derdindeydiler.
Sonuçta parti değişen politik senaryoya birleşik bir
ideolojik cevap üretemedi ve nihayetinde Benazir Butto’nun başında bulunduğu
yeni demokratik Pakistan’da hiçbir hükmü bulunmayan bir dizi küçük partiye
bölündü. Binlerce inanmış üyesi fırtınaya kapılmış yapraklar gibi etrafa
saçıldı. Bazıları STK’lara girdi, bazıları gazeteci veya öğretmen oldu, birçoğu
hayal kırıklığı ve girdikleri bunalım ile bireysel kazanç ve kâr dünyasına adım
attı. Ama bugün bile bazen bir araya geldiklerinde başlarını sallayarak veya
gözlerinde çakan o ışıkla bir zamanlar tüm zorluklara karşı dövüşmüş oldukları
ve devrimin rüyasını görme cüretini gösterdikleri o günleri bir sır gibi
birbirleriyle paylaşıyorlar.
Arieb Azhar
26 Eylül 2013
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder