Modern toplum üç günahtan nefret eder: tembellik,
hırsızlık ve itaatsizlik.
Zaman, tek bir saniyesi çöpe gitmeyecek şekilde taksim
edilir. Çalışmak denilen şey, resmî düzeyde tayin edilmiş saatlerin ötesine
taşar, akıllı telefonlarımız ve bilgisayarlarımızla devam eder.
Boş zaman bile çalışmanın parçasıdır. İnsanlar,
çalışmak ve rahatlamak için tonla para harcarlar. Bir bankacı iseniz çalmak
kabul edilir bir şeydir, ama eğer fakirseniz en büyük günahlardan birisidir.
Peki ya itaatsizlik? Galiba o günahlarının en
kötüsüdür.
Devletin yapıp ettikleri aleyhine konuşmak
affedilebilecek bir şey değildir, hatta bu ihanettir. İtaat etmeyen insanlar,
tembel ya da hırsız insanlar gibi değildirler. Sisteme rahatsızlık vermekle
kalmazlar, bir de ona sırt çevirirler. İtaatsiz, gerçek bir günahkârdır.
Tüm dünyada modern devletlerin, bir fikri olan,
toplumsal düzeni kabul etmeyen bir itaatsize kucak açmayacağı kesindir. Onca
karanlık hapishaneler diğer suçlular değil, onlar için inşa edilmektedir, zira
onlar, herkesi kendi görüşlerine kazanmaktan hoşlanan kimselerdir.
İtaatsizler, bir seçeneğe sahip olduklarına inanırlar,
eleştirilerini ve ütopyalarını dillendirirken asla kimseye boyun eğmezler.
Sessiz kalmayı yediremezler kendilerine. Zira sessizlik bir baskı biçimidir. Bu
sebeple onlar yerin dibine gömülürler ki ağızlarına mühür vurulsun.
Ortaçağ’a ait eski hükümler modern toplumlara sirayet
etmektedir. Krala hakaret yasaklanır, bu yasak, hukuk veya demokratik yoldan
seçilmiş bir lideri karalamama konusunda bir emir gibi işler.
Eleştiriye dönük ilk dönem modern toplumlardaki kaygı
biçimleri, ihanete yönelik kökleri derinlere uzanan bir suçlama biçimine
dönüşmüşlerdir. Eleştiri ile saldırı, muhalefetle ihanet arasındaki mesafeyi
tanımlamak artık güçlünün işidir. İşine geldiğinde bu mesafeyi kapatmak, hain
olmak şöyle dursun sadece eleştirilerini sunan insanları hapse atmak, güçlüye
mahsustur.
Korkunun içinde debelenip duran rejimler, sıklıkla her
türden muhalifi hain olarak damgalama konusunda en çok acele edenlerdir.
Kendilerini güvende hissetmemeleri bu rejimleri tartışmadan önce silâha
davranmaya iter. Bu rejimlerin liderleri kendilerinin şahsen tehdit
edildiklerini ya da şu veya bu kişinin sorun teşkil ettiğini söylemek için
çıkarlar sahneye.
II. Henry “bu işgüzar rahipten kim kurtaracak beni”
diye sordu. Dalkavukları Thomas Becket’yi öldürdüler. O bir göz etti,
dalkavuklar da hemen harekete geçtiler. Ölümle sonuçlanacak olay örgüsünü o
kurdu, sonra da ölüm gerçekleşti. Devlet terörünün zincirlerinden boşanması
terörizmle mücadele kisvesi ardında gerçekleşti.
Hindistan’da iktidarda bulunan parti de göz etti
birilerine. Her yanda mebzul miktarda mevcut olan destekçileri MM Kalburgi,
Govind Pansare ve Narendra Dabholkar gibi ilerici, komünist aydınları katletti.
Azınlıklara karşı uygulanan, dozu ince ince
hesaplanmış şiddet korkunun zembereğini boşalttı. Hapishane kapıları ardına
kadar açıldı. Tehditler savruldu dört bir yana. Artık korkutmak nizamın genel
adıydı. Dilekçelere imza atan akademisyenlere “fikirlerinizden vazgeçin”
denildi. Sanatçılar yıldırıldı. Toplumun ezilen kesimlerine mensup genç
öğrencilere yerlerinde kalmaları söylendi.
Rohit Vemula isimli bir öğrenci, politik
faaliyetlerinden ötürü okuldan atıldı. İntihar etti. Ardından şu notu bıraktı:
“Doğumum ölümcül bir kaza.”
Bu, bir intihar mıydı yoksa dolaylı yollardan işlenen
bir politik cinayet miydi? Hindistan sokaklarına bu ölüm karşısında öfkelenen
öğrenciler aktı. Fikirlerini terk etmeyeceklerini haykırdılar.
İktidardaki partinin başında, kalkınmadan ve
düzensizliğe karşı olduğundan bahsedip duran Narendra Modi isimli bir adam var.
Ağzını her açtığında sürekli elektrik santralleri, uzay istasyonları,
hidroelektrik barajları ve yüksek hızlı trenlerden bahsediyor.
Muhalifleri hiç sevmiyor. Muhalefet onun için lanetli
bir şey. O ağızların mühürlü kalmasından, trenlerinse vaktinde kalkmasından
hoşlanıyor. Tüm kampanya gruplarının kalkınmanın teşvik edilmesini
istemediklerini söylüyor. Greenpeace onu özel olarak kudurtuyor.
Çevrecilik, dış güçlerin bir komplosu. Kesinlikle
hoşgörülebilecek bir şey değil.
Bu konularda Hindistan yalnız değil. Türkiye de genel
nizama bağlanma konusunda Hindistan’la aynı yolun yolcusu. Kürdlere karşı
sürdürülen savaşın bitmesini talep eden, barış çağrısı yapan dilekçeyi
imzalamış akademisyenler terörist olmakla suçlanıyorlar bugünlerde.
İstanbul’dan Ankara’ya tüm şehir üniversiteleri hedef
alınıyor. Kocaeli Üniversitesi ve Abant İzzet Baysal Üniversitesi’ndeki
profesörler gözaltına alınıyorlar.
Kamuoyunda daha fazla bilinen okullarsa polisin o
ıslak parmaklarını hissetmiyorlar henüz. Onlar daha sinsi bir biçimde
eziliyorlar. Yüksek Öğretim Kurumu peşlerine düşüyor. Okul içi kanallar
üzerinden üniversite hocaları tek tek kovuluyorlar.
Aşırı sağın uzun zamandır hasretini çektiği aydın
temizliği yöntemi bu. Söz konusu temizliğin amacı, sürekli muhalefet eden ve
kitleleri aydınlatan aydınları işten atmak. Yeşil ışığı yakansa Batı. ABD,
gözaltıların endişe verici olduğunu söylüyor, hemen ardından da
“akademisyenlerin ifade ettikleri görüşlere katılmadığını” ifade ediyor.
Başka bir deyişle tüm bu gelişmeler, müzakerelerin
barış için iyi bir yol olmadığını kabul etmek anlamına geliyor. Savaş,
Washington için kuvvet ilâcı. Bu süreci kabul etmeyen, uzlaşmayan aydınlar da
gözaltına alınmak ama öte yandan da görmezden gelinmek zorunda.
Suudi Arabistan ve Tayland gibi diğer ülkeler bu
listeye dâhil değil. Onlar kendilerine has, daha derin meselelere sahip olan
krallıklar. Bu tür ülkelerde yalan da olsa demokrasiye geçileceğine dair tek
laf bile edilmiyor. Başlarında bir tane adam var. Neyin doğru neyin yanlış
olduğuna, güneşin mi dünyanın yoksa dünyanın mı güneşin etrafında döndüğüne
karar verme imtiyazı onlarda.
Onların aleyhinde konuşmak, yalan söylemek demek.
Muhalefet imkânsız. Ağızlarını açanlar dayağı yiyorlar. Raif Bedevi ile
Thanakorn Siripaiboon arasında hiçbir fark yok. Bunlar, konuşmanın mümkün
olmadığı bir sistem aleyhine ağzını açma cüretini göstermiş gençler.
Misal Siripaiboon, Tayland kralının köpeğiyle alay
etmiş. Bu, krala karşı işlenmiş suç kabul edilmiş. Ağza böylesi laflar almak
imkânsız.
İyi ama Hindistan ve Türkiye’de demokrasi var. Bir
demokraside muhalefet adaletin eşiğidir. Dilekçeler halka sunulmuş mektuplardır
ve kamusal alanda eksik olan bakış açılarını izah ederler.
Bir dilekçe kaleme almak demokratik bir eylemdir.
Terörizmin karşıtıdır. Dilekçe yazanları ihanetle suçlamak, demokrasiye açılan
kapıyı kapatmak demektir. Böylesi bir suçlamada bulunmak, sözle silâh, devlete
karşı silâhlananla devlete karşı ağzını açan arasında hiçbir farkın
bulunmadığını söylemektir.
Bu, muhalefeti susturmaktır. Gerisin geri krallar
çağına dönmektir.
Hindistan ve Türkiye demokrasinin kıyısında, sallanıp
duruyor. Seçim yapmak kâfi değil, daha fazlası lâzım. İfade özgürlüğü, konuşma
özgürlüğü, muhalefet özgürlüğü, tüm bunlar demokratik bir toplumun asgari
unsurlarıdır.
Eğer bir devlet muhalefetini ezer, savaşı halka karşı
onu korkutmak için bir silâh olarak kullanırsa, o vakit politik bir demokrasi
olarak varlığını gene sürdürür ama toplumsal açıdan asla demokratik olamaz.
Vicay Praşad
21 Ocak 2016
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder