Son iki hafta içerisinde David Bowie için yas tutan,
nispeten daha saygılı makalelerden birinde John Harris, Bowie’nin hayatının
ipuçlarını belirli bir kuşak bağlamında arıyor.[1] Bowie’nin içine doğduğu
kuşak, bilhassa II. Dünya Savaşı esnasında veya sonrasında doğmuş, altmışlarda
reşit olmuş bir kuşak. Ama birçoklarının da işaret ettiği üzere, Bowie altmışlı
yıllara pek denk düşen bir isim değil, onun kariyeri esas olarak Teçırcılık
etrafında dönüp duran yeni bireyciliğin yükselişine karşılık geliyor. Daha net
bir ifadeyle o, ilgili dönemin sonrasında, Keynesçiliğin dağıldığı kesitte
varoluyor. Doların altına bağlı olmaktan çıkartıldığı 1971’de çıkardığı
dördüncü albümü Hunky Dory ile Margaret Thatcher’ın iktidara geldiği
1979 yılında çıkardığı Lodger albümü arası dönemde David Bowie en iyi
albümlerini yapıyor. Bu dönemde küresel kapitalizm de kendisini bilinçli bir
biçimde tatbik edilen politik kontrolün zincirlerinden kurtarıyor.
Ayrıca bu dönem, Thomas Piketty’nin de gösterdiği
üzere, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir ekonomik eşitlik dönemi. 1977 yılında
Britanya, en üst gelir grubu ile en alt gelir grubu arasındaki mesafenin en
kısa olduğu koşulları yaşıyor. Bu, aynı zamanda muhtemelen Bowie’nin de en
fazla yaratıcı olduğu yıl. O yılı Bowie Almanya’da geçiriyor. Piketty’nin
sunduğu tarihsel verilerin de gösterdiği üzere, 1947’de dünyaya gelen Bowie’nin
çocukluğu ve gençliği, olağandışı bir biçimde, gelir eşitsizliğine tanıklık ediyor.
Sigorta hizmetleri şirketi The Prudential’ın hesabına göre, 1948 yılı doğmak
için en talihsiz yıl. Otuz yıl refah devletinin desteğini görenler, bir otuz
yıl boyunca mal varlığı fiyatlarında artışa, bebek sayısındaki yükselişe, ev
sahipleri ve emekliler için hayırlı geçen bir döneme tanıklık ediyorlar.
Londra’daki kültürel sektörlerin bugün de ortaya
koyduğu biçimiyle, eşitsizliğin iyice derinleşmesi sanatçıların daha az risk
almasına neden oluyor. İnsanlar, ebeveynleri ile evlerinde daha fazla zaman
geçiriyorlar, hafta içinde para karşılığı daha fazla çalışıyorlar ve böylelikle
kiralarını ödeme imkânı bulabiliyorlar. Bu da yirmi yaşındaki bir gencin
kendisini ve sanatını yeniden keşfetmesi için gerekli zamanı ve imgelemi temin
ediyor. Şüphesiz bugün de Brixton’da doğan ve sanat okuluna giden gençler var,
ama bu, Brixton’da fayda sağlamak için kullanılmayan lüks mamullerin
maliyetlerini karşılamak için yeterince zengin insanın yaşaması sayesinde
mümkün olabiliyor. Bowie’nin kendisini keşfetmesine bu denli hasretle
bakmamızın sebebi bu. Böylesi bir kariyerin bir kez daha, en azından Londra’da
yaşanması ihtimalini hayal etmenin imkânsız olduğunu artık görüyoruz. Bowie, Teçırcıların
inandıkları ama bir biçimde onları köstekleyen neoliberalizmin birçok hedefinin
(özgüvenin, yeniliğin, esnekliğin vb.nin) eşitsizlik üzerinden daha fazla
“teşvik edilemeyeceğinin” bir kanıtı.
Bowie’nin postkeynesçi dönemin içinden neşet eden
bireyciliği ifade etme tarzlarını bir kenara bıraktığımızda karşımıza şu ilgi
çekici soru çıkıyor: Onun kuşağı, sonraki kuşaklara kıyasla böylesine yüksek
bir kendini keşfetme seviyesine nasıl ulaşabildi? Aile bağları veya emek
piyasasına bağımlılıktan insanları kurtaran eşitsizlikteki azalma önem arz
edebilir, ama bu olgu, sorunun cevabı için pek de yeterli değil. Artık kırklı
yıllarda doğmuş kahramanlarımızın artan bir ivme ile öldüğü bir döneme girdik.
Bu noktada bu varoluşsal başlangıç noktasını neyin özel kıldığını sormanın
vaktidir.
Sermayenin Tahribatı
İkinci Dünya Savaşı denilen kültürel, politik dönüm
noktası ve yeniden başlama arzusu konusunda çok şey söylenebilir. Piketty’nin
çalışmasında girizgâh için faydalı kimi unsurlar mevcuttur. Onun da ifade
ettiği üzere, savaş sonrası dönemde eşitsizliğin azalması, basit manada yüksek
vergilerin ve sosyal harcamaların bir sonucu değildir. Bu iki olgu,
eşitsizliğin azalması sürecine önemli katkılar yapmaktadır. Piketty’nin basit
tezi şudur: sermaye geliri gelirdeki artıştan daha fazla olma eğilimindedir. Bu
da ekonomideki özel sermaye miktarının artmasıyla eşitsizliğin de
yoğunlaşacağına işaret eder. Bu tezin tersi de geçerlidir: ekonomideki özel
sermaye miktarı küçülürse eşitsizlik de azalır.
Üretim ve çalışmadan kaynaklı gelir akışlarına
nispetle ekonomide özel sermayenin aşırı ölçülerde birikmesi, toplumsal ve
kişisel dönüşüm için gerekli beceriyi düşürür. Bu, kısmen “finansallaşma”
teorilerinin işaret ettiği gerçekliktir. Yatırımcının çıkarları, yenilik veya
verimlilik artırma becerilerine galebe çalar. Barınma, kullanım değerine sahip
bir şey değil de yatırımcının çıkarlarına hizmet eden bir varlık muamelesi
görür. Toplumsal açıdan kıymetli olan bir faaliyet (misal eğitim) ileride elde
edilecek kazancın bir kaynağı olarak yeniden tahayyül edilir, böylelikle o,
çıkar sağlanacak, istifade edilecek bir olgu olarak görülür. Bowie’nin de
doksanların sonunda yaptığı budur.
Piketty’nin üzerinde durduğu bir husus da özel sermaye
artışının “geçmiş geleceği yutar” sözüne atıfla, nasıl gerçekleştiğidir.
Geçmişteki eşitsizlikler bugündeki eşitsizlikleri dayatırlar ve modernleşme
kapasitesinin altını oyarlar. Dolayısıyla tahrip edici sermaye, şu veya bu
şekilde modernleştirici bir eylemdir. Schumpeter’in ünlü ifadesi “yaratıcı
tahribat” dâhilinde somutlandığı biçimiyle, Avusturyalı ekonomistlerdeki
merkezî görüş bu şekildedir.
Avusturyalı ekonomistlerin bakış açısına göre
kapitalizmin en temel avantajı, onun kendisine ait tahrip etme eğilimlerini ve
insanların tahrip etme arzularını içselleştirebilmesidir. Bu, piyasa
fiyatlarındaki küçük “düzeltmeler” değil, potansiyel manada yıkıcı olan
başkaldırılar üzerinden gerçekleşir. Örneğin bugün Amerikan uluslararası
taşımacılık ağı şirketi Uber kimi geleneksel sistemlere başvurmaktadır. Aynı
şekilde II. Dünya Savaşı gibi sermayenin kapsamlı bir tahribatın altına imza
attığı bir moment, keşif için eşi benzeri görülmemiş bir fırsat sunmaktadır.
Bu, “meritokratlar”ın düşlerini teyit eden, eşit şartlar oluşturma imkânına
işaret etmektedir.
Böylesine kolektif bir tahribatın ardı sıra yetişmede
psikolojik ve psikoanalitik açıdan imrenilecek bir yan vardır. Bu koşullarda
insan kendisini daha az suçlu hisseder. Nietzsche’nin hayal ettiği de tam
olarak böylesi bir gerçekliktir. Kindar Hristiyan ahlâkından kurtulmak için bu
şarttır (“üstinsan için gerekli yolu açmalısınız.”). Bu tahribat, yaratıcılık
için gerekli tüm fırsatları sunmaktadır. Zira kişinin ailesi zaten söz konusu
tahribatla ilgilenmektedir. John Lennon 1940’ta, Bob Dylan 1941’de, Lou Reed
ise 1942’de dünyaya gelmiştir. Bu tespit, gene de kapitalizme dair temel bir
yanlış anlamaya yol açar, yani burada kapitalizmin kendini özgürce ifade etmeyi
ve bireyselliği teşvik ettiğine dair yersiz bir kanaat dile getirilmektedir.
Oysa gerçekte bu tip şeyler için sahneyi teşkil eden, sermayenin yol açtığı
tahribattır.
Kapitalizm, kendi içerisinde melankoliye yönelik bir
eğilimi barındırır. Burada “melankoli” derken Freud’un tanımına
başvurulmaktadır. Freud’a göre melankoli, geçmişin yitip gittiğini kabul
edememektir. Piketty’nin de gösterdiği üzere, kapitalizm gelişme kaydettikçe
kişilerin keşfetmedikleri veya inşa etmedikleri, kullanım noktasında hiçbir
çıkara sahip olmadıkları, miras kalan varlıklarla geçinip gitmek giderek daha
akla yatkın bir hâl alır. Geçmişe borçlu olma hissi boğucu bir olgu hâline
gelebilir. Böylesi bir toplumda yaşayanlar için bugün geçmişe ait borçları
ödemeyi ihtiva eder ki bu da finansal melankoli dâhilinde keşfettiğimiz üzere,
bir başka melankolik koşuldur. Avusturyalı ekonomistlerin bakış açısına göre,
devletin finansal sistemi kurtarması geçmişin hatalarının ortadan kalkmasına ve
yeni bir gelecekle yüzleşilmesine izin vermeyi melankolik bir biçimde
reddetmenin temsilidir. Nispeten geçmişe sünger çekmenin tek etkili yolu,
feshetmek ve tahrip etmektir.
Ellilerin sonundan doksanların başına dek süren
coşkunluk dönemini Mark Fisher “halk modernizmi” olarak niteliyor. Bugün
anımsadığımız şey, bu dönemin öforik masumiyete ilişkin mirası aslında.
Kırklarda ve ellilerde doğanlar geçmişe hiçbir şey borçlu değiller, zira geçmiş
bulanık, düzlenmiş, silinmiş ve feshedilmiş. Piketty’nin yukarıda sunulan
grafiğindeki dip noktası, eğlenmek için biricik fırsatı ifade ediyor.
Alacaklılar veya hayır sahipleri ne düşünür diye korku duyulmadığı bir dönem
bu.
Bowie’yi bugün bizim için albenili kılan, onun her
türlü borçtan mahrum olması ve geçmişe ait vaatlere itibar etmek gibi o
kısıtlayıcı ve suçluluk hissi veren yükümlülükten münezzeh olması. Bugün
gündelik hayatın finansallaşması, bireylerin yaşamsal belirli yörüngeler
dâhilinde sabitlenmesini içeriyor. Ne yaparsak yapalım, geçmişin
alacaklılarınca hesap edildiği biçimiyle, istikrarlı, öngörülebilir bir geliri
garanti eden bir yola kendimizi sabitlemek zorundayız. Geçmiş geleceği yutuyor.
Dijital teknoloji ve sosyal medya buna katkı sunuyor, kimliklerimizin belirli
bir yerde sabitlenmesine yardım ediyor, onları kredi derecelendirme kurumları
nezdinde şeffaf hâle getiriyor. Bu anlamda artık klişeleşmiş şu “Bowie’yi
seviyorum” cümlesinin dillendirilmesinin sebebi, hepimizin bugün hakikatin
karşıtı olan kendini keşfetme meselesiyle meşgul olması: Onun arkasından yas
tutuyoruz çünkü gerçek manada tahrip edici bir finansal kriz veya başka bir
savaştan mahrum olduğumuz koşullarda Bowie’deki özgürlüğe sahip olma fikri
artık bir daha tahayyül bile edilemeyecek denli imkânsız bir hâl almış durumda.
Will Davies
19 Ocak 2016
Kaynak
Dipnot:
[1] John Harris, “In Mourning Bowie We Mourn the End of an Era When Art Could
Truly Subvert”, 12 Ocak 2016, Guardian.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder