Charlie Hebdo’ya yönelik saldırı ardından kimi
liberaller, katilin İslamî aşırıcılık olduğunu söyleyen muhafazakârların
korosuna katıldılar. Artık Batı’nın suçlu olduğuna dair iddialar ahlâkdışı
değilse bile, yanlış bulunuyor.
George Packer, “Bugün Paris’teki katiller, Fransa’nın
eski sömürgelerinden gelen iki Müslüman göçmen kuşağını asimile edememesinin
bir sonucu değil” diyor ve şu değerlendirmeyi yapıyor.
“Saldırıların
Fransa’nın Ortadoğu’da IŞİD’e karşı askerî faaliyetleriyle veya onun öncesinde
Amerika’nın Irak’ı işgal etmiş olmasıyla bir alakası yok. Bu saldırılar,
ekonomisi depresyonda olan, toplumsal açıdan atomize olmuş, ahlaken çökmüş
Batı’da, Newtown veya Oslo’nun Paris versiyonunda genel nihilist şiddet
dalgasının bir parçası değil. Saldırılar, sorumsuz karikatürcülerin dine
yönelik saygısızlıklarına dönük bir tepki olarak ‘anlaşılmalı’. [...] Bu
saldırılar, onlarca yıldır terör üzerinden iktidarı elde etmeye çalışan bir
ideolojinin indirdiği en son darbeler sadece.”[1]
Bu yaklaşım, 11 Eylül sonrası hâkim olan, Susan
Sontag’da da görülen görüşü anımsatıyor. Sontag, o günlerde “saldırı
‘medeniyet’e, ‘özgürlüğe’, ‘insanlığa’ veya ‘özgür dünya’ya yönelik
gerçekleştirilmiş ‘korkakça bir saldırı’ değil, kendisini dünyanın tek süper
gücü olarak gören ülkesine, Amerika’nın özel ittifakları ve eylemlerinin bir
sonucu olarak gerçekleştirilmiş bir saldırıdır” dediği için lanetlenmişti.
O günden beri anaakım medyada birçok yorumcu, “onlar
bizden nefret ediyor” ve “İslam’ı suçlayın” korosundan ayrılmış görünüyor.
İster saldırının ABD’de gerçekleşmemiş olması olsun, ister ergence bir
yaklaşımın ürünü olan “terörle mücadele” söyleminin tartışmalara gölge
düşürmesi, isterse nispeten daha fazla sayıda düşünceli yazarın öne çıkması
yüzünden olsun, hakikat illaki sızacak bir yol buluyor.
New Yorker’dan Teju
Cole şunları söylüyor:
“Bizim
tarafın şiddeti hiç dinmeden devam ediyor. Önümüzdeki ay içerisinde daha fazla
genç insan Pakistan’da ve başka yerlerde insansız hava aracı saldırılarında
öldürülecek. Geçmişteki saldırılara bakarak söylenebilir ki bu insanlar her
türlü kabahatten ari, birer masum olacak.”[2]
Bunu gene de bir ilerleme saymak gerek. Örneğin CNN,
Noam Chomsky ile bir mülâkat yayınladı. Chomsky orada Obama’nın insansız hava
araçlarıyla gerçekleştirdiği cinayetleri “modern zamanların en aşırı terörist
harekâtı” olarak niteledi.[3] Seamus Milne’in Guardian’da çıkan makalesi
ise başka bir örnek. Milne orada, Paris saldırısı türünden şiddet olaylarının
Batı’nın yürüttüğü savaşların bir uzantısı olduğunu söylüyor.[4]
Ama gene de bu örnekler, ABD ve müttefikleri için hâlâ
önemsiz. Bu güçler, “kanaat önderleri”nin İslam’ı suçlaması üzerinden şiddeti
üretme konusunda Batı’nın oynadığı rolü önemsiz hâle getiriyorlar. Hakikatse
şu: ABD’nin şiddet ekibi, ABD’nin düşmanlarının uyguladığı şiddetten daha büyük
bir şiddet uyguluyor. İlki ikincisini tetikliyor. Ama Batı hükümetleri ve
onlara bağımlı devletler sağcı cihad örgütlerini fiilen güçlendiriyorlar.
Batılı emperyalistler, “İslamî terörizm”i gizemli, bu
dine özgü bir virüs olarak resmediyorlar. Neokonlar ve liberal müttefikleri,
ırkçılık ve uzun süredir varolan zulmün sebep olduğu sorunlarla ilgili olarak
“siyah kültürü” suçluyorlar.[5] İslam’da “terörizm” üreten, ağza alınması
mümkün olmayan hiçbir şey bulunmuyor.
ABD, uzun zamandır Müslüman ilahiyatın belirli
yönlerini birer silâh olarak kullanmaya çalışıyor. Bu gayret, en geniş bağlam
dâhilinde ABD’yi önceleyen Avrupa sömürgeciliğini içeriyor. Amerika’nın ilgili
bağlam dâhilinde altına imza attığı savaşlar ve darbeler, sağa sola kaos ve
mezhepçilik tohumları ekiyor, ayrıca halkların bölgede kendi kaderlerini tayin
hakkını ortadan kaldırıyor.
Esasen Milne, aşina olduğumuz bir çıkış noktası
öneriyor: Batı, Ortadoğu’da insanlara muazzam bir şiddet uyguluyor. Ward
Churchill’in de tespit ettiği üzere, “bazı insanların geri püskürtülmesi
gerekiyor.”[6] Bu doğru. Zohar Çarnayef’ten Times Meydanı’na bomba
yerleştirdiği iddia edilen Faysal Şahzad’a dek, İslam adına Batı başkentlerine
saldırı gerçekleştirenlerin çoğu, kendilerini harekete geçirenin Batı’nın
uyguladığı şiddet olduğunu söylüyor. Açıklamaları sadece genel sağduyu değil,
Şikago Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü Robert Pape’in araştırması ile
de uyuşuyor. Pape, intihar eylemlerinin en önemli sebebi olarak dış güçlerin
gerçekleştirdikleri işgallere işaret ediyor.
Öte yandan Müslümanların çok küçük bir kısmı sağcı
cihad örgütlerine katılıyor. İslam’ın doğası gereği şiddete meyilli olduğuna
dair iddiasını desteklemek için Bill Maher, birçok Müslüman’ın kadın ve
geylerle ilgili gerici görüşlere sahip olduğunu söylüyor, ama bu sözlerin
konuyla hiçbir alakası bulunmuyor. Bu türden görüşlere sahip olmak, insanı asla
El-Kaide veya IŞİD üyesi yapmıyor.
The Missing Martyrs: Why There Are So Few Muslim
Terrorists [“Kayıp Şehitler: Neden
Çok Az Sayıda Müslüman Terörist Var?] isimli kitabında Charles Kurzman, cihad
çağrısına “yüzde 99”un olumlu cevap vermediğini söylüyor. Batı’nın sivilleri
katletmesine karşın Müslüman halkın ekseriyeti sivillere yönelik intikam saldırılarına
karşı çıkıyor, hatta taktiği onaylayanların çoğu, ağırlıklı olarak Müslümanları
öldüren bir harekete katılma konusunda isteksiz bir tutum sergiliyor.
Desteklemek şöyle dursun Müslümanlar, El-Kaide ve
IŞİD’i emperyalizme yönelik meşru bir direniş biçimi olarak görmüyorlar. Aksine
birçoğu, bu iki örgütü ABD-Suudi emperyalizminin bir ürünü olarak görüyor.
Çünkü öyleler.
Bu noktada liberallerin asli derdi-sıkıntısı olan
tarihe başvurmak gerekiyor. ABD, 1933’te Suudi Arabistan’la diplomatik
ilişkiler kurdu, ama II. Dünya Savaşı’na dek Ortadoğu’yla ciddi bir biçimde
ilgilenmedi. Savaşla birlikte ABD, bölgenin hâkimiyetini Britanya’nın elinden
aldı. ABD’nin Suudilerle ilişkisi, Washington, bölgedeki gücünü muhafaza etmeye
çalışması sonucu, derinleşti. Soğuk Savaş boyunca Amerikalılar, sağcı
militanları Ortadoğu’daki hegemonyasına yönelik iki ana tehdide karşı
kullandılar: Sovyetler Birliği ve Arap milliyetçiliği.
Robert Dreyfuss 2006 tarihli, o gözden kaçmış Devil’s
Game: How the United States Helped Unleash Fundamentalist Islam [“Şeytan’ın
Oyunu: ABD Köktenci İslam’ın Zincirlerini Nasıl Saldı?”] isimli kitabında bu
tarihi anlatıyor. Kitabın ana kusuru, neokonların kusuruyla aynı. Her ikisi de
“İslamcılık” denilen işe yaramaz terim üzerinden Hamas’tan İran’daki
devrimcilere, oradan El-Kaide’ye kadar Müslümanlara has tüm politik pratik
yaklaşımları aynı çuvalın içine koyuyor. (Amerika ve İsrail’in Hamas’ın
yükseliş sürecine karşı belirli bir serbestiyet tanımış olması önemliyse de bu
tespit, sonrasında ortaya çıkan El-Kaide ile ilgili olarak bize bir şey
söylemiyor.)
Gene de Dreyfuss, devlete ait kayıtlardan alınan
bilgiler üzerinden ikna edici bir çalışma ortaya koyuyor. Esasında şurası
neredeyse kesin: ABD sağcı cihad hareketi denilen ateşin kıvılcımının çakılması
noktasında kitabın ortaya koyduğu belgelerde belirtilenden daha fazla rol
oynuyor, zira yapılan anlaşmalar hâlen gizliliğini koruyor.
Ellilerde ABD’nin karşısına Cemal Abdünnasır diye bir
sorun çıkıyor. Bağımsızlık yanlısı tavrı asla kabul görmeyen Mısır’ın bu yeni
lideri tehdit olarak görülüyor. Öyle ki Dışişleri Bakanı John Foster Dulles,
Eisenhower’ın “Nasır sorunu ortadan kaldırılmalı” ifadesini bir tür suikast
talimatı olarak alıyor.
ABD, Nasır’ı zayıflatmak için Müslüman Kardeşler’in
desteğini kazanmaya çalışıyor, oysa Müslüman Kardeşler’in devlete karşı
terörizm ve şiddete dayalı belirli bir sicili mevcut. Amerika, aynı zamanda
dinsellikteki anti-komünist potansiyeli de görüyor. Örgütün baş teorisyeni
Seyyid Kutub, o günlerde “ya İslam’ın yolundan yürüyeceğiz ya da komünizmin
yolundan” diye yazıyor.
McCarthy döneminde ise Washington kendisini yeni
görüşlere açıyor.
1953’te gizli bir ABD bir hükümet programı üzerinden
Ortadoğu’daki önde gelen düşünürler ve aktivistler Princeton’a getiriliyor.
Bunlardan biri de İhvan’ın kurucusunun oğlu olan Said Ramazan. Ramazan, aynı
yıl Beyaz Saray’ı ziyaret ediyor ve muhtemelen CIA’ye çalışmaya başlıyor.
1954’te İhvan’ın Nasır’a yönelik suikast girişimi
başarısız oluyor. Nasır, saldırıdan kurtuluyor ve örgüte karşı saldırıya
geçerek binlerce üyesini tutukluyor. 1956’da Nasır’ın popülaritesi Süveyş
Kanalı’nın millileştirilmesi üzerinden artıyor. Bu girişim, Britanya ve
Fransa’nın kanalı işgal etmesine, İsrail’in de Sina Yarımadası’nı istila
etmesine sebep oluyor. Üç ülke de geri püskürtülüyor ve Nasır, bölgesel bir
kahraman hâline geliyor.
Eisenhower’ın 1957’de Kongre’de yaptığı konuşmasının
ana hedefi Nasır. Başkan, o konuşmada Sovyet nüfuzunu kırmak için Arap
hükümetlerine parasal yardım yapılacağını söylüyor. “Eisenhower Doktrini” Suudi
Arabistan’ı bölgede Amerikan parasından en fazla yararlanan ülkesi hâline
getiriyor. (Roosevelt, krallığın savunulmasının hayatî bir milli çıkar olduğunu
söylüyor. 2003’e dek Suudi Arabistan’ın bir ABD askerî üssüne ev sahipliği
etmesi sağlanıyor.)
Nasır, altmışlarda kalkınmacı programının verdiği
güçle daha da popüler bir hâle geliyor. Aynı zamanda İhvan’ı da ezmeyi
sürdürüyor. Nasır hükümeti, Seyyid Kutub’u hapse atıyor, ona işkence ediyor ve
nihayetinde Kutub’u asıyor. Şehid olarak kabul edilen Kutub’un yazıları,
şiddete dayalı bir devrim çağrısında bulunuyor. Bu yazılar sonrasında İslamî
militanlara ilham veriyor.
Yaygın bir yanlış algıya göre Arap hükümetleri
terörizmle başarıyla başa çıkmışlardır. Esasında hükümetler, terörizmi
ülkelerinden çıkartmış ve onu daha da derinleştirmişlerdir. Lawrence Wright’ın
aşağıdaki tezi abartılı olsa da kimi doğruları da içermektedir:
“Bir
düşünce hattına göre Amerika’da 11 Eylül’de yaşanan trajedinin kaynağı Mısır
hapishaneleridir. İnsan hakları savunucularına göre işkence ilkin Seyyid Kutub,
ardından Eymen Zevahiri gibi isimler nezdinde intikam konusunda bir isteğin
oluşmasına yol açmıştır.”[7]
Altmışlarda Arap milliyetçiliği kalkınma, servetin
yeniden dağıtılması, anti-emperyalizm ve siyonizm karşıtlığı konusunda önemli
adımlar atar, sadece Mısır değil Cezayir’den Filistin’e oradan da Irak’a dek
tüm bölgede ilgi görür. Buna cevap olarak ABD despotik dostuna çevirir yüzünü.
Dreyfuss’a göre,
“ABD
Suudilerle pürüzsüz bir ilişki kurar. Burada amaç, ülkenin dış politika silâhı
olan Vehhabi köktenciliğinden istifade etmektir. ABD, Suud Kralı ve (sonrasında
Kral Faysal olan) Prens Faysal’la güçlerini birleştirir, birlik Kuzey
Afrika’dan Afganistan’a ve Pakistan’a uzanan bir İslam bloğu kurmayı
hedeflemektedir.”
Bu hedefe ulaşmak amacıyla Suudi Arabistan, dünya
genelinde bir dizi kurum oluşturur. Bunlardan biri de Vehhabi Müslüman Dünya
Birliği’dir. Ülke, aynı zamanda binlerce cami ve medrese inşa eder.
Seksenlere gelindiğinde ise ABD, Suudilerle birlikte
Afgan Mücahidleri’ne para aktarır. Amerika’nın uydurduğu efsane göre, ABD’nin
sürece dâhil olmasının sebebi Sovyet işgalidir. Oysa Afgan İhvan’ını ve diğer
sağcı vekil güçleri yıllarca destekleyen ABD’dir. Carter’ın ulusal güvenlik
danışmanı Zbigniew Brzezinski’nin sonrasında kabul ettiği üzere Sovyet işgalini
tetikleyenler kendileridir.
1972 gibi erken bir tarihte CIA Afgan savaşçıları
fonlamaya başlar. Sürece ileride Mücahidlerin liderleri olacak olan Abdürresul
Sayyaf ve Gülbeddin Hikmetyar’ı da dâhil ederler. Bu isimler, hem Usame bin
Ladin’le hem de Pakistan Gizli Servisi (ISI) ile sıkı bir ilişki içerisine
girerler. 1996’da Ladin’in Afganistan’a iltica etmesini isteyen Sayyaf’tır.
Seksenlerde ABD ve Suudi yardımları, başını Hikmetyar’ın çektiği Mücahid
grubuna akar. Dreyfuss’un söylediği kadarıyla Hikmetyar, insanların derilerini
diri diri yüzme konusunda uzman olan, zorba bir liderdir.
1973’te Serdar Davud dostu olan kraldan iktidarı
aldıktan sonra ABD’nin bu türden gruplara yönelik desteği artar. Davud,
geleneğe aykırı biçimde kendisini şah değil, seküler demokratik cumhuriyetin
cumhurbaşkanı ilân eder. Tarafsız kalması ve hem Washington hem de Moskova’ya
mesafeli durması ABD’yi endişeye sevkeder. ABD, bu aşamada Pakistan Gizli
Servisi ile birlikte 1974’te başarısız bir darbe girişiminde bulunur. Mısır’da
olduğu üzere ABD, seküler, bağımsız bir hükümeti devirmek için sağcı militanlarla
iş tutar.
Davud’un bağımsız, az çok ilerici hükümeti ABD için
bir sorun iken, Sovyet dostu, komünist bir hükümetin 1978’de işbaşına gelişi
tümüyle lanetlenmesi gereken bir olaydır. CIA, hükümet güçleriyle bir araya
gelir ve bu güçlere para yardımı yapar. Ocak 1979’da en yakın müttefiki şahı
kaybedince Afganistan ABD için daha da önemli hâle gelir. Temmuz’da Başkan
Carter, Tufan Operasyonu adı verilen bir programla mücahidlere verilecek
yardımı resmiyete kavuşturur.
Sonbahar’da Başbakan Hafızullah Emin, Cumhurbaşkanı
Nur Muhammed Terakki’nin öldürülmesi emrini verdikten sonra Afganistan’ın yeni
lideri olur. Sovyetler Birliği, darbeyi tezgâhlayanın CIA olduğuna
inanmaktadır. Aralık ayında Sovyet birlikleri ülkeye girer, Emin’i öldürür ve
başa yeni bir lider getirir.
Eldeki detaylar hâlâ ihtilaflı olsa da, ABD ve
Suudilerin Pakistan Gizli Servisi üzerinden mücahidlere ve Arap militanlara
para akıttığı sonraki kirli süreç herkesin malumudur. Suudi Arabistan ABD’nin
kontrol ettiği bir İsviçre bankası hesabına birkaç yüz milyon dolar para
yatırır.
O dönemde Riyad valisi olan yeni Suudi kralı en yüksek
tutarda para toplayan isimdir.[9] Kral, “mücahidlere bir ay içerisinde 25
milyon dolar aktarır.” Pakistan’da CIA rehberliğinde hareket eden İngiliz
istihbaratı, Afganistan içerisinde savaşçıların eğitim sürecinin başına geçer.
ABD ordusu ise Mısır’da, bazı raporlara göre ABD’de Arap savaşçıları eğitir.
Pakistan’da CIA ve bin Ladin arasında kaç görüşme
gerçekleştiğini bilmek gizlilik sebebiyle mümkün değil, her iki taraf da bu
gerçeği gizlemeyi çıkarına uygun görmüş. Ama biz gene de biliyoruz ki bin
Ladin, uzun süre CIA’den destek almış olan Hikmetyar’la bir ittifak kurmuş.
Ladin, mücahidlere silâh ve para gönderme konusunda CIA’in kullandığı ana
kanal[10] olan Pakistan Gizli Servisi ile de çalışmış, teşkilât bin Ladin’in
cephe örgütü ve El-Kaide’nin öncüsü olan Mektebu’l Hidamati’l Mücahidin El
Arab’ı [“Arap Mücahidlerine Hizmet Bürosu”nu] da desteklemiş.
11 Eylül’den birkaç hafta sonra Suudi Prensi Bender
bin Sultan’ın ifade ettiği kadarıyla bin Ladin, seksenlerde “Amerikalı
dostlarımızı ateistlere, yani komünistlere karşı mücadelemizde yardım etmeleri
konusunda ikna edip bize katkı sunduğunuz için size teşekkür ederim” demiş.
ABD’nin El-Kaide’nin doğumuna katkı sunduğu açık. Bu,
Hillary Clinton’ın sözlerinde açıklık kazandığı biçimiyle, inkâr edilemeyecek
bir gerçeklik:
“Bugün
mücadele ettiğimiz insanları yirmi yıl önce destekledik, bu desteği Sovyetler
Birliği ile mücadeleye kilitlenmiş olmamız sebebiyle verdik. Sovyetler
Afganistan’ı işgal etti, biz de onların Orta Asya’nın kontrol etmesini
istemedik, işe koyulduk. Başkan Reagan başında Demokratların bulunduğu Kongre
ile birlikte hareket etti. Demokratlar o günlerde şunu söylüyorlardı: ‘Biliyor
musun? Çok harika bir fikir bu. Pakistan Gizli Servisi ve ordusu ile anlaşalım.
Bu mücahidleri saflarımıza katalım. Bunların bir kısmı Suudi Arabistan’dan,
diğer kısmı da Sovyetler Birliği’ni yenebilmek için İslam’ın Vehhabi yorumunu
ithal eden başka ülkelerden gelsin.’[...]”
Afganistan’daki savaş süresince Batı ve Suudi
Arabistan sadece El-Kaide’nin kurulmasına katkı yapmakla kalmaz, ayrıca Libya
İslam Savaşçıları Örgütü türünden grupların kuruluşuna da destek sunar. Doğu
Libya’da “Afgan Araplar”ca kurulan bu örgüt, 1995-96’da üç kez Kaddafi’yi
öldürmeye çalışır. Eski ajan David Shayler’a göre, “bu girişimlerden birinin
arkasında İngiliz istihbaratı vardır.” Bu iddiayı eski Fransız istihbaratı
ajanları da teyit etmekte, Kaddafi, 1998’de (Interpol’un onayladığı) bir yetki
belgesi verdikten sonra bin Ladin’in tutuklanmasına İngilizlerin mani
olmalarına neden olanın bu sır olduğunu söylemektedir.[11]
ABD, aynı zamanda Kaddafi’ye karşı bir dizi darbe
girişiminde bulunur. Reagan, 1986’da Libya liderini öldürmeye bile çalışır.[12]
Ancak 11 Eylül sonrası Kaddafi, “teröre karşı savaş”ta bir müttefik hâline
gelir ve ABD, ona düşmanlarını ezmesi konusunda yardım eder. CIA, Libya İslam
Savaşçıları Örgütü üyelerini Kaddafi’ye teslim eder. Bu üyeleri ilkin
işkenceden geçiren CIA’dir.[13]
Ancak zaman içerisinde, Şubat 2011’de ayaklanma
başlar. Batı, Kaddafi’yi gene düşman ilân eder. ABD, Libya İslam Hareketi
olarak dövüşen eski Libya İslam Savaşçıları Örgütü’nü de içeren muhalif güçlere
destek verir. Uzun yıllar sağcı bir mücahid savaşçı olarak hareket edenler, bir
savaşta CIA’den destek görmüş, onun işkencesine maruz kalmış, bir sonraki
savaşta tekrar onun desteğini almıştır. ABD’de Libya’daki muhalif güçlerin
aşırıcı unsurları da içerdiğini söyleyene pek rastlanmaz.[14] Basın genelde daha
cazip kabul edilen gruplara odaklanmaktadır.[15]
CIA’in rolünü tartışmak da pek yaygın bir durum
değildir. Bugün bile genelde ABD’nin savaştaki dahlinin sadece hava saldırıları
ile sınırlı olduğuna inanılmaktadır. Oysa ilk gösterilerden altı hafta sonra New
York Times’da çıkan habere göre, “Batılılara ait gölge gücün parçası olarak
Libya’da birkaç haftadan beri CIA ajanları çalışma yürütmektedirler. Obama
yönetimi, Albay Kaddafi’ye bağlı ordunun kan kaybetmesini ummaktadır.”[16]
CIA’in sürece dâhil olduğundan bahsetmek, ülke
içerisinde bir isyanın olduğu gerçeğini inkâr etmek anlamına gelmez. İki
gerçek, her zamanki gibi birlikte gelişme kaydetmiştir. Libya’da rejim
değiştikten sonra yaşanan kaos ve katliamda aşırıcı gruplar başrolü
oynamaktadırlar. Bunlar arasında doğudaki Derna kentinde bulunan, IŞİD’e bağlı
bir grup da vardır. Bu grup sayesinde örgüt, Irak’ta çok sayıda yabancı
savaşçıyı konumlandırabilmiştir.
El-Kaide’nin yükselişinde olduğu gibi IŞİD’in
yükselişinde de ABD emperyalizminin parmağı vardır. IŞİD’in ABD’nin Irak’a
karşı başlattığı savaşın ürünü olduğu açıktır.[17] Anaakım medyadaki analizler
bu temel gerçeğin üzerinden atlamaktadır. Irak hükümetinin Sünnileri
ezmeleri[18] IŞİD’i beslemiş, bu noktada eski Başbakan Nuri Maliki kolayca
günah keçisi ilân edilmiştir. Patrick Cockburn’ün ifadesiyle, “Irak’ı
istikrarsızlaştıran, sonrasında da IŞİD’in bölgesel bir güç hâline gelmesini
sağlayan, Suriye’deki savaştır.”[19]
ABD’nin Suriye’de 2011 gösterileri öncesi oynadığı rol
net değil. Seymour Hersh’ün 2007 tarihli haberi sayesinde Başkan Bush’un
Suriye’de Esad’ın, Lübnan’da da Hizbullah’ın altını oymak amacıyla mezhepçi
güçleri sahaya sürmesi konusunda Suudileri teşvik ettiğini biliyoruz.[20] Bu
sefer asıl hedef Sovyetler Birliği değil, İran. Ama bu sefer de Afganistan
taktik tahtası. Aşağı Manhattan’da sürece dâhil olan olaya rağmen Afganistan
hâlâ revaçta.
Bu çabanın bir parçası olarak ABD, Suriye İhvan’ı ile
bağlar kurdu.[21] Plana Suriye’de kullanılacak gizli kuvvetler eklendi. Bu
kuvvetlerin 2011 olaylarını nasıl etkilediğini, bunlara ne tür bir yetki
verildiğini, ayaklanmayı savaşa dönüştüren olaylar zincirini bilmiyoruz.
Terim ne kadar ihtilaflı olsa da Suriye devriminin
başına ne geldiği konusu hâlâ tartışmalı. Suriye hükümeti solcuları ezince ve
dış destekli aşırıcılar ülkeye doluşunca ilerici ayaklanmanın şüpheli bir hâl
aldığı açık.
Kendisini “ayaklanmanın güçlü ve kesintisiz
destekçisi” olarak tarif eden Gilbert Achcar, muhalefetin Müslüman Kardeşler’le
ittifak yaparak büyük bir hata yaptığını söylüyor.[22] Achcar’a göre “Müslüman
Kardeşler, Türkiye, Katar ve ABD’ye bağlı bir güç.” Bu ittifakı kurarak
muhalefet, “IŞİD’in kuruluşuna yol açan dinî aşırıcılığın yozlaştırıcı
diyalektiğine mahkûm hâle geldi.”
IŞİD sürecin demirbaşı hâline gelmesine karşın ABD,
Suriye hükümetine karşı ayaklanmayı destekledi. ABD politikası, en iyi hâliyle
bu gerçeği kötücül bir biçimde görmezden gelmek üzerine kurulu. Şurası kesin:
Amerikalı yetkililer, IŞİD’in yükselişinin farkındalardı. Onlar, örgütün
Irak’ta kökleşmesine ses etmediler (burası, ABD’nin terk etmek istediği,
cumhurbaşkanının artık desteklenmediği bir ülkeydi). Suriye’de ise örgüte onay
verdiler (burası da zarar vermek istedikleri, cumhurbaşkanının görevi bırakmasını,
en azından zayıflamasını arzuladıkları ülkeydi).
IŞİD’in bir numaralı düşman hâline gelmesiyle bu
süreci unutmak artık çok kolay. IŞİD, Amerikan çıkarlarını tehdit edecek duruma
gelince ABD’nin söylemsel ve gerçek silâhları Suriye hükümetine doğrultuldu.
ABD’li yetkililer, Suriye’ye dair konuşmalar yaptılar ama IŞİD’den tek kelime
bahsetmediler.[23]
Washington, aşırıcılara yönelik Suudi-Katar-Türkiye
desteğine örtük olarak arka çıktı.[24] İnternette yayınlanan belgelere göre,
Türk istihbaratı IŞİD daha El-Kaide’den ayrılmazdan önce bu örgüte silâh temin
etmişti.[25] Joe Biden’ın Ekim 2014’te ABD’nin müttefiklerini IŞİD ve
El-Kaide’ye verdikleri destekten ötürü azarlaması, birkaç ay süren sessizliğin
daha da belirgin hâle gelmesini sağlamıştı.
Esasında IŞİD’i güçlendiren, ABD’ydi. Hem Obama hem de
onun sağa yönelik yaptığı eleştirileri, hükümet karşıtı savaşçıların
desteklenmesi noktasında çok az şey yaptığına dair efsaneyi savuşturmayı
gündeme getirmeyi hayırlı bulmakta. Esasında ta 2012’de CIA muhalif güçleri
eğitmeye başlamıştı bile.[26] Onlara hem ABD’ye[27] hem de müttefiklerine[28]
ait silâhları verdi. Birçok silâh El-Kaide ve IŞİD’in eline geçti.
Cockburn, ABD destekli Özgür Suriye Ordusu’nun parçası
olan Yermük Tugayı ile ilgili şunları söylüyor:
“Birçok
videonun da gösterdiği üzere Yermük Tugayı, El-Kaide’nin resmî kolu olan Nusret
Cephesi ile birlikte savaştı. Savaş dâhilinde bu iki grup cephaneliklerini
paylaşmaktadır. Washington, en amansız düşmanına silâh aktarımına izin
vermektedir.”
ABD’yi beceriksizlikle suçlayanlar, esasında
Amerikalıların silâhların El-Kaide’ye ve IŞİD’e gittiğine dair bilgilerden
bihaber olduklarını söylemiş oluyorlar. Bu insanlar, düşmanları olarak
gördüklerini söyledikleri kesimleri silâhlandırmak istemiş olabilirler mi?
Sadece silâhlanmalarını kabul etmek durumunda mı kaldılar? İkisi arasında
herhangi bir fark var mı?
Kendi içinde tutarlı bir yapı arz eden Özgür Suriye
Ordusu içinde birçok sağcı unsur mevcut. Anaakım basın, sağcı mezhepçi
grupların muhalefet içerisinde baskın olduklarını artık kabul ediyor, oysa bu,
belirli bir süre geçerli olan bir durumdu. Savaşı inceleme noktasında aylarını
heba etmiş olan Nir Rosen daha da ileri gidiyor ve şunu söylüyor: “Ne ideolojik
ne de eylemleri açısından, sahada fiilî herhangi bir ılımlı isyancı grup
bulunmaktadır.” Esasında süreç içerisinde ÖSO üyesi birçok savaşçı, IŞİD’e ve El-Kaide’ye
katılmıştır.
ABD, artık vekil ordusu lehine ÖSO’dan arta kalanlarla
ilerleyeceğini iddia ediyor. ABD, savaşçıları eğitmek için Arap ülkeleriyle bir
araya geliyor. Suriye politikası, seksenlerde uyguladığı Afganistan
politikasına benziyor.
Amerikalı yetkililer, IŞİD’in bu gücün ana hedefi
olacağını söylüyorlar, oysa ortaklarının asıl hedefi rejim değişikliği.
Herhâlükarda sonuç açık: savaş sürecek, Suriye’nin parçalanma süreci devam
edecek. ABD, bugün Suriye devletinin toprak bütünlüğünü yok edecek fiilî bir
parçalanma sürecini destekliyormuş gibi görünüyor.
Yeni vekil gücünü cilâlamak için Obama, IŞİD’e karşı
savaşının finans alanında işkence uygulayanlara ve diğer savaş suçlularına
yönelik yasaktan muaf tutulması yönünde Kongre’ye baskı uygulayıp duruyor.
Vermont Senatörü Patrick Leahy’nin ismini alan, Dışişleri’nin ve Savunma
Bakanlığı’nın insan haklarını ihlal eden yabancı askerî birimlere yardım
etmesini yasaklayan Leahy Kanunu’na atıfta bulunmak cazip görünse de ABD ve
müttefikleri Suriye’ye bu türden güçleri gönderecekmiş gibi görünüyor.
Devlet görevlilerinin dediğine göre, “temiz”
savaşçılar bulmak zor iş. Buna şüphe yok. Ama hakikat şu ki seksenlerde
Afganistan’daki mücahidleri destekleyen öncülleri gibi bugünkü devlet
görevlileri de muhtemelen en acımasız katilleri sahaya sürmek istiyorlar.
Birkaç yıl içerisinde hükümetimiz, güçlerini IŞİD’le birleştirip Amerika’daki
sivilleri katlettiğinde biz de elimize bayrakları alıp yürüyüş yapar,
İslam’daki “hastalık”la ilgili olarak feryat figan eder ve bombalar atıldıkça
sevinç çığlıkları atarız.
David Mizner
30 Ocak 2015
Kaynak
Dipnotlar:
[1] George Packer, “The Blame for the Charlie Hebdo Murders”, 7 Ocak 2015, New Yorker.
[2] Teju Cole, “Unmournable Bodies”, 9 Ocak 2015, New Yorker.
[3] Noam Chomsky, “Paris Attacks Show Hypocrisy of
West’s Outrage”, 20 Ocak 2015, CNN.
[4] Seumas Milne, “Paris is a Warning”, 15 Ocak 2015, Guardian.
[5] Paul Heideman ve Jonah Birch, “The Poverty of
Culture”, 16 Eylül 2014, Jacobin.
[6] Ward Churchill, “Some People Push Back”, 3 Şubat
2005, Cryptome.
[7] Lawrence Wright, “The Man Behind Bin Laden”, 8
Eylül 2002, New Yorker.
[8] Jeffrey St. Clair ve Alexander Cockburn, “How
Jimmy Carter and I Started the Mujahideen”, 15 Ocak 1998, Counterpunch.
[9] Bruce Riedel, “The Next King of the Saudis”, 14
Nisan 2017, Daily Beast.
[10] Michael Moran, “Bin Laden Comes Home to Roost”,
24 Ağustos 1998, NBC.
[11] Martin Bright, “MI6 Halted Bid to Arrest Bin
Laden”, 10 Kasım 2002, Guardian.
[12] Seymour Hersh, “Target Kaddafi”, 22 Şubat 1987, NYT.
[13] “US: Torture and Rendition to Gaddafi’s Libya”, 5
Eylül 2012, HRW.
[14] Praveen Swami, “Libyan Rebel Commander”, 25 Mart
2011, Telegraph.
[15] Tom Malinowski, “Jefferson in Benghazi, 9 Haziran
2011, New Republic.
[16] Mark Mazetti ve Eric Schmitt, “CIA Agents in
Libya Aid Airstrikes and Meet Rebels”, 30 Mart 2011, NYT.
[17] Terrence McCoy, “How the Islamic State Evolved in
an American Prison, 4 Kasım 2014, Washington Post.
[18] “Iraq: Government Attacking Fallujah Hospital”,
27 Mayıs 2014, HRW.
[19] Patrick Cockburn, “Iraq Crisis”, 13 Temmuz 2014, Independent.
[20] Seymour Hersh, “Redirection” 25 Şubat 2007, New Yorker.
[21] Farah Stockman, Us Bıilding Ties with Syrian
Dissidents”, 26 Kasım 2006, NYT.
[22] Gilbert Achcar ve Dina Kabil, “We’re Facing an
Important Crossroad”, 26 Ocak 2015, Newpol.
[23] Max Fisher, Samantha Power’s Case for Striking
Syria”, 7 Eylül 2013, Washington Post.
[24] Josh Rogin, “America’s Allies Are Funding ISIS”,
14 Nisan 2017, Daily Beast.
[25] Fehim Taştekin, “Turkish Military Says MIT
Shipped Weapons to Al-Qaeda”, 16 Ocak 2015, US News.
[26] David S. Cloud ve Raja Abdurrahim, “US Has
Secretly Provided Arms Training to Syria Rebels Since 2012”, 21 Haziran 2013, LA Times.
[27] Ernesto Londono ve Greg Miller, “CIA Begins
Weapons Delivery to Syrian Rebels, 11 Eylül 2013, Washington Post.
[28] C. J. Chivers ve Eric Schmitt, “Arms Airlift to
Syria Rebels Expands”, 24 Mart 2013, NYT.
[29] Patrick Cockburn, “How to Ensure a Thriving
Caliphate”, 21 Ağustos 2014, Tom Dispatch.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder