Jean Bricmont Söyleşisi
Àngel Ferrero
27 Kasım 2015
Humanitarian Imperialism [“İnsanî Emperyalizm”] isimli kitabınızın İspanyolcada
yayınlanmasının üzerinden on yıl geçmiş. Bu kitabı size yazdıran nedir?
Kitap çalışması, 1999 Kosova Savaşı esnasında solun
gösterdiği tavra yönelik bir tepki olarak başladı. Bu savaş, insanî temeller
üzerinden kabul görüyordu. Kitap, ayrıca 2003’te Irak’ın işgal edilmesinden
önce barış hareketinin ortaya koyduğu nispeten zayıf muhalefete yönelik bir
tepkiydi. Örneğin 1991’de yaşanan Birinci Körfez Savaşı’nda yaptırımlar
politikası birçok “pasifist”çe kabul görüyordu, hatta savaştan sonra bile bu
destek sürdü ve savaşa uzanan süreçte yapılması öngörülen teftişlere arka
çıkıldı. Bu noktada kimse, tüm bu olup bitenlerin kamuoyunu savaşa hazırlamak
için ortaya konulan bir manevra olduğunun farkında değildi (İngiliz
başbakanlığı tutanakları gibi sonrasında sızan kimi bilgilerde bile bu manevra
tüm çıplaklığı ile ortadaydı.).
Bana kalırsa insanî müdahale ideolojisi, soldaki
uluslararası hukuka saygıya dair her türden anlayışı, ayrıca medyaya dönük
saygı ile ilgili her türden eleştirel yaklaşımı tümüyle ortadan kaldırmıştır.
Sizce son on yılda ne değişti?
Benim kitap yüzünden olmasa bile, çok şey değişti
elbette. Her şey gün gibi ortada artık: ilkin Irak’ta, ardından Libya’da,
şimdilerde Suriye ve Ukrayna’da yaşanan kaos mülteci krizine yol açtı ve Rusya
ile bir savaş durumu içine girildi, artık hiçbir şey “çocuk oyuncağı” değil.
İnsanî emperyalistler, bizi hâlâ daha fazla savaşa
zorlamaya çalışıyorlar ama bu tip politikalara karşı oluşan kamuoyunda somut
bir yarılma söz konusu. Bu yarılma, soldan çok sağ için daha önemli.
Aydınların Batı’nın müdahalelerini ve teşebbüslerini
meşrulaştırma konusunda oynadıkları rol yoğun bir eleştiriye tabi tutuluyor, bu
eleştiri okları aydınların (açık mektup veya bildiri imzalama gibi) sembolik
eylemlerine de yöneltiliyor. Neden?
“Aydınlar”la ilgili sorun, aslında onların iktidarı
eleştirirmiş gibi yapıp gerçekte onu meşrulaştırmalarıdır. Örneğin aydınlar,
Batılı hükümetlerin “değerlerimiz”i yeterince teşvik etmemelerinden
şikâyetçidirler. Bu değerlerin yıkıcılık ve müdahalelerle dayatılması elbette
“bizim taraf” veya “bizim hükümetler iyidir” diyen anlayışı da destekliyor.
Oysa kitapta da izah ettiğim üzere, bu, şüpheli bir anlayış.
Bu aydınları bazen birileri eleştiriyor, ama kim bu
birileri? En genel manada bu insanların sayısı bence çok az. Medyaya ve düşünce
alanına hâlâ hâkim olan bu aydınlar.
Kitabınızda ele aldığınız diğer bir husus da kamusal
söylemin yozlaşması. Sizce durum daha mı kötü? Sosyal medyanın tesirini nasıl
değerlendirirsiniz?
Kamusal söylem, en azından Fransa’da, daha kötüye
gidiyor. Bu, aralıksız süren sansürle ilişkili. Sansür, ya açılan davalar ya da
şeytanîleştirme kampanyaları üzerinden işliyor. Arada sırada politik açıdan
yanlışlarla dolu konuşmalar yapılıyor. Savaşlara dair gerekçeler ve
düşmanlarımızın suçlarına dair hâkim söylemler sorgulanmıyor.
Sosyal medya, “muhalifler”e kalan tek seçenek. Burada
da sadece en kaba fanteziler yer var.
Bazı yorumcular, Rusya’nın bugün Suriye’de IŞİD’e
karşı yürüttüğü hava saldırılarını ve Kırım’a yönelik müdahalesini
meşrulaştırmak için kendisine ait “insan hakları ideolojisi” versiyonunu
kullandığını söylüyor. Sizce bu adilane bir yaklaşım mı?
Rusya’nın müdahalelerini insanî temeller üzerinden
gerçekleştirdiğini iddia ettiğini sanmıyorum. Kırım meselesinde Rusya, temelde
Rus olan bir halkın kendi kaderini tayin hakkı üzerinden hareket etti, Ukrayna
meselesine ise 1954’te biraz da keyfî olarak eklemlendi (o tarihte bu çok
önemli değildi, zira Ukrayna, Sovyetler Birliği’nin bir parçasıydı). Üstelik
Rusya’nın Ukrayna konusunda Kiev’deki Rus karşıtı hükümetten korkması için
birçok makul sebep vardı.
Suriye konusunda ise Ruslar dış destekli
“teröristler”le mücadele etmek amacıyla Suriye hükümetinin yardım isteği
üzerine harekete geçtiler. Fransa’nın (aynı şekilde hükümetin isteği üzerine)
Mali’ye müdahale etmesinden daha az meşru bir yan göremiyorum burada. Rusların
müdahalesi, aynı zamanda ABD’nin IŞİD’e karşı harekete geçerek Irak’a müdahil
olmasından daha az meşru değil.
Elbette Rusların bu hamlelerini akıllıca bulmamak,
“pasifist” bir bakış açısı üzerinden tartışmalı görmek de mümkün. Ama esasında
asıl soru şu: BM Bildirgesi’nde temellendirilmiş uluslararası nizamı yerinden
söken ve tüm milletlerin eşit egemenliği öncülüne halel getiren kim? Cevap
açık: ABD ve “müttefikler”i (eskiden bunlara “uşaklar” denilirdi). Rusya,
sadece mevcut düzensizliğe tepki geliştiriyor ve bunu gayet hukukî yollardan
yapıyor.
Suriye’de biraz kalalım. Birçok Avrupalı siyasetçi
Avrupa Birliği’ne yönelik mülteci akınını durdurmak ve düzeni yeniden tesis
etmek amacıyla Suriye ve Libya’ya müdahale edilmesini istiyor. Bu krizle ve
AB’nin önerdiği çözümlerle ilgili olarak siz ne düşünüyorsunuz?
O siyasetçiler, kendi yarattıkları sorunu nasıl çözüme
kavuşturacaklarını bilmiyorlar. Suriye krizinin çözümü konusunda Esad’ın
iktidardan uzaklaştırılmasını talep edip (pratikte “bizim” seçtiklerimizi ifade
eden) sözde ılımlı isyancıları destekleyerek Suriye’de her türden muhtemel
çözüme mani oldular. Esasında politik bir çözüm diplomasiye dayanmalıdır,
böylesi bir çözüm sahadaki güçlerin gerçekçi bir değerlendirmesini önvarsayar.
Suriye örneğinde gerçekçilik, Esad’ın ordunun kontrolünü elinde tuttuğunu, İran
ve Rusya gibi dış müttefiklere sahip olduğunu kabul etmek anlamına geliyor. Bu
gerçeği görmezden gelmek, gerçeği inkâr etmek, diplomasiye bir şans vermeyi
reddetmek demek.
Bir de tüm bunların ardından mülteci krizi geldi:
muhtemelen beklenmeyen bu kriz, Avrupalı yurttaşların göçmenlere ve “Avrupa’nın
yeniden inşası”na dönük düşmanlıklarının arttığı bir dönemde yaşandı. Birçok
Avrupa hükümeti, “halk hareketi” dedikleri bir gerçekle yüzleştiler. Bu
hareketler, kendi ülkeleri için daha fazla egemenlik talep ettiler. Mülteci
akını, Avrupa hükümetleri açısından çok kötü bir dönemde gerçekleşti.
Bu sebeple, hükümetler imkânlar dâhilinde bu sorunu
çözüme kavuşturmaya çalışıyorlar: Macaristan gibi çevre ülkeler duvarlar örüyor
(bu hükümetler duvar örme gibi girişimlerini kamuoyu nezdinde kınıyorlar ama
kapalı kapılar ardında bu tip adımlardan memnunlar), sınır kontrollerini
arttırıyorlar ve mültecileri kendi ülkesinde tutması için Türkiye’ye para
veriyorlar.
Bir de sorunu “kaynağında” çözmek için Suriye’ye
müdahale edilmesini isteyenler var. Bugün bunlar ne yapabilirler ki?
İsyancılara daha fazla destek mi verecekler, uçuşa yasak bölge mi
oluşturacaklar yoksa Ruslarla doğrudan çatışma içine mi girecekler? Rusların
yaptığı gibi, gidip Suriye ordusuna isyancılara karşı verdiği mücadelede destek
mi sunacaklar? Ama tüm bu adımlar Esad karşıtı propaganda ve politikalarla
yüklü onca yılın terse çevrilmesini gerekli kılıyor.
Özetle, bu siyasetçiler kendi kazdıkları kuyuya
düştüler ki bu, hiç hoş bir durum değil.
Sizce Yeşiller ve yeni sol, insanî müdahalelerin
savunulması konusunda neden bu denli katı bir tutum içerisinde?
Nihayetinde “yeni sol”un sınıfsal analizinin yapılması
zorunlu. Eski sol, işçi sınıfına dayanıyordu ve liderleri çoğunlukla bu
sınıftan geliyordu, yeni sol ise tümüyle küçük burjuva aydınların hâkimiyeti
altında. Bu aydınlar, ne üretim araçlarının sahipliği anlamında “burjuva” ne de
bu araçların sahiplerince sömürülüyorlar.
Bu solcu aydınlar, nihayetinde kaba kuvvete dayanan
uluslararası ilişkiler ve ekonomik sisteme yönelik kibirli bir gerekçe olarak
iş gören bir ideoloji sunuyorlar. İnsan hakları ideolojisi, bu bakış açısına
göre mükemmel bir ideoloji. Yeterince “idealist” ve pratiğe sürekli dökülmesi
imkânsız bir ideoloji bu (zira eğer bir insan, “insan haklarını ihlal eden”
herkese karşı savaş açmak zorunda kalırsa kendisini de içerecek biçimde tüm
dünyaya savaş açmak durumunda). Söz konusu ideoloji, hükümetlere eleştirel
yaklaşma imkânı sunuyor (bunlar, hükümetlerin yeterli müdahaleyi
gerçekleştirmediklerini söylüyorlar). Ama dikkatleri dünyadaki gerçek güçler
ilişkisinden saptırıp gerçek iktidarı elinde bulunduranlara eylemleri konusunda
ahlâkî bir meşruiyet kazandırıyor. Böylelikle “yeni sol”a mensup küçük burjuva
aydınlar, hem iktidara hizmet ediyorlar hem yıkıcı birer failmiş gibi
görünüyorlar. Bir ideolojiden daha ne istersiniz ki?
Kitabınızın sonuç bölümünde Batılı okurlarınıza bir
tür pedagoji öneriyorsunuz, bu pedagojinin insanların Batı hegemonyasının sona
erdiğini ve uluslararası ilişkilerde yeni bir düzenin ortaya çıktığını kabul
etmelerine katkı sunacağını iddia ediyorsunuz. Bu pedagojiye nasıl katkı
sunabiliriz?
Daha önce de ifade ettiğim üzere, Batılı okurları
değişime zorlayacak olan, gerçeğin ta kendisidir. İnsan haklarının bitmek
bilmeyen savaşlarca teşvik edileceğini düşünmek, tam manasıyla bir ahmaklıktır.
Bugün bu ahmaklığın sonuçlarına kendi gözlerimizle tanık oluyoruz. Uluslararası
meselelerde solun önceliklerine radikal manada yeniden yönelmek gerek.
Sol, Batı hükümetlerinin yasadışı müdahaleler yoluyla
başka ülkelerdeki sorunları çözüme kavuşturmaları yerine, Rusya, İran ve Çin
gibi ülkelerle barışçıl işbirliği kurmalarını, uluslararası hukuka saygı
göstermelerini, NATO gibi saldırgan askerî ittifakların dağıtılmasını talep
etmek zorunda.
Kamuoyunda tanınmanızı sağlayan diğer kitabınız Son
Moda Saçmalar ile ilgili bir soru sormak istiyorum. Alan Sokal ile birlikte
kaleme aldığınız bu kitap postmodernizmin eleştirisini içeriyor. Bugün
postmodernizmin akademisyenler ve kamuoyundaki etkisi nedir? Ortadan kayboluyor
mu, yoksa hâlâ canlı ve cazip mi?
Bu soruya cevap vermek benim için güç, çünkü cevap
için hâlihazırda elimizde gerekli araçlarına sahip olmadığımız sosyolojik bir
çalışmanın yapılması gerek. Ama şunu söyleyebilirim: insanî müdahalelere dönük
yönelim gibi postmodernizm de solun kendi kendisini imha etme yollarından biri,
oysa bu yön, savaşlara kıyasla nispeten daha az kötü sonuçlara sahip ve verdiği
hasar sadece “seçkin” entelektüel mahfillerle sınırlı.
Ama eğer sol, adil bir toplum kurmak istiyorsa, onun bir
adalet anlayışına sahip olması gerek; eğer sol, etik konusunda görecelikçi bir
yaklaşımı benimserse, hedeflerine dair gerekçeleri nasıl tespit edecek? Eğer
hâkim söyleme ait vesveseleri ve gizemlileştirme gayretlerini mahkûm etmek
zorundaysa, onun saf manada bir “toplumsal inşa”ya işaret etmeyen bir hakikat
anlayışına sırtını yaslaması gerek. Postmodernizm, solda aklın, nesnelliğin ve
etiğin yıkıma uğratılması sürecine muazzam katkılar sundu, bu da solu intihara
sürükledi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder