Mahmud Derviş’in Beyrut'ta çıkan Muharrir gazetesinin 24 Mayıs 1974 tarihli sayısında yayımlanan yazısı. Yazı, Brüksel havalimanında Mahmud Derviş ile Belçikalı bir göçmen bürosu memuru arasında geçen diyalogun aktarımı ile başlıyor.
* * *
— Bir saat içinde uçağa binip Paris’e dönüyorsunuz.
— Neden? Belgelerim mi eksik?
— Paris’e dönüyorsunuz.
— Brüksel’e girmeme izin vermeyecek misiniz?
— Paris’e dönüyorsunuz.
Brüksel havalimanındaki yetkililer, belge kontrolü için bir tek beni ve bir Ugandalı yolcuyu durdular. Ugandalı yolcuya özür diler bir tonda şunu dedim: “Şu anda Avrupa’ya, Araplarla kurduğunuz dostluğun bedelini ödüyorsunuz.”
Paris’ten Brüksel’e Arap öğrenciler tarafından Filistin
Haftası dolayısıyla düzenlenen bir seminere katılmak üzere gelmiştim.
Avrupa’nın Araplara patlamaya her zaman hazır olan havası, bilhassa Filistinli
karşıtı Siyonist ajitasyonun da katkısıyla, kurşun gibi ağırlaşmıştı. Bu
süreçte birçok Arap kurumu saldırıya uğradı.
“Vicdansızlık!” Avrupa’daki her Arap’ın televizyon
karşısında, radyo dinlerken ya da gazete okurken dilinden dökülen kelime buydu.
Bu basın organlarının tamamı Araplara karşı teyakkuz hâlindeydi. Maalot
olayı[1], Avrupa’da her şeyin önüne geçmiş durumdaydı; yeni haberlerin ardı
arkası kesilmiyordu.
Avrupa, Afrika ve Asya kıtalarındaki sömürgelerini
kaybetmiş olmasının intikamını almak üzere ayağa kalktı. Bu intikamın maskesi
de Siyonizme beslenen karşılıksız aşk oldu. Bir zamanlar özgürlük, kurtuluş
gibi meselelere omuz veren düşünürler, “Yahudi çocuklarını öldüren(!)” Arapları
aşağılamakta yarışır olmuşlardı.
“Kim kimi öldürmüş?” Bu soruyu soran olmadı. Kimse,
istese ya da çocukların hayatı umurunda olsa, onları kurtarabilecek olan yüzsüz
İsrail’e toz kondurmadı. Avrupa’daki hiç kimse, çocukların ölümüne yol açanın,
İsrail’in Maalot’taki okula baskın düzenleyip onları çatışmanın ortasında
bırakması olduğunu dile getirmedi.
Avrupalı kafası, kendi duyarlığından emin bir biçimde,
“nedir bu Maalot meselesi?” diye sormayı aklına getirmedi. Getirmiş olsaydı,
oradaki gerçek suçun bu hafta değil 26 yıl önce, oradaki insanlar
topraklarından sürülüp onların yaşadıkları yer olan Tarşiha’nın kalıntıları
üzerine Maalot diye bir yerleşim yeri kurulduğunda işlenmiş olduğunu anlardı.
Vicdansızlık… daha da kötüsü hatta: Batı medyası, ağız
birliği içinde, “Maalot’ta Arap cürmü” dedi, ama mülteci kamplarına yönelik
vahşi İsrail baskınlarına dair ne bir fotoğraf ne bir haber yayınladı.
İsraillilerin uçaklardan Arap çocuklarına bomba yağdırdıklarından, onlara
oyuncak süsü verilmiş ölüm hediyeleri yolladıklarından söz etmedi.
Bu, Avrupalının vicdanında yankı bulan bir şey değil.
Arap çocuklarının öldürülmesi, hiç kimsenin infialine sebep olmayan, sıradan
bir vaka. Jean Genet, üzüntüyle şunları söylemişti bana: “Buna ırkçılık denir.
Avrupa sizden nefret ediyor.” Avrupalıların 1967’den önce Filistinli diye bir
halktan haberi olmadığını anlattığında çok şaşırmıştım. Bize Le Monde
Diplomatique’te yayımlatmak üzere yazdığı bir yazıyı okumuştu. Yazı,
Avrupalıların Araplara karşı ırkçı önyargıları ile ilgiliydi. Filistin davasını
sahiplendiğini iddia edenlerle ilgili olarak şunları soruyordu: “Şimdi
neredeler? Neden Siyonizmi bu kadar sevmeye başladılar?” Çünkü onlar, İsrail’i
Avrupa’nın doğudaki kolu olarak görüyorlar. Yahudilere kutsal/dokunulmaz
muamelesi yapıyorlar. Her şey tamam, ama İsraillilere verilecek zarar asla
kabul edilemez.
İyi de bu hassasiyet, şekil değiştirmiş bir
antisemitizm değil mi? Avrupa’daki Yahudilere yapılmış olanlardan doğan
suçluluk kompleksi, bir tür “Sartırcı huzursuzluk” örneği. İsrail’in doğuda
Avrupa’nın bir şubesi olarak varlığı, şiddet ve işgalcilik bağlamında Avrupa
örneğinin izlerini taşıyor. Avrupa örneğinin olumlu yönünden ise eser yok.
İsrail, Avrupa medeniyetinin başarılarını temsil etmiyor; onun temsil ettiği,
Avrupa’nın işgalciliği. Bu anlamda o, Avrupa’nın olumlu yönünü reddediyor. O
hâlde Avrupa, İsrail’i neden bu kadar bağrına basıyor?
Bu soruya kesin bir cevap bulmak, ırkçılık tarihsel
bir veri olarak kabul edilmedikçe zor. Jean Genet şöyle diyordu: “Ortadoğu
meselesiyle ilgili ayrıntıları ana meselenin önüne koyuyorlar.” Maalot olayını
her şeyi izah etmek için kullanıyorlar; ne tarihsel arka plan umurlarında, ne
de İsrail’in haksız oluşu. Cezayir’in bağımsızlık savaşı sırasında bombalar
Paris kafelerinde patladığı ve sivillere zarar verdiği hâlde böyle bu. O
zamanlar Cezayir mücadelesini savunanlar, bu gibi ayrıntılara önem
vermiyorlardı, çünkü davayı bir bütün olarak sahipleniyorlardı. Ama konu
İsrailliler olunca iş değişiyor, zira Yahudi, Avrupalıya göre dokunulmaz, hatta
kutsal.
Cannes sokakları, “Arap barbarlığı”na karşı çıkan
bildirilerle dolu. Lübnan’da İsrail uçakları yüz sivil Arap’ı bombalarla
öldürdü, ama bugün “Fransız kamuoyu” “Arap barbarlığı”na karşı yürüyor. Çifte
standardın böylesi! Cannes’daki İnsan Hakları Örgütü, “Arap saldırıları”na
karşı bir yürüyüş çağrısı yapıyordu şunu sorarak: “İnsanlığın vicdanı nerede?”
Evet, sahiden, nerede insanlığın vicdanı?
Maariv’deki[2]
bir yazı diyor ki “Bu zalimane eylemlere karşı ahlaki bir tepkiyi yankılamayan
her söz, bu türden suçları ancak teşvik eder.”
Doğru… Bölgede akan kanın kimin mahsulü olduğunu dünya
anlarsa, doğru. İsrail Siyonizminin yasadan anladığıysa sınırsız şiddet. Bu
şiddeti dünyanın meşru kabul ediyor oluşu ve bu şiddete bir son vermek isteyen
Filistinlilere karşı ayağa kalkışıdır bölgede bu suçları teşvik eden.
Avrupa kamuoyunun Filistin davası ile duygudaşlık
kurmak için öne sürdüğü ahlaki şart, Filistinlinin “sessiz kurban” olmasıdır.
Bu durumda şu iki şeyden biri gerçekleşir: ya Avrupalının vicdanı, Filistinliyi
işitmez ve böylece onu kınamayı bırakır ya da “Yahudi sorunu”nu hatırlatır ve
Filistinlinin sessizliği sayesinde sorumluluktan arî sayılır.
Cannes’da Filistin davasına destek için yapılan bir
panelde kötü bir niyeti olmayan bir Fransız hanım, “Filistin davasının çözümü
için kavgadan başka bir yol yok mu?” diye sormuştu.
Panelist şöyle cevap verdi: “Hiç kimse savaşmak
istemiyor, ancak çeyrek yüzyılı aşkın süredir devam eden İsrail şiddeti,
Birleşmiş Milletler’in ahmakça kararları ve Filistinlilerin hâlen yurtlardan
ediliyor oluşu, onları yaşam haklarını savunmak için silaha sarılmaya mecbur
etti. Ancak sayın bayan, Filistinlilerin haklarını elde etmeleri için
önereceğiniz başka yollar varsa bunları da gündeme almaya hazırız. Var mı böyle
yollar?”
Ertesi sabah mihmandarım, beni güzel Cannes şehrinin
plajına götürdü ve şöyle dedi: “İşte burası Avrupalıların sırtlarını
bronzlaştırdıkları yer.” Ben de ona “Peki, vicdanlarını nerede tutuyorlar?”
diye sordum; cevabı şu oldu: “Sırtlarında.”
Toulouse’de Arap ve Fransız öğrenci ve işçiler,
Nekbe’nin yıldönümünde Avrupa ırkçılığınca kuşatılmış olanlara nefret ve riya
duvarında bir gedik açma ümidi vermek üzere bir etkinlik düzenlemişlerdi ve
Fransızca “Filistin kazanacak” diye bağırıyorlardı. Ve ben fark ettim ki
ırkçılığın cehenneminden kaçabilen her Avrupalı, ölmekte olan insanlığa can
veriyor ve bize medyanın olmasa da insanlığın hâlâ bir vicdanı olduğunu
gösteriyor. Gördüm ki yurtdışında faal olan öğrencilerimiz, kitabelerini sert
kayalara tırnaklarını kanatarak kazıyorlar; yazdıklarında çınlayan ise hep “Filistin”
ismidir ve kim ki bu necip ismi okur, Avrupa’nın fikrî cehenneminin
derinliklerinden şunu haykırır: “Filistin kazanacak!”
Mahmud Derviş
24 Mayıs 1974
Kaynak
Dipnotlar:
[1] 15 Mayıs 1974’te Lübnan’dan İsrail’e giren üç FDHKC gerillasının Maalot
kasabasında 23 Filistinli militanın serbest bırakılmasını sağlamak üzere bir
okulu ele geçirmeleri sonrası İsrail güçlerinin düzenlediği baskınla yol açtığı
katliam kastediliyor. İsrail, yaşanan ölümlerin suçunu gerillaların üzerine
atmıştı. -ç.n.
[2] Bir İsrail gazetesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder