TV’de bir paşa arz-ı endam ediyor. IŞİD’den dem
vuruyor. Konuşması dâhilinde, asker kışlalarında uygulanan bir yöntemi
anlatıyor. Kabaca aktarırsak, şuna benzer bir şeyler söylüyor: içi atık dolu
çukura bir köpek leşi atılıyor, oradan türeyen bakteriler, kurtlar çukuru bir
süre sonra temizliyor. Paşa, IŞİD’in bunu yaptığını iddia ediyor. Dolayısıyla,
kendisinin de ülke denilen “çukur”u nasıl temizlediğini izah etmiş oluyor.
Askerin mantığının nasıl işlediğine dair bir hikâye
bu. Kuru bir aklı, duru bir vizyonu, arı bir siyaseti anlatıyor. Asker için her
şey bu şekilde işliyor. Bir meslek ideolojisi olarak siyaset mesleğiyle
arasındaki mesafeyi bu yaklaşım tayin ediyor.
O, işçi-köylü-asker şuralarının muktedir olduğu
kuzeyin, Sovyet Rusya’nın iradesine karşı kurulmuş bir ülkeyi savunuyor. O
şuralara cevaben, tepkiyle, karşıt olarak kurulmuş bir meclisin temelini,
belkemiğini, ruhunu teşkil ediyor. Hiç mi hiç vazgeçilmiyor. Liberal ya da
muhafazakâr, tüm aklın, pratiğin pusulası onu gösteriyor. Tüm düşünce
kuruluşları, içeride ya da dışarıda, Fethullahî veya Tayyibî, onunla iş tutmak
zorunda. Fizikte, kimyada, biyolojide en ufak değişiklik, onun müdahalesine
açık.
Türkiye’nin büyük milletinin meclisi, grevleri
yasaklanan işçiyi, toprağı gasp edilen köylüyü, yaban ellere seferber edilen
askeri kucaklamıyor, kucaklamamak için kuruluyor. Dolayısıyla bu kesimlerin
iradesini, ruhunu kurutmak için varoluyor. O dönemin tüm fiziği, kimyası,
biyolojisi, bugünü tayin ediyor. Bize bu üç gerçeğin izin verdiği, su üzerine
çıkan köpükleriyle, rakamlarla uğraşmak düşüyor. Lenin’in “suyun yüzündeki
köpüklere bakın, suyun dip akıntısını anlayın” önerisi unutuluyor.
Seçim sonrası tüm anket şirketleri “dip dalgayı
göremedik” diyorlar. O anketleri şevkle takip edip, heyecanla paylaşan
solcular, o “anket şirketi” denilen köpüğe aldanıp dip dalgadan uzaklıklarını
gizliyorlar.
* * *
Kuruluş döneminin öfkesine bakan, ona örgütlenen bir
isim İbrahim. Bugün “Kaypakkaya olamadık bari kaypak olalım” demek hiçbir çözüm
üretmedi, üretmiyor. Emekçi halkın iradesini kurutan âlemde gezinmek riskler,
tuzaklar barındırıyor. Bizi, pratiğimizi iki-üç kelle saymaya indirgemek, bu
tuzaklardan en önemlisi.
Düne dek gününü iki kelle saymakla geçirenlerin
şimdilerde “parlamento burjuvazinin ahırıdır” nağmelerini ciddiye almamak
gerekiyor. Çünkü mücadele, kolektif manada belirli anlara neşter atıyor, vücut
kan akışını durdurmak için pıhtılaşma sürecini devreye sokuyor. Bu kişiler
küfr, örtü, kılıf işlevi görüyorlar, ifşanın, kara perdeleri yırtmanın
iradesinden kaçışın adı oluyorlar.
Biz kelleleri sayarken, sayılarla uğraşırken,
fizik-kimya-biyoloji değişiyor. Sayıların gizlediği bu. Pıhtılaşmanın
görülmediği yer de burası. Bu noktada “aptal herif, 600 TL maaş alıyor, hâlâ
AKP’ye oy veriyor” deniliyor. Böylece kendisinin maaşına göre oy kullandığını
ikrar etmiş oluyor. Bir insanın yüzünü bile görmediği insanlar için mücadele
edebilme, ortak değerleri adına yola yoldaş olma ihtimallerini defterinden
siliyor. Burjuva siyaset pazarında kendisine ayrılan yüksek akıl veya temiz
vicdan koltuğuna kurulmayı önemli zannediyor. “Gocuklu celebin kaldırdığı sopa”
başka bir sürüye emir veriyor.
Pıhtılaşma, geleceği bugünde dondurarak da
gerçekleşiyor. Geleceğe matuf tüm olgular bugündeki pıhtılaşmanın parçası
hâline geliyorlar. Biri işçi kurultayı, biri devrim, biri de komün oluveriyor
hemen. Kurultaya, devrime, komüne doğru akan kanı kendisinde, kendi varlığında
pıhtılaştırıyor. Neşter anlamını, kıymetini yitiriyor. Akış, akışın içindeki
damlaların sürekliliği hükmünü kaybediyor. Kaya, kaypaklıkla sertleşiyor.
* * *
Seçim sonrası herkes sokağa işaret ediyor. Sokaksa
“boş gösteren” olarak iş görüyor. Tüm eksik ve zaafların kılıfı, sumeni, zarfı
olarak devreye sokuluyor. Boş gösteren olarak sokağa, ya orayı boşaltmak için
işaret ediliyor ya da zaten boş olduğu için. Meclisin fizikî, kimyevî ve
biyolojik ağırlığı tayin edici oldukça sokak, o kalbe kan taşımaktan başka bir
işe yaramıyor. Tüm yaşadığımız şiddet, kanımızı oraya akıtmak için tatbik
ediliyor. Birilerine göre ülke denilen beden, kimyası ve fiziği ile kendisini koruyor,
bize roller dağıtıyor.
Sözümüz meclisten dışarı elbette. Egemenlerin kuruluş
momentinde tüm dinamiklerin kanını kurutmak, pıhtılaştırmak için kurduğu
meclisin dışına bakmak gerek. Neşter atılan, kan akan yeri pıhtılaştıranlara
karşı eleştirimizi esirgememiz gerekiyor. Başka ülke, devrimin vatanı Avrupa
başkentlerinden ya da ABD düşünce kuruluşlarının gizli odalarından görülemiyor.
“Vatan sözcüğü köy meydanı demek” diyen
aşağılayıcı-liberal dilden uzak durmak gerekiyor. Bu da ortak olana bakmayı
zorunlu kılıyor. Dolayısıyla, MÜSİAD başkanı Erol Yarar’a “biz sen zengin
olasın diye mücadele etmedik” demek bir neşter atmaksa, bu sözü TÜSİAD adına
söyleyen insan hâline gelmek de pıhtılaşmadır. Eleştirinin neşteri buraya
savrulmalı.
Devrimin vatanı için mücadele, “devrim olalım”
laflarıyla yürümüyor. Maddesini yitiren efendilerin ruhuna, diyalektikten kaçan
zalimlerin metafiziğine sığınıyor. Çukuru temizlemek için kullanılan köpek leşi
olmaksa mücadeleye zerre katkı sunmuyor.
Eren Balkır
5 Kasım 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder