Pages

17 Ekim 2015

Siyahların Hayatı Önemlidir

Eğer Bu Bir Savaşsa,
Siyahların Hayatı Önemlidir Hareketi Bu Savaşı Kaybediyor

Plus ça change…” diyor Fransızlar; ya da “elbette her şey daha çok değiştikçe onlar daha fazla aynı kalacaklar.”

Bu düşünce, iniş-çıkışlarına karşın belirli bir tekdüzeliğe sahip olan Siyah Özgürlük Mücadelesi’ne baktığımızda, mevcut özgül iktidarda bir biçimde yankılanıyor. Söz konusu tekdüzelik, bilincimizde hâlen varolsa da günbegün dolaysızca yaşadıklarımızdan tuhaf bir biçimde ayrı tutulan, kendi âleminde hüküm süren bir İncil hikâyesine benzeyen, kendi zamanı içinde asılı duran bir olgu.

Ama bu metafizikle ilgili bir tartışma değil.

Hayır.

Mesele varoluşsal. Kan ve mermilerle ilgili. Tartıştığımız konu hapishanelerin sert tuğlaları, soğuk çeliği. Zamanın giderek genişleyen mekânlarında şeylerin hâlâ aynı olması da değil mesele, baskının tüm uğursuzluğuyla yoğunlaşması da değil, bu baskının aralıksız sürüyor olması. Bu baskı, bu zulüm, Siyah Özgürlük Mücadelesi’ne yönelik nefreti ve Amerika’nın onun üzerindeki hegemonyasının iki partide dil bulan ifadesi. Bu, tam da ona kötücül karakterini veren şey.

Nesiller boyu siyahî liderler ve örgütler maruz kaldığımız zulümlere çözümler arayıp durdular, bazıları uluslararası topluma çağrıda bulundu. Bunun bir örneği William Patterson’ın 1951 tarihli “Soykırımı Suçluyoruz” bildirisi (bu bildiriye merhum Malcolm X de destek vermişti). On beş yıl sonra Kara Panter Partisi bir şikâyetler listesi hazırladı, adına “On Maddelik Program” dedi, polis devletinin Siyahlara yönelik şiddetini, varoşlarda köhne binaları Siyahlara kiralayanları, Siyahların hapse atılmasını ve daha birçok meseleyi kınadı. Yedi yıl sonra Siyah Ulusal Kongresi Gary, Indiana’da toplandı. Burada iki kapitalist parti, Demokratlar ve Cumhuriyetçiler ile Siyahlara yönelik kesintisiz devam eden polis şiddeti suçlandı, ardından Siyah halkın ihtiyaçlarının sesi olmak için “Ulusal Siyah Bağımsız Politik Partisi kurulsun” dendi.

Bu Siyah eylemcilerin ve örgütlerin kurucu metinleri bugün okunursa, bunlar, elli-altmış yıl önce değil, sanki bugün kaleme alınmışlar gibi.

Bu metinler, bize içinde yaşadığımız koşulların, gerçek maddî koşulların elli-altmış yıldır somutta hiç değişmediğini söylüyor.

Esasında birçok yönden bu koşullar daha da kötüleşti, örneğin artık kitlesel olarak imha ediliyoruz.

Peki neden? Çünkü milyonlarca Siyah’ın içinde yaşadığı maddî koşullar sanayinin dışına atılma, bunun sonucunda vergi mükellefi olamama, kamusal okul sistemlerinin şirketlerin eline geçmesi ve benim Beyaz Kır İşleri Programı adını verdiğim hapishane sanayinin, hapishanelerin hızla büyümesi.

Siyahların ileride ABD olacak yere geldiği ilk günden beri Afrikalılar beyazlar nezdinde kâr için sömürülecek birer kaynak olarak görüldüler. Devletin kurucu babalarının ağzındaki o merhametsiz gevezeliğe karşın Afrikalılar özgür olmamayı kâbusvari bir gerçeklik olarak yaşadılar. Devletse Siyahların hayatına karşı yürütülen terörü destekledi ki bu da beyazların ağzındaki özgürlük sözcüğünün yalandan başka bir şey olmadığını kanıtladı.

Özgürlükle ilgili hoş ama boş sözler, Siyah Özgürlük Hareketi’nin ve liderlerinin zulmedildiği, hedef alındığı, tecrit ve imha edildiği bir dünyanın sürmesini sağladı. Dr. Martin Luther King’den Malcolm X’e; Kara Panter Partisi’nden Siyahî aktörlere ve aktrislere, devlet iktidarının tüm ajanları zarif ve kaba her türden aracı kullanarak Siyahların özgürlüğünü ve Siyah Milliyetçi hareketlerini zayıflatıp nötralize etmeye çalıştılar.

Bu, öyle arada sırada yaşanan bir alçaklık da değildi. Siyahlardan resmî düzeyde tiksinildiği için sürekli onlara saldırıldı.

Hayır.

Bu deliliğin bir yöntemi var; aynı delilik, on dokuzuncu yüzyıldaki ve yirminci yüzyıl başındaki linçlere can veren şey. Bu türden bir baskı, milyonların zihnine korku ve kaygı salmaya yarıyor. Devlet terörü, insanları milliyetçi ve kendi kaderini tayin hakkına dair yoldan uzaklaştırıp, onların hâkim kapitalist partileri politik açıdan kabul eden, nispeten daha az eleştiri içeren, daha fazla kabul edilir yollara tevessül etmesine neden oluyor.

Bu sayede devlet, Siyah düşüncesini kolektif yerine kişisel olanın steril yollarına, programa değil, şahsiyete dayanan partilere kanalize ediyor. Devlet, ayrıca Siyahların devlet terörizmine yönelik tepkisini radikal olmaktan çıkartıyor.

Özetle bu, ABD hükümetinin hem bir ırk polisi hem de politik polis olarak işlev gördüğü karşı-istihbarat inisiyatifinin özü.

Halkın yabancılaştırılmasına dönük bu türden faaliyetler, kütlesel hâlde gidip Bill Clinton’a payanda olan, “umudun ve değişimin” peşinden giden Siyah oylarında (yoksa “Siyah oyları hilesi”nde mi demeliyim?) yeterince tuhaf bir biçimde sürüyor. Değişimdir yaşanır ama değişim zorunlu olarak her daim daha iyiyi ifade etmez.

Az bir oyla seçilen Clinton, iki parti adına yürüttüğü çalışma sonucu ülkede hapishane sayılarını artıran programın mimarı. Bu, bugün de tanık olduğumuz kitleleri hapse tıkma sürecinin başlangıcı.

Politikada bu neoliberalizm, makul düzeyde bir becerinin işler olmasını gerektiriyor. Bu da sadece beyazlar kendi üstünlüğünü isteyip kendi kaygı ve korkuları için oy kullanırlarken, demokratik koalisyon içindeki en sadık ve tutarlı oy bloku olan Siyahların kendi çıkarlarına karşı konum alıp, bu konumu teşvik eden bir adaya oy verdiği bir düzen aslında.

Clinton bu konuda uzman olduğunu hepimize gösterdi.

Müteveffa tarihçi Howard Zinn’in (1922-2010) The Twentieth Century’de [“Yirminci Yüzyıl”] söylediği biçimiyle:

“O kibirli retoriğine rağmen Clinton on sekiz yıllık görev süresi boyunca kendisinin tıpkı diğer siyasetçiler gibi toplumsal değişimden çok seçim zaferiyle ilgilendiğini gösterdi.

Daha fazla oy almak için o, partisini merkeze daha fazla yaklaştırma kararı aldı. Bu da artık Siyahlar, kadınlar ve çalışanların desteğini elde tutmak için gerekli şeyleri yapmış olduğu, sosyal yardımlara dönük acımasız tedbirler, suçlara karşı sert olma ve güçlü bir orduya dayanan programla beyaz muhafazakârların oylarını kazanmaya çalışacağı anlamına geliyordu.” [Zinn, s. 428]

Neoliberal Clinton rejimi ileride uygulanacak baskı programına öncülük etti. Bu program, terörizm karşıtlığı üzerinden haksız yakalamayı yasaklayan kanunda delikler açılmasını, ölüm cezası kanunun etkinleştirilmesini, mahkeme kapılarının Hapishane Mahkeme Süreci Reformu Kanunu üzerinden tutsaklara kapatılmasını, yeni hapishanelere milyarlar harcanmasını ve kayıtlara 60 yeni ölüm cezasının eklenmesiyle sonuçlanan 1996 tarihli o ünlü Ceza Kanunu’nu içeriyordu.

Clinton iki dönem iktidarda kaldı. Bu süreçte Klintıncılığın simgeleri boş fabrikalar, tıka basa dolu hapishanelerdir ve bu hapishaneler illaki Siyah erkekler ve giderek artan sayıda kadınlarla doludur.

Yazının başında Patterson’ın “Soykırımı Suçluyoruz” bildirisine atıfta bulunmuştuk. Bildirideki suçlamalar bir şikâyet dilekçesi olarak kaleme alınmış ve Siyahlara karşı soykırım konusunda BM’de ABD’ye yönelik yapılan suçlamaların dosyalarının yer aldığı rafa kaldırılmış. BM bu konuda ne bir adım atmış ne de dilekçeyi kötüleme yoluna gitmiş. Aksine medya, Paul Robeson’a odaklanmış ve onu komünist olmakla suçlayarak Robeson’ın da yazarlarından olduğu bu dilekçeyi kötülemeye başlamış. Çünkü o dönemde kamusal akılda komünist olmak deli olmaya az çok yakın bir şey.

Bağımsız bir politik temsil kurumundan mahrum olan Siyahlar, dün olduğu gibi bugün de BM gibi yerlerde söz hakkına sahip değiller.

Bu nedenle yıllar yıllar sonra Ferguson’da Mike Brown’ın katli fitili tutuşturdu ve devletin zulmüne karşı gösteriler bir kez daha patlak verdi. Bu gösteriler yaz ortasında açan sarmaşık gibi tüm ülkeyi sardı.

Bugün şirket medyasının Siyahların Hayatı Önemlidir hareketinin “polislere karşı sözde savaş” yürüten bir tür nefret grubu olduğunu söyleyerek, ona karşı komplo kurup onu karalamaya çalıştığına tanıklık ediyorsunuz.

Ama burada gene onlardaki deliliğe dair kimi yöntemlere rastlıyoruz. Şirket medyasının kapitalist devlete hizmet ettiği meselesini bu örnek dâhilinde daha da netleştirmek mümkün değil. Çünkü Siyahların Hayatı Önemlidir hareketi kendisini döven, çok sayıda Siyahı, Latin’i ve hatta fakir beyazları vurup öldüren polislerin suratına kelimeler fırlatıyor!

2015’te polisler kaç insanı katletti, bir tahmin edin?

800’den fazla. 800’den fazla!

Eğer bu bir savaşsa, Siyahların Hayatı Önemlidir hareketi bu savaşı kaybediyor.

Yüz elli yıldan fazla bir zaman önce en saygıdeğer atalarımızdan biri, köleliğin kaldırılması yanlısı dostunu mücadeleyi sürdürmeye ikna etmeye çalışır. Dostu, “işte İç Savaş bitti, kölelik kanunen geberip gitti.” der.

Frederick Douglass bunu söyleyenlere şu uyarıyı yapar: “Ben ve sen, hepimiz biraz bekleyip görelim bakalım, bu eski canavar hangi yeni biçime bürünecek, bu yaşlı yılan bakalım karşımıza nasıl bir yeni deriyle çıkacak.”

O gün Douglass haklıydı. Bugün de haklı.

Aramızda yeni derisiyle dolaşan eski yılanlara karşı dikkatli olmalıyız.

Mücadele sürüyor!

Mumya Ebu Cemal

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder