Bulunulan konum sufle verir, gizli emirler fısıldar
kulağa.
Bombayı kimin patlattığı değil, bombanın şiddetinin,
yarattığı dalganın bizi nereye sürüklediği önemli olan.
Bombayı koyan, toplumda çatlak olduğunu biliyor,
bombayı da oraya koyuyor. İki seçenek var: ya çatlak iyice yarılsın diyedir
bomba, ya da sarılacak sargı, dökülecek alçı içindir. Alçının üzerine kim imza
atıyor, o önemli. Birlik-bütünlük teraneleri bizi neye mecbur ediyor? Leyla
Zana, Tayyip’e niye çağrı yapıyor?
Cemü cemaat nereye sürükleniyoruz? Nereye sürüklenmek
isteniyoruz?
Rakamların hükmettiği bir yere doğru olduğu kesin.
Faz, düzey, katman olarak denk bir alan oluşmuş olmalı. Akış, sürüklenme başka
türlü mümkün değil. Bireyin sınırlarına mahkûm, o sınırlarla tanımlı, bireyin
haz ve biliş dünyasına kapanmış bir siyaset, bizden istenen. Bireydışı,
kolektif olana bu kadar neden küfrediliyor ki? Rakamlara vurgu bir’ey bir’ey
sayılıp bir’ey bir’ey ölelim, bireydışının değeri-anlamı görülmesin diye mi?
Patlama sonrası Hacettepe Hastanesi’nin Acil
Servisi’nde bir görevli, yaralı listesini okuyor. Orada çok az kişi biliyor,
esasında listede ölülerin de isimlerinin olduğunu. Bu, incelik.
Ama aynı inceliği, içeride yüzlerce kişinin yakının,
yoldaşının olduğunu bilmesine rağmen, ölü sayısını önce 118 sonra 128 açıklayan
HDP’nin göstermesi gerekiyor. Rakamları yüksek tutmanın kime faydası var ki?
Rakamlar… Patlamadan en fazla yarım saat sonra Sırrı
Süreyya Önder canlı yayına bağlanıyor. “Üç bomba patladı, biri cılızdı” diyor.
Önder’den başka kimse duymamış üçüncü bombanın patladığını. İşimiz saymak mı?
Sonra bir de yirmi bir kişilik liste dolanıyor. Kandil
diyor ki, “bir hafta öncesinden haberimiz vardı.” Kimse de sormuyor, “niye
haber vermedin, niye uyarmadın?” Neye mecbur ediliyoruz? Ölüm mü iyi sürekli
sıtma olmak mı? Korkmayalım, titreyelim mi, bu mu isteniyor?
Dost acı söyleyen değil midir? Mao’nun tabiriyle,
“dostunu eleştirmeyen liberal” değil midir?
Tek derdimiz rakamlarımızı çoğaltmak olunca, gerçek de
örtülüyor. Rakamların ardında gerçekler köreliyor. Köreltiliyor. Seçim için
adayların yeri birkaç oy için değiştiriliyor. Aklımızı ve irademizi strateji
merkezlerine kul mu edeceğiz?
Patlamadan sonra “iktidarı almak bizi bozar”
teraneleri dolaşıma giriyor tekrar. Esas derdi işgal ordusunu topraklarından
sürüp atmak olan bir örgüt temelde bir ideolojiye denk düşüyor. O ordu sürülüp
atılmadığı gibi, bu ideoloji, işgal ordusunun devletine karşı mücadele eden
güçlerin zihinlerini, hücrelerini bir bir ele geçiriyor. Faşizm açıkta
liberalizmi, liberalizm sırda faşizmi örgütlüyor. Düalizm kötü, “kuantumizm”
evla oluyor.
Sonra kandilden bir nur saçılıyor etrafa: “proletarya
diktatörlüğüne karşıyız. Herkes kendisini yönetsin.”
Cezayir Direnişi’nde Kurtuluş Cephesi aynı gün kırk
yerde Fransızlara karşı eylem örgütlüyor ve bir bildiri kaleme alıyor: “Burası
bizim vatanımız, sizi istemiyoruz, defolup gidin!”
Lenin devrimden bir yıl sonra bağırıyor: “Her devrim
iktidar sorunudur.”
Bu iki tutumdan kaçmak, uzak durmak, bu tarafta zaten
bir şey yapmayanlara, zaten yapma derdi bulunmayanlara ya da yapacak hâli
kalmayanlara ilâç gibi geliyor. Bunlar kahve falı bakıp Tayyip’in üç vakte
kadar gideceğini söyleyip, “tası tarağı toplayın, iltica edin” önerisinde
bulunuyorlar. “27 Mayıs tekrarlanabilir” diyorlar. “Ordu kılıcını attı” diye
yazılar yazmaya hazırlanıyorlar. Demek ki bomba bu laflar söylensin diye
patlıyor. Bir devletten bir altdevlete katarlar diziliyor.
Sonra milli maç oynanıyor Konya’da. İç savaş
edebiyatı, kışlık saray masalları anlatılıyor durmadan. O kadar çok örgütün o
kadar çok ve afaki devrim-sosyalizm hayalleri vasatını, ortalamasını Tayyip’te
buluyor. “Devrim sosyalizmi yozlaştırıyor” diyenle, “iktidarı almadan dönüşüm”
diyen, bir kavşakta buluşuyor. Sonuçta “bana dokunmayan yılan bin yaşasın”
diyen bir zihniyet üzerinden, “herkes kendisini yönetsin, bana da ilişmesin”
deniliyor. Bugün iktidar ve devrim kaçkını iki şahıstan biri “vuran adam”, diğeri
de “duran adam” olalım diyor. Özneliği bataklıktan insanın kendisini
saçlarından tutup çıkartması zannediyorlar, politika da burada köreliyor,
körleşiyor. Mikro makroyu, küçük büyüğü, güçsüz güçlüyü çağırıyor. Özel
bireylerin pratiklerine kutsiyet atfetmek, düşmanın genel kolektif gücünü
pekiştiriyor.
O nedenle uluslararası topluma “başsağlığını Tayyip’e
dilemeyin, bize dileyin” deniliyor. Uluslararası toplum her daim ABD merkezli
dünya oluyor. O dünya Uluslararası Af Örgütü gibi silâhlarını kullanarak
hamleler yapıyor. YPG’nin Rusya ile yakınlaşma ihtimallerinin konuşulduğu yerde
Uluslararası Af Örgütü bir gün içinde YPG’nin yaptığı “zulmü” raporlaştırıyor,
raydan çıkma tehdidini hiç affetmiyor.
Neye râm ediliyoruz, neyin önünde diz çöktürülüyoruz?
Sedat Peker ve Devlet Bahçeli toplumdaki öfkeyi
kontrol etmek, gazını almak için var. Bombayı müteakip birkaç saniye içinde
Peker’in mitingini kim izledi, o cümleyi kim cımbızlayıp internette dolaşıma
soktu, kimi neye örgütlemek istedi? Konya’ya ağız dolusu küfürler savurmak kime
yaradı?
Bombanın diyalektiği… Bir yandan bölüyor, bir yandan
birliyor. Böldüğü vicdanımız, kalbimiz, birlediği aklımız. Devletin dediği
üzre, “TNT ve özenle kesilmiş demir bilyeler”den oluşan bombadan öğrenmek
gerek: kalbimiz dinamit kuyusu; aklımız, irademiz her yana saçılan demir
bilyeler… Bulunduğumuz konum bunu emrediyor, emri kulağımızda çınlıyor.
Eren Balkır
15 Ekim 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder