Müslümanlar Onlara En Fazla İhtiyaç Duyduklarında
Müslüman Devletler Nerede?
Avrupa kıtası, çatışmaların paramparça ettiği Ortadoğu
ve Kuzey Afrika ülkelerinden gelen, daha önce eşi benzerine rastlanmamış bir
mülteci akınına tanıklık ediyor. Akdeniz, alabora olan, kullanıma elverişsiz
tekneler yüzünden 2.500 mülteciyi boğdu. Mültecilerin ızdırabı, girişlerine
izin vermeyen Macaristan, Yunanistan ve diğer Avrupa devletlerinden soğuk cevap
aldığı sürece devam ediyor. Ancak Türkiye sahillerine vuran Suriyeli bebeğin
cesedi sığınmacılar için yaygın bir insanî yardım çağrısını tetikledi.
7 Eylül’de Birleşik Krallık Başbakanı David Cameron
parlamentoya seslenerek ülkesinin en az 20.000 Suriyeli mülteciyi kabul edip
iltica hakkı vereceğini duyurdu. Diğer yandan Fransa da 24.000 mülteciyi kabul
edeceğini bildirdi. Evet, bu adımların atılması çok zaman aldı ama gene de
yakında olmasına karşın Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt ve Bahreyn gibi
devletlerin suratına sert bir tokat atmış oldu.
Onlarca yıl Müslüman savunucular ve âlimler, Ortadoğu
bölgesindeki sahte sınırların oluşmasına katkı sunmuş Fransa ve Britanya gibi
emperyalist güçlerin oynadığı rolü hep kabul ettiler. Ancak İslam içerisinde
mezhepsel ayrışmayı derinlemesine pekiştirme noktasında Suudi Arabistan,
Türkiye ve İran gibi Müslüman devletlerin oynadığı rol, tümüyle kenara itilen
bir husustu.
Irak, Suriye, tüm Ortadoğu’daki mevcut insanî kriz
milyonlarca insanı yerinden etti, sadece Suriye’de 210.000’den fazla insanın
ölümüne neden oldu. 2011 yılında Tahrir Meydanı’nda eşi benzeri görülmemiş
olaylara tanık olundu, bu sürece Libya ve Tunus gibi Kuzey Afrika ülkeleri de
dâhil oldu.
Yasemin Devrimi Tunus’tan çıkış aldı, Hüsnü Mübarek,
Muammer Kaddafi ve Ali Abdullah Salih gibi tiranların despotik rejimlerine
tanıklık eden her devleti yutan bir tufana dönüştü. Arap Baharı’nın hayaleti
bir dizi devlette rejimleri devirdi, zulüm ve baskı ile ayakta duran
despotların onlarca yıl süren iktidarlarına son verdi.
Bu sürecin aynı zamanda, dört yıl süren kan banyosu
için de gerekli yolu açmış olması gerçekten tuhaf. Evet, sınırları çizen ve
Britanya ile Fransa’nın farklı devletler üzerinde yetki sahibi olmasını
sağlayan 1918 tarihli Sykes-Picot anlaşmasına her daim atıfta bulunuyoruz.
Filistin toprağı üzerinde bağımsız bir İsrail devletinin kurulması için gerekli
temeli teşkil eden 1918 tarihli Balfour Deklarasyonu’ndan da bahsediyoruz ama
modern Türkiye ve Suudi Arabistan’ın da çok uzun bir zaman sonra kurulmadığı
gerçeğini de bir kenara atıyoruz. İran, Suudi Arabistan ve Türkiye arasında
süren ve Arap dünyası üzerinde hâkimiyet kurma amacını güden savaş da bölgeyi
harap eden savaşta oluşan mezhepsel uçurumdan aynı ölçüde sorumlu.
Genelde iddia edildiği üzere, politik boşluk, her
türden devletin aşırıcı unsurların devlet karşıtı anlatıyı üstlenip ona
hükmetmesine izin veriyor. Benzer bir durum 2011 yılında Suriye’de yaşandı.
İran’ın sadık müttefiki, Sünni dünyanın hasım nizamı Beşar Esad rejimi sökülüp
atılması gereken bir çalı hâline geldi.
Suudi Arabistan ve Katar gibi Sünni devletler, ABD ile
birlikte, Suriye’deki isyancıların davasını desteklediler ve onları Esad’a
karşı silâhlandırmaya başladılar. Suriye’de iç savaş kaosa dönüşmekle kalmadı,
ayrıca IŞİD gibi bağnaz ve aşağılık bir örgütün oluşumu ile sonuçlandı.
IŞİD, sahip olduğu katı yorum üzerinden, Irak ve
Suriye’de sivillere saldırdı. Tüm bunlar olurken ve hâlâ olmaya devam ederken,
Suudi Arabistan Suriye rejiminin devrilmesi gerektiğine dair çağrısını
yineleyip duruyor. Beşar Esad görevi bırakmayacağını söylüyor ve IŞİD’e, ayrıca
Suudi Arabistan, Katar ve ABD’den destek alan diğer bir terörist örgüt Nusret
Cephesi’ne bağlı aşırıcılarla çatışıyor. Durumu daha vahim bir hâle sokan Suudi
Arabistan, bir de İran’ın desteklediğini söylediği Yemen’deki Husilere hava
saldırıları başlattı.
Suudi Krallığı’nın ikiyüzlülüğünü kanıtlayan diğer bir
argüman da Kral Salman’ın ABD ziyaretinde yığınla para harcamış olması.
Yemen’deki toplam nüfusun yüzde sekseninin Suudilerin gerçekleştirdikleri hava
saldırıları yüzünden kıtlığın eşiğinde olduğu, onca mültecinin sıfırı tükettiği
koşullarda Kral maiyetindeki 600 kişiyle birlikte Washington’a müsrif bir
ziyaret gerçekleştirmek derdinde.
Modern bir Müslüman devletin nasıl görünmesi gerektiği
noktasında hep mükemmel bir örnek olarak övülen Türkiye ise bağımsız bir Kürd
devletinin oluşumunu tarihsel olarak engelliyor. Kürdler, Irak, Suriye, İran ve
Türkiye sınırları üzerinden paramparça edilmiş bir coğrafyada yaşıyorlar. Kuzey
Irak’taki Kürd Peşmerge güçlerinin IŞİD saldırıları ile hareketin budanması
noktasında önemli bir araç olarak kullanıldığını da unutmamak gerek. Ancak bu
esnada Türkiye de Kürdlerin Suriye ve Türkiye sınırlarında kazandığı gücü
kırmak için her yolu deniyor. 2013 yılında Gezi Parkı’nda Erdoğan karşıtı
gösterilerin bastırılması da Türkiye’de giderek artan otoriterliğin bir başka
örneği.
Müslüman dünya ABD’yi, İngiltere’yi ve Fransa’yı
Ortadoğu’yu ve Afrika’daki birçok devleti işgal etmekle yıllarca eleştirip
durdu ama kendi içerisindeki köklü ayrışmaya ve bu ayrışmanın hâlen devam
etmesine de hep kör baktı. Hz. Muhammed Medine’yi Ümmet kelimesinin mevcut
sınırları dâhilinde ilk kurduğunda dinî aidiyetleri ne olursa olsun herkesi
kucaklamıştı. Bugünse Müslüman dünya, insanlarının canı ve geleceği pahasına
kendi çıkarlarının peşinde koşan bir topluma tanıklık ediyor.
Mirza Arif Bey
11 Eylül 2015
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder