Pages

16 Eylül 2015

Müslüman Devletler Nerede?


Müslümanlar Onlara En Fazla İhtiyaç Duyduklarında

Müslüman Devletler Nerede?

 

Avrupa kıtası, çatışmaların paramparça ettiği Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinden gelen, daha önce eşi benzerine rastlanmamış bir mülteci akınına tanıklık ediyor. Akdeniz, alabora olan, kullanıma elverişsiz tekneler yüzünden 2.500 mülteciyi boğdu. Mültecilerin ızdırabı, girişlerine izin vermeyen Macaristan, Yunanistan ve diğer Avrupa devletlerinden soğuk cevap aldığı sürece devam ediyor. Ancak Türkiye sahillerine vuran Suriyeli bebeğin cesedi sığınmacılar için yaygın bir insanî yardım çağrısını tetikledi.

7 Eylül’de Birleşik Krallık Başbakanı David Cameron parlamentoya seslenerek ülkesinin en az 20.000 Suriyeli mülteciyi kabul edip iltica hakkı vereceğini duyurdu. Diğer yandan Fransa da 24.000 mülteciyi kabul edeceğini bildirdi. Evet, bu adımların atılması çok zaman aldı ama gene de yakında olmasına karşın Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt ve Bahreyn gibi devletlerin suratına sert bir tokat atmış oldu.

Onlarca yıl Müslüman savunucular ve âlimler, Ortadoğu bölgesindeki sahte sınırların oluşmasına katkı sunmuş Fransa ve Britanya gibi emperyalist güçlerin oynadığı rolü hep kabul ettiler. Ancak İslam içerisinde mezhepsel ayrışmayı derinlemesine pekiştirme noktasında Suudi Arabistan, Türkiye ve İran gibi Müslüman devletlerin oynadığı rol, tümüyle kenara itilen bir husustu.

Irak, Suriye, tüm Ortadoğu’daki mevcut insanî kriz milyonlarca insanı yerinden etti, sadece Suriye’de 210.000’den fazla insanın ölümüne neden oldu. 2011 yılında Tahrir Meydanı’nda eşi benzeri görülmemiş olaylara tanık olundu, bu sürece Libya ve Tunus gibi Kuzey Afrika ülkeleri de dâhil oldu.

Yasemin Devrimi Tunus’tan çıkış aldı, Hüsnü Mübarek, Muammer Kaddafi ve Ali Abdullah Salih gibi tiranların despotik rejimlerine tanıklık eden her devleti yutan bir tufana dönüştü. Arap Baharı’nın hayaleti bir dizi devlette rejimleri devirdi, zulüm ve baskı ile ayakta duran despotların onlarca yıl süren iktidarlarına son verdi.

Bu sürecin aynı zamanda, dört yıl süren kan banyosu için de gerekli yolu açmış olması gerçekten tuhaf. Evet, sınırları çizen ve Britanya ile Fransa’nın farklı devletler üzerinde yetki sahibi olmasını sağlayan 1918 tarihli Sykes-Picot anlaşmasına her daim atıfta bulunuyoruz. Filistin toprağı üzerinde bağımsız bir İsrail devletinin kurulması için gerekli temeli teşkil eden 1918 tarihli Balfour Deklarasyonu’ndan da bahsediyoruz ama modern Türkiye ve Suudi Arabistan’ın da çok uzun bir zaman sonra kurulmadığı gerçeğini de bir kenara atıyoruz. İran, Suudi Arabistan ve Türkiye arasında süren ve Arap dünyası üzerinde hâkimiyet kurma amacını güden savaş da bölgeyi harap eden savaşta oluşan mezhepsel uçurumdan aynı ölçüde sorumlu.

Genelde iddia edildiği üzere, politik boşluk, her türden devletin aşırıcı unsurların devlet karşıtı anlatıyı üstlenip ona hükmetmesine izin veriyor. Benzer bir durum 2011 yılında Suriye’de yaşandı. İran’ın sadık müttefiki, Sünni dünyanın hasım nizamı Beşar Esad rejimi sökülüp atılması gereken bir çalı hâline geldi.

Suudi Arabistan ve Katar gibi Sünni devletler, ABD ile birlikte, Suriye’deki isyancıların davasını desteklediler ve onları Esad’a karşı silâhlandırmaya başladılar. Suriye’de iç savaş kaosa dönüşmekle kalmadı, ayrıca IŞİD gibi bağnaz ve aşağılık bir örgütün oluşumu ile sonuçlandı.

IŞİD, sahip olduğu katı yorum üzerinden, Irak ve Suriye’de sivillere saldırdı. Tüm bunlar olurken ve hâlâ olmaya devam ederken, Suudi Arabistan Suriye rejiminin devrilmesi gerektiğine dair çağrısını yineleyip duruyor. Beşar Esad görevi bırakmayacağını söylüyor ve IŞİD’e, ayrıca Suudi Arabistan, Katar ve ABD’den destek alan diğer bir terörist örgüt Nusret Cephesi’ne bağlı aşırıcılarla çatışıyor. Durumu daha vahim bir hâle sokan Suudi Arabistan, bir de İran’ın desteklediğini söylediği Yemen’deki Husilere hava saldırıları başlattı.

Suudi Krallığı’nın ikiyüzlülüğünü kanıtlayan diğer bir argüman da Kral Salman’ın ABD ziyaretinde yığınla para harcamış olması. Yemen’deki toplam nüfusun yüzde sekseninin Suudilerin gerçekleştirdikleri hava saldırıları yüzünden kıtlığın eşiğinde olduğu, onca mültecinin sıfırı tükettiği koşullarda Kral maiyetindeki 600 kişiyle birlikte Washington’a müsrif bir ziyaret gerçekleştirmek derdinde.

Modern bir Müslüman devletin nasıl görünmesi gerektiği noktasında hep mükemmel bir örnek olarak övülen Türkiye ise bağımsız bir Kürd devletinin oluşumunu tarihsel olarak engelliyor. Kürdler, Irak, Suriye, İran ve Türkiye sınırları üzerinden paramparça edilmiş bir coğrafyada yaşıyorlar. Kuzey Irak’taki Kürd Peşmerge güçlerinin IŞİD saldırıları ile hareketin budanması noktasında önemli bir araç olarak kullanıldığını da unutmamak gerek. Ancak bu esnada Türkiye de Kürdlerin Suriye ve Türkiye sınırlarında kazandığı gücü kırmak için her yolu deniyor. 2013 yılında Gezi Parkı’nda Erdoğan karşıtı gösterilerin bastırılması da Türkiye’de giderek artan otoriterliğin bir başka örneği.

Müslüman dünya ABD’yi, İngiltere’yi ve Fransa’yı Ortadoğu’yu ve Afrika’daki birçok devleti işgal etmekle yıllarca eleştirip durdu ama kendi içerisindeki köklü ayrışmaya ve bu ayrışmanın hâlen devam etmesine de hep kör baktı. Hz. Muhammed Medine’yi Ümmet kelimesinin mevcut sınırları dâhilinde ilk kurduğunda dinî aidiyetleri ne olursa olsun herkesi kucaklamıştı. Bugünse Müslüman dünya, insanlarının canı ve geleceği pahasına kendi çıkarlarının peşinde koşan bir topluma tanıklık ediyor.

Mirza Arif Bey
11 Eylül 2015
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder