Pages

14 Ağustos 2015

Arap Devrimci Söyleminin Yükselişi ve Çöküşü


Önceliklerdeki Değişim:

Arap Devrimci Söyleminin Yükselişi ve Çöküşü

 

“Arap Baharı” denilen süreçle ilgili entelektüel tartışmanın bütünüyle hürriyet, adalet, demokrasi ve en genel manada haklarla ilgili bir tartışmadan, birbirine zıt muhtelif kamplar arası politik ağız dalaşına doğru kaymış olması gerçekten de çok tuhaf.

Çeşitli Arap ülkelerinde isyan etmiş halkların bugün söz konusu tartışmada marjinalleştirilmesine, bitmeyecekmiş gibi görünen bir savaş dâhilinde sadece katiller ya da mağdurlar olarak birer yem niyetine kullanıldığına tanık oluyoruz.

İyi ama bu süreç nasıl bu denli yanlış bir yola evrildi?

Her şeyin alabildiğine basit, anlaşılıp izah edilmesi gayet kolay olduğu bir dönem oldu: uzun süre zulme uğramış insanlar, zalimlerine (Arap rejimlerine) ve ona yardım eden batılı güçlere karşı isyan ettiler.

Arap coğrafyasında sivil toplum, ya mevcut olmadığından ya da sıkı bir biçimde kontrol altında tutulduğundan, barışçıl kanalları kullanarak belirli bir etkiye yol açamayan Arap kitleleri sokaklara döküldü ve kendi özgül mücadelesini veren her bir millet temel talepler etrafında birleşti.

Esasında 2011’in ilk aylarında Araplar kısa süre de olsa bir araya geldiler. Devrimlerin kanı ve tozundan bir milliyete ait olma hissi doğdu. Bu devrimlerde Arap kitleleri, sembolik düzeyde bile olsa, kendilerini ilkin birer millet, ardından da bir kimlik bağlamında Arap olarak tanımladılar.

Her şey “Eşşab yurid iskatül nizam” [“halk rejimin devrilmesini istiyor”] şiarı ile başladı. Olan biten çok netti. Özgürlükleri boğan ve halkı ülkelerinin zenginliklerinden ve doğal kaynaklarından mahrum bırakan zalim, otoriter rejimlere dönük nefret çoğunlukla “İrhal” [“Terk et”] ifadesinde karşılığını buldu.

“İrhal”, kitleleri güçlendiren bir şiarın ötesini ifade ediyordu. Bir düşünün, şehirlerinin ana meydanlarında milyonlarca fakir insan, kimilerinin üzerinde yırtık pırtık elbiseler, bazıları aç, kimisi umut ve umutsuzluk arasında gidip geliyor ama hepsi de hep bir ağızdan, kulakları sağır edecek biçimde “İrhal” diye bağırıyor. Ardından da o diktatörler birbiri ardına ülkelerini terk etmeye başlıyorlar.

Kitlelerin gerçek bir değişimi tetikleme becerisinin verdiği cesaretle Arap devrimine dair anlatılar zamanla evrim geçirip olgunlaştı. Arap birliğine ait o Arapların müşterek hedefi etrafında birleşme çabasına iştirak eden semboller, zamanla bir biçim alıyor, bu noktada Tunus, Kahire ve Sana’da aynı bayraklar dalgalandırılıyor ve şu veya bu biçimde benzer talepler dillendiriliyordu.

Rejimlerin bölücülük tohumları ekmesine karşın, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki birliğe dair semboller de ortaya çıktı. Buna daha çok Mısır’da rastlanıyor ama diğer toplumlar da birlik üzerinde duruyor, kavmiyetçiliğe, bölgeciliğe, mezhepçiliğe, Arap milletlerini nesillerdir felce uğratmış ayrıştırıcı tüm “izm”lere meydan okuyordu.

Zamanla diğer anlatılar da öne çıkıp, kökleri derinlere uzanan öfkeyi ve adaletsizlikleri dile dökmeye başladı. Bu noktada kadın haklarından eğitim alma hakkına oradan servetin eşit dağıtılmasına kadar bir dizi konu gündeme getirildi.

Araplardaki devrimci anlatının nihai aşaması, Mısır’da atılan şu şiarda karşılığını buldu: “Hubz, hürriye, adalet-i içtimaiye” [“Ekmek, hürriyet, sosyal adalet”].

“Arap Baharı”nın bu aşaması boyunca televizyon tartışmaları, gazetelerde yer bulan makaleler ve sosyal medya tartışmaları, herkesle ilgili kendi gündemlerini öne taşımak amacıyla, bağırıp gösteriler düzenleyen Arapların müştereken dayattıkları anlatıları karşılamak için çabalayıp durdular. Medya bu gelişmeyi anladı, “rejim değişikliği”ne dayalı kendi anlatısı dâhilde “hürriyet”, “demokrasi” ve nihai olarak da “kalkınma”ya dönük genel atıflara yer verir hâle geldi. Ülkede ve tüm Arap coğrafyasında bu kelimeler dillere pelesenk oldu.

Belli ölçüde nahif olmasa bile, o günlerde her şey alabildiğine basitti. Genel varsayıma göre, Mısır’daki Tahrir Meydanı devrime dair kanıtlardan temizlenip, (NATO sayesinde bölgesel ayaklanmanın ölümcül bir savaşa dönüştüğü) Libya savaş ekipmanları ve gereçlerinden arındırıldığı noktada, kalıcı bir demokrasi ve ekonomik kalkınma için geri sayım da başlayacaktı.

Elbette tarihi biçimlendiren şey, hüsnü zan ya da iyi niyetler değil. Modern tarihin tümünde hükmünü yürütmüş yolsuzluğa, sefalete ve otoriter yönetimlere ait o fasit dairenin terse çevrilmesi için, ne kadar manalı ya da ne kadar güçlü olursa olsun, atılan sloganlardan daha fazlasına ihtiyaç var.

Arap isyanları sonrası yürürlüğe giren senaryoların neredeyse tamamında, söz konusu milletleri gerisin geri politik ve ekonomik canlanma yoluna sokma sorumluluğunu geçmişte o devrildiği varsayılan diktatörlerle birlikte ülkeleri yönetmiş, onlarla birlikte hareket etmiş ya da o diktatörlerden hayır görmüş elitler üstlendiler.

İsyan etmiş her bir Arap ülkesinde devrimci momentumun aniden durmasına ya da hep birlikte yön değiştirmesine tanık olmak, gerçekten ilginç ve tuhaf bir durum. Mısır, bu çelişkiler konusunda en iyi örnek. Bu ülke, söz konusu devrimlerle ilgili coşkudan ya da tutkudan asla mahrum değildi, ama burada yönetici elitlerin eşitlikçi bir ekonomik fırsata ve şeffaflığa dayalı bir sistemi kurabileceklerine dair masum ve çocuksu bir kanaat hâkimdi.

Her bir Arap devrimi esas olarak hiçbir temeli olmayan birer geçiş süreci olarak biçimlendi. Eski rejimler ve onlara yardım eden dış güçlerin inisiyatifi yeniden ele geçirip kazanımları tekrar kendi hanelerine yazmaları gerekiyordu. Bu, Arap kitleleri için gayet simgesel bir gelişmeydi. 25 Ocak Devrimi sonrası (Hüsnü Mübarek devrildikten sadece on gün sonra) Mısır’ı ilk ziyaret eden yabancı devlet başkanının İngiliz başbakanı David Cameron olması önemli bir işaretti. Zira kendisi, silâh tüccarlarının ve askeriyeyle anlaşmalar imzalayan yüklenicilerin başlıca temsilcilerinden biriydi. Cameron, Mısırlı askerî yöneticilere silâhlar teklif etmek için gelmişti. Oysa silâh, o dönem fakir Mısırlıların ihtiyaç duyduğu en son şeydi.

Kısa süre önce, 2 Ağustos 2015 tarihinde, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin Bloomberg’de de haberleştirilen ziyareti ile ilgili olarak, “Kerry İnsan Hakları Meselesiyle İlgili Gerilimlere Karşın Gelişmiş Bir Mısır Gördüğünü Söylüyor” türünden manşetleri okumak da bu noktada gayet makul. Kerry, bu ziyaretinde Mısır’a savaş uçakları ve başka silâhlar önerdi.

“Arap Baharı” henüz hedeflerinin hiçbirisine ulaşamadı. Ne ekmek bollaştı, ne özgürlük yakın bir ihtimal, ne de sosyal adalete tanık olunuyor. Aksine “Bahar”, zayıf yanlarının her zamankinden daha fazla bilincine varan Arap elitlerine, ordularına ve rejimlerine gerekli enerjiyi verdi.

Bir zamanlar kendilerini yenilmez, halklarını da sonsuza dek koyun gibi güdülecek şeyler olarak gören birçok Arap ülkesini bugün korku sarmış durumda. Bu gelişme, bölgesel çatışmalara ve politik manada yeni hizalanmalara sebebiyet veriyor. Dolayısıyla her bir halk isyanı, sınırları aşan, aşırı gruplara gerekli ilhamı veren ve batı müdahalesi ile batının kontrolünde yürüyecek bir savaşı davet eden bölgesel bir çatışmaya ya da savaşa dönüşmüş durumda.

Arap dünyası ve en genelde Ortadoğu, Osmanlı topraklarının eski Avrupalı sömürgeci güçler arasında bölüştürüldüğü ve II. Dünya Savaşı’na giden yolun döşendiği yirminci yüzyılın başından beri bu büyüklükte bir coğrafî ayaklanmayı deneyimlememişti. Sonuçta bu ayaklanma, söz konusu çatışmalarda halk unsurunun bulunmasına bağlı olarak, daha fazla bir çıktıyı koşullamasa bile, bu geçmiş deneyimler kadar toprağı parçalama imkânına kavuşmuştur.

“Arap Baharı”nın önceliklerinde yaşanan en önemli değişikliklerden biri de halkın dile döktüğü o temel, masum, birleştirici ve halkı yetkilendiren söylemlerinin yerini, karmaşık, şeytanî, dağıtıcı, yetkiyi halktan alan, seçkinci bir dizi söylemin almasıdır. Burada halk, ya hiç önem arz etmez ya da çok az önemi haizdir.

Eğer zaman ve mekân içerisinde konumlanmış herhangi bir tarihsel aşamadaki politik öncelikleri anlamak amaçlanıyorsa, dil bu noktada önemli bir araç olarak devreye girecektir. Ortadoğu’da işbaşında olan dil ise bölgesel hasımlar arasındaki çatışmalardan dem vuran, politik hedeflerine ulaşmak için bu durumdan istifade etmek isteyen mezhep, kabile ve bölgelerden bahseden bir dildir. Halklar ise giderek daha fazla kıyıya köşeye atılmakta, sadece uzun süredir millî bir manaya sahip bulunmayan bayrakları ve gülümseyen, o muzaffer edalarıyla, her daim zalim olan yöneticilerinin posterlerini sallamaya mecbur edildikleri devlet törenlerinde kısa süre görünme imkânı bulabilmektedir.

Remzi Barud
11 Ağustos 2015
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder