İsrail’in dış istihbarat kolu Mossad’dan ayrıldıktan
yirmi üç sene sonra bir hatıra, Yossi Alfer’i sabahın dördünde uyandırıyor. O
günlerde hâlâ Paris yakınlarında sürgünde olan Ayetullah Ruhullah Humeyni’yi
1979’un başında öldürme isteğini Mossad ya kabul etmiş olsaydı?
Verdiği mülâkatta Alfer bu soruya “cevap vermesi
imkânsız” karşılığını veriyor. “Oldukça karizmatik liderlerin merkeziliği ve
dolayısıyla onların ortadan kaldırılması için her zaman bir gerekçe ortaya
konulmak zorunda.”
Alfer, bu olayın temellerini son kitabı Periferi:
İsrail’in Ortadoğu’da Müttefik Arayışları’nda ortaya koyuyor. Mossad’ın
başındaki isim olan İshak Hofi, Mossad’ın Tahran temsilcisi Eliezar Şafrir ile
Alfer’i huzuruna çağırıyor ve onlara, giderek büyüyen protestoların önünü
kesmek için o dönem Şah’ın bekçi niyetine atadığı başbakanı Şapur Bahtiyar’dan
gelen, Humeyni’ye “suikast düzenleyin” ricasını iletiyor.
Şafrir’in cevabı olumsuz oluyor: Eğer Humeyni İran’a
dönerse, onun muhtemelen ordu ve Şah’ın güvenlik polisi Savak’ın hakkından
geleceğini söylüyor. Alfer derin bir nefes alıp şu tespiti yapıyor: “Mevcut
risk hakkında hükümde bulunabilmek için, Humeyni’nin neyin savunucusu olduğunu,
elinde ne tür imkânlar bulunduğunu pek bilmiyoruz.”
Humeyni’yi hafife almak sadece Mossad değil, ABD,
Britanya ve Savak’ın da önemli bir hatası. Bugün bildiğini bilse Alfer neyi
tavsiye ederdi acaba?
Alfer bu noktada, “Eğer bu konuşma birkaç ay sonra
yaşanmış olsaydı, ben muhtemelen ‘bu riske değer’ derdim” diyor. “Ben farklı
bir görüş sunsaydım, Mossad başkanının farklı bir karar vereceğini
söylemiyorum, bu, bugüne kadar bende kalan bir yüktür.”
Devrimciler iktidara gelince niyetlerini hızla açık
ediyorlar. “Muhalefetin hakkından nasıl geldiğini, tüm o idamları gördük ve
onların kararlılıklarını bir biçimde takdir ettik. Devrimi ihraç etmeyle ilgili
planlarını hiç saklamadılar. Anlaşılan o ki Bahtiyar bunu anlamıştı ama biz ne
Bahtiyar’ı ne de mollaları tanıyorduk. Gidişatı anlamadık.”
Alfer’in bu sürükleyici çalışması kendi tecrübesine ve
bir yığın mülâkata dayanıyor. Kitap, esas olarak Cemal Abdunnasır
liderliğindeki Mısır’ın başını çektiği, “Arap merkezci” devletlere karşı
İsrail’in bölgesel müttefikler bulduğu, 1957-8 döneminde başbakan olan David
Ben Gurion tarafından geliştirilmiş “Periferi Doktrini”ni inceliyor.
Alfer, “Mossad’ın başbakana bağlı olduğunu,
dolayısıyla Ben Gurion’un bu görevi Mossad’a vermesinde bir anormallik
bulunmadığını” söylüyor: “Ben Gurion dışişleri bakanlığına uzaktı. Bunlar gizli
ilişkilerdi ve temelde bu ilişkilerle ilgili tüm bilgileri başbakana bildirmek
de Mossad’ın işiydi.”
Alfer gibi Mossad ajanları, ülkelerde ve oralardaki
etnik veya dinî azınlıklar içerisinde faaliyet yürütüyorlar. Bu faaliyet
alanları Etiyopya’yı, Sudan’ı, Fas’ı, Yunanistan’ı, Lübnan Marunîlerini, Irak
Kürtlerini, güney Sudan’ı ve Berberîleri içeriyor.
Alfer, o dönemde Saddam Hüseyin’in iktidarda olduğu
Irak’ta Kürt savaşçıları eğitiyor, ta ki Şah, 1975’te Cezayir Anlaşması ile
Kürt isyanına yönelik desteğine son verip fişini çekene kadar.
İsrail’in Ortadoğu’da müttefik arayışı üç başlıklı.
Ellilerden beri Türkiye ve İran ile istihbarat üzerinden bir ittifak söz
konusu. İran ile ilişki 1979 Devrimi’ne dek sürüyor, 2009 civarı başbakan
Erdoğan ile birlikte iki ülke arasında belli bir mesafe açılıyor.
“Tahran’daki
ticarî heyetin başındaki isim oldukça tecrübeli bir büyükelçiydi. Şah’a direk
ulaşabiliyordu ama [resmî] bir rütbesi yoktu, diplomatik kokteyllere hiç davet
edilmiyordu, zira İranlılar Araplar karşısında İsrail’i belli ölçüde
reddettiklerini göstermek istiyorlardı.”
Toplamda periferi doktrininin kapsamı seksenlerde
“merkezî” Arap devletleri ile yürütülen barış görüşmelerine doğru daralıyor. Bu
ilişki, militan İslamcılığın muhtelif akımları karşısında düşman olmayan kimi
Arap devletlerinin ortaya çıkmasıyla, 2010’dan sonra farklı bir kılıfta yeniden
gelişme imkânı buluyor.
“Bugün
eğer düşman kesimi tarif etmek istersek, karşımıza gayet amorf bir yapı çıkar:
ilk başta sayılması gereken, Hizbullah ve Hamas gibi devlet olmayan
aktörlerdir. Buna IŞİD ve Nusret Cephesi eklenebilir. Etrafımızda akışkan,
devrimci bir durum mevcuttur. Bu durum bizim her daim tetikte olmamızı gerekli
kılıyor. Bu nedenle bölgeye bir mozaikmiş gibi bakıyoruz. Mozaiğin her bir kare
taşına atlayıp mevcut durumları birer faydaya çevirmeye çalışıyoruz. Sahaya
baktığımızda karşımıza İran ve Türkiye çıkıyor. İran Hizbullah’ı destekliyor
ama Türkiye’yi tam bir düşman olarak tanımlamak güç. Son süreçte İsrail’le
Türkiye arasındaki ticarî ilişkilerde, diplomatik gerginliğe karşın, ciddi bir
patlama yaşanıyor.”
O hâlde İsrail için en büyük tehdit kim? İran ekseni
mi, Hizbullah mı, Esad rejimi mi? Yoksa IŞİD ve Nusret Cephesi gibi militan
Sünni Müslüman gruplar mı?
Alfer bu soruya şu cevabı veriyor:
“Her
ikisi de bizim için kötü. Ama hangisi acil olarak halledilmeli diye sorulacak
olursa, bu sorunun cevabı Hizbullah ve İran olur. Esad burada artık neredeyse
pasif bir oyuncu hâline gelmiştir. Bunlar bizim için acil ele alınması gereken
düşmanlar, öte yandan IŞİD’in ağzından bizimle ilgili tek laf işitmiyoruz.
İslamî fanatiklerin bizden kurtulmak istediklerine şüphe yok ama ellerindeki
kara listede biz epey alt sıralarda yer alıyoruz.”
Karşısında bu düşman cephesini bulunca İsrail,
Azerbaycan, Romanya, Yunanistan ve Kıbrıs’la bağlantılar kuruyor, Rusya, Çin ve
Hindistan’la ticarî ilişkilerini geliştiriyor. Bu da, periferi doktrininin
geliştiği ellilerle kıyaslandığında, bugün İsrail’in epey güçlü olduğunu
gösteriyor. Zaten Alfer de bu noktada şu tespiti yapıyor: “Elimizde daha fazla
seçenek var, artık sırtımızı sürekli duvara yaslamak zorunda değiliz.”
Bir de İsrail’in Suudi Arabistan gibi Körfez
ülkeleriyle ilişkileri meselesi var. Bu da İsrail’e ihraç edilen Şah petrolleri
kadar “gizli” bir mesele.
“Bir
buçuk yıl önce Bibi [Netanyahu, -İsrail başbakanı] BM’de çıkıp İsrail’in Körfez
ülkeleriyle ilişkisini faş etti. Her şeyi açık açık söyledi. Bu ilişki ne kadar
somut, bu başka bir mesele ama en azından bir ilişki olduğu açık. Ama gene de
ikircikli bir ilişki bu, çünkü bu ülkeler IŞİD ve Nusret Cephesi’ni besliyor,
bu, İdlib’de ve diğer yerlerde yaşananlardan belli.”
Türkiye’nin Körfez ülkeleriyle ticareti de İsrail
üzerinden gerçekleşiyor. Zira Irak ve Suriye artık güvenli değil.
“Türk
kamyonları İsrail limanı Hayfa’dan çıkıp Beit She’an Vadisi’nden geçerek
Ürdün’e giriyorlar, Türk malları buradan Arap yarımadasına ulaştırılıyorlar.
Türk plakalı kamyonlar, gemiyle gelip yollarına devam ediyorlar. Bu, birkaç
yıldır bu şekilde gerçekleşiyor, bir tür statüko gereği, muazzam bir ticarî
çıkar söz konusu burada.”
Alfer İran konusunda biraz karamsar. Kitabında
“periferi nostaljisi” başlıklı bir bölüm var. Bu tabirle Alfer, İran’la
ilişkilerin iyileşmesinin Tahran’daki devlet yetkililerinin değişmesine veya
yerinden edilmesine bağlı olduğuna dair kanaate işaret ediyor. Her ne kadar
Alfer, Obama yönetimi içerisinde bir “muadil” keşfetse de, İran-Irak savaşında
İsrail’in Irak’a silâh gönderdiği seksenlerden beri bu ilişkinin çok
zayıfladığını söylemek gerekiyor.
“Cumhurbaşkanı
Hasan Ruhani ve dışişleri bakanı Muhammed Cevad Zarif ile yapılan bu nükleer
anlaşmasının İran’daki politik hayatı ılımlılaştıracağını ve bunun İranlı ya da
değil, herkesin faydasına olacağını söylüyorlar. Umarım başarılı olurlar.
İran’ın nükleer silâha sahip olması konusunda hiç endişelenmeksizin bir on yıl
daha yaşamaya itirazım yok benim ama beni asıl rahatsız eden, bu anlaşmanın
İran’ın Irak’ta, Suriye’de ve belki de Yemen’de bölgesel hegemonya peşinde
koşmasına dönük sahada uygulamaya sokulacak bir hoşgörüye tercüme edilmek
istenmesi.”
Belki de bugün her şey çok farklı olabilirdi.
Mossad’ın Tahran’daki eski ajanı Şafrir ile Alfer, bugün Tel Aviv’de
birbirlerine yakın evlerde yaşıyorlar. Alfer, mülâkatta “onunla yüzme havuzunda
buluşup sohbet ettiklerin”den bahsediyor.
Gareth Smith
5 Haziran 2015
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder