“Eskiden
laikliğin güvencesi, payandası bürokrasi ve orduydu, artık onlar kalmadı, bugün
laikliğin muhafızı biz sosyalistleriz.” [Alper Taş]
Bu
söz, Birgün gazetesinin “Öyle geriledik ki İslam öncesi döneme geçtik”
manşetiyle tutarlı. Aynı şekilde, “Dün dündür, bugün de bugün” [Süleyman
Demirel] düsturuna yaslanan bir söz bu. Demirel’in dün de o gün de nitelik,
vasıf ve misyon açısından aynı varlık olduğu düşünülürse, demek ki Taş gibi
sosyalistler geçmişte de laiklermiş, nasıl olsa bürokrasi ve ordu koruyor diye
biraz sosyalistlik oynuyorlarmış, laikliğin tehlikeye girdiğini görünce de
“bırakın sosyalizmi, devrimi, laiklik elden gidiyor” korosuna katılmışlar.
Dün-bugün,
an-süreç gibi ayrımlar yapanlar, zaten mevcut küçük burjuva kimliklerini ve
varlıklarını korumak amacıyla bu türden ayrımlara tevessül ediyorlar.
Yoksa
bugün Alevîlerin yanında olup süreçte Hz. Ali’yi katleden Haricîler gibi olmayı
öğütlemek mümkün olabilir mi? Bu, ancak “Ali’siz Alevilik” teranesiyle mümkün.
Devletin olmayan Kemalizm, bir anda liberalizmin kucağına koşuveriyor.
“Yaramazlık ettim özür dilerim” diye annesinin eteğini, babasının elini öpüyor.
O yaramazlık da zaten “birkaç enayi bulup kandırabilir miyim?” diye yapılıyor.
Esasen liberal küçük burjuva dünyanın terk edilmesi, bunlar için imkânsız.
Üç
devlet var iken küçük burjuvanın kendisini devlet karşıtıymış gibi sunduğu yer,
bir boşluk ve bu boşluk, ya emperyalizmle ya da kemalizmle dolduruluyor. Üç
devletin ilki emperyalistlerin kurduğu Türkiye devleti; ikincisi toprak
ağaları, kaçakçılar ve yağmacıların, birkaç burjuvanın Kemalizm örtüsü altında
kurduğu devlet; üçüncüsü ise mazlumların ve sömürülenlerin bugünün kavgasında
rüşeym hâlinde olan müstakbel devlet. Devlet karşıtı solculuk, esasen bu
müstakbel devlete düşman, diğerlerine değil. Yani emperyalizme ve Kemalizme
karşı geliştirilen eleştiriler politik değil, apolitik. Aslolarak mazlumun-sömürülenin
muktedir olmasına karşı.
Sömürge
değil her daim sömürgeci olmuş ülkelerden teori ithal etmek, kurgu itibarıyla,
emperyalizmin devletine hizmet ediyor; sömürgelerdeki ağaların, paşaların
geliştirdiği düşüncelere yaslanmaksa Kemalizmin devletine. AKP’nin
parti-devleti ise birinci devletle ikinci devlet arasında salınıyor. Buna, Kemalizmin
açtığı yuvarda solculuk oynayanlar tepki geliştiriyorlar. Emperyalizmin
doksanlarla birlikte salık verdiği ideoloji ise yavaş yavaş bu sahnede
kendisine yer buluyor.
Kimlik
siyaseti, feminizm, etnisite, cinsiyet gibi başlıklarda saf liberal tezlere
sarılanların elinde “devrimcilik ve sosyalizm”, emekçi halka karşı bir zırhtan
ibaret. AKP’nin kadını sosyal hayattan çekmeyecek kadar kapitalizme,
neoliberalizme bağlı bir yapı olduğu ortada iken, “kadınları sokağa
çıkartmayacak bunlar!” diye feveran etmek kime yarıyor? İslam’a değil,
kapitalizmin genel mantığına, gidişatına teslim olmuş bir partinin o kapitalizm
için çocuk yetiştirmemesi mümkün mü?
AKP’nin
parti-devlet sürecini bir gerilimde sürdürdüğü görülüyor. Burada kendi tabanını
pekiştirmek, basit kutuplaştırma siyaseti ile kitlesini diri tutmak ama öte
yandan da devleti ve toplumu neoliberalizmin sultasına sokmak için belirli
hamleler yapılıyor. “İpteki cambaza bak” deyip aşağıdaki seyircilerin
cüzdanlarını yürüten hırsız misali, beş yaşında kız çocuklarına başörtüsü
mecburiyetini ima edecek laflar söylüyorlar, bizim saflar da buna kanıp tüm
teorik, ideolojik ve politik enerjilerini din düşmanlığına teksif ediyorlar.
Burada bireysel duygularını histeri düzeyinde sergilemek, politika yapmak
zannediliyor.
Emperyalizme
karşı mücadele ederek ya da Kemalizme karşı mücadele ederek açılmamış
yuvarlara, kovuklara onların ideolojisi doluyor. İlkinde liberalizm;
ikincisinde laiklik ses veriyor. Her ikisinde de ilerlemecilik, temel çıkış
noktası olarak kabul ediliyor. Bu ilerleme de burjuvazinin ve zalimlerin
ordularının ilerleyişi olarak tanımlanıyor.
Bugün
emperyalizme ve Kemalizme “AKP’den bizi kurtarın!” diye yalvarmak, iç içe
geçmiş durumda. Yalvaranlar, esas olarak mazlumların-sömürülenlerin devletine
karşı ve düşman bireyler. Sayıları giderek çoğalıyor, nitelikse önemsiz
düzeyde.
Mazlumların-sömürülenlerin
devleti için emperyalizmin ve Kemalizmin devletine karşı olmak zorunlu. Aksi
takdirde, AKP’deki Kemalistliği görüp emperyalizmin yanına; AKP’deki
emperyalizmi görüp Kemalizmin kucağına koşmak mümkün. Koşu, ikisinin iç
içeliğine kör.
Mazlumların-sömürülenlerin
rüşeym hâlindeki devleti, kitlelerin kolektif mücadelelerinde fiilî olarak
oluşuyor. Söz konusu oluşum, liberal devlet karşıtlığı sebebiyle kesintiye
uğratılıyor. Teori ve pratik düzeyde böylesi bir mizandan yoksun olmak,
cümlemizi emperyalizmle ve/veya Kemalizmle birlikte düşünüp hareket etmeye
itiyor.
Emperyalizmin
devleti ve Kemalizmin devleti arasında uzlaşmaz karşıtlık değil, uzun süre bir
arada barış içerisinde birlikte yaşamaya meyilli bir gerilim var. Bu gerilimi
harlayıp kendisine alan açacağını zannedenler, yanılıyorlar. AKP, doğal seyir
itibarıyla Kemalizmin devletine kapaklanıyor. Bizse hâlâ onun mızrağının
ucundaki sayfaya kılıç sallıyoruz.
Devletin
tüm boyutlarıyla restore edilmesinde, pekiştirilmesinde figüran değil, baş
aktör olmak için, bu sürece izin veriyoruz, ona bağlanıyoruz. Devleti tahkim
eden AKP’yi biz güçlendiriyoruz.
Liberalizm,
tanrının bireye yedirilmesini emrediyor. Dolayısıyla, kolektif, nesnel
gerçeklik, o birey için bir şey ifade etmiyor. AKP, Müslüman’ı liberal ölçüye
vururken, onun karşısına sosyalizmi, Kemalizmi, Alevîliği, işçiliği, kadınlığı
veya Kürdlüğü aynı ölçüye vuran yüce, soyut bireyler çıkartılıyor. Her
şeyden münezzeh, doğurmamış, doğrulmamış, ezel-ebed bir varlık hâline
getirilmiş bu olgular, toplumsal-tarihsel gerçekliğini yitirmekle politik
alandaki ağırlıklarını yitiriyorlar. Esasında bu olgular, kavgada oluşan
gerçekler değil, kavgadan azade kurgular olarak değer kazanıyorlar.
Twitter
ve Facebook gibi emperyalist mahfiller, zihnimizi, teorik derinliğimizi tayin
ediyorlar. Buraları, o yüce, soyut bireyin kendini var hissettiği, sürprizli,
kaotik gerçekliğiyle, bir podyuma dönüşüyorlar. Dolayısıyla teori, ideoloji ve
politika, niceliğe ve şekle hapsediliyor. Niteliksel ve özsel dönüşümler
horgörülüyor.
Esas
olarak bireyler, bu podyumdaki görünüşlerini önemsiyorlar, kirli, aykırı
yanlarını törpülüyorlar. Bunu yaparak, mazlumların-sömürülenlerin devletine
karşı somut bir tavır almış oluyorlar.
On
dokuzuncu yüzyıl sonunda ve yirminci yüzyılın başında siyaset alanına güçbelâ
girme imkânı bulmuş Avrupa işçi sınıfı, seçimlerde gidip sağ muhafazakâr
partilere oy verirler diye kadınlara oy hakkı verilmesine karşı çıkıyor.
Buradan şu tespit yapılabilir: demek ki işçi sınıfı, kadınlar şahsında kolektif
olanın parçalanma ihtimalini görüyor; kadıncılıktaki liberal tehlikeyi seziyor.
Aynı durum, esasen sağ muhafazakâr hareket içerisinden çıkmış olan yeşil,
çevreci hareket için de geçerli.
AKP,
siyaset alanına “Müslüman” denilen varlığı, liberal bir kurguyla yüceltip onu
tüm tarihsel-toplumsal bağlarından kopartarak girebiliyor. Buna karşı sol da
anti-AKP’cilik yaparak, kendi içerisindeki yüce soyut birey ölçüsüne vurulmuş
olguları çıkartıyor: kadın, işçi, Kürd, öğrenci vs. “Geçmişte hep ruhu öne
çıkarttık, aslolan saf bedendir” diyenler, bu noktada yeni bir şey
söylemiyorlar. Ruha karşı bedeni çıkartanlar, liberalizmi başka bir yerden
besliyorlar ve oradan besleniyorlar.
AKP,
esasen emperyalist devletle Kemalist devlet arasında bir denge formülü. O,
egemenlerin böylesi bir formüle ihtiyacı olduğu için var. Aynı zamanda siyaset
alanı dâhilinde kontrolsüz, tehdit arz eden Müslümanların terbiye ve disipline
edilmesi işlevini görüyor. Muadili ve mütemmim cüzü olan CHP ise kontrolsüz,
tehdit arz eden emekçi, proleter, devrimci, sosyalist kesimleri liberalizm ve
laiklik ile terbiye ve disipline edip düzene bağlıyor. Olan, arada kalan
mazlumlara-sömürülenlere oluyor: onların tüm ideo-politik mücadele biçimleri bu
çekişmede dize getiriliyor, bastırılıyor.
CHP’yle
kolektif ruhumuzdan; AKP’yle kolektif bedenimizden mahrum kalıyoruz. Yaşanan
kavgada burjuvazi ve devlet, bizim şahsımızda, bize hissettirmeden, kendisine
uygun bir kitle oluşturuyor.
Bu
nedenle, bir “komünist parti”nin liderinin “laiklik modaydı geçti, artık
işimize bakalım, kapitalizme karşı mücadele edelim” demesi[1], kendi soyut
bireysel varlığına işaret etmesinden başka bir anlam taşımıyor. Zira o
podyumdaki modanın cazibesine kapılan ruh diz çöküyor, devletin duasını
mırıldanmaya başlıyor. O parti, emir gereği o modadan kopamıyor.
“İslam
öncesine kadar geriledik” manşeti bir İslam’a işaret ediyor. Ama burada bu
sistemin zaten müşrik, putperest, yağmacı, tefeci ve tüccar egemenliği altında
olduğu gizleniyor. İslam olmasa bu egemenlik sorun değil aslında. Yani İslam’ın
tarihsel-kolektif planda bu egemenliğe karşı mücadele etme ihtimali çöpe
atılıyor, ona yoldaş olunamıyor; burjuvazinin duası mırıldandıkça, beden
rahatlıyor.
Bu
koşullarda, İslam’a dönük nefreti büyütüp kendisine alan açtıklarını
zannedenler, ne kadar bireyselleştiklerini, yalnızlaştıklarını görmüyorlar.
Kendi yüce soyut varlıkları tatmin olsun diye, politikanın nesnel, devrimci
kolektif niteliği heba ediliyor.
Kürd’ün
ve Müslüman’ın kolektif varlığıyla siyaset alanına girişi bir tarafı
emperyalizmin devletine; diğer tarafı Kemalizmin devletine bağlıyor.
Mazlumların-sömürülenlerin devletinin oluştuğu kolektif mücadele bu süreçte
lime lime ediliyor. Siyaset alanına girişi tayin eden burjuvazinin yanına
oturarak kimileri, Kürd’e ve Müslüman’a “çık buradan” diyor; bunu demek için
kendi dayandığı kolektif oluşumları bireysel varlıklara indirgiyor, liberal
ölçüye vuruyor. Bu ölçüye iman edenlerin, sömürüye ve zulme karşı mücadele
etmesi, o mücadele içinde oluşan “devlet”e örgütlenmesi mümkün görünmüyor.
Eren Balkır
14
Şubat 2015
Dipnot:
[1] Kemal Okuyan, “Laiklik Aniden Neden Moda Oldu?”, 13 Şubat 2015, Sol.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder