AKP şahsında temsil olunan sömürü ve zulüm düzenine
karşı pratiğimizde iki hareketin kıskacı altındayız: sömürü bahsinde sosyal
demokrasinin; zulüm bahsinde liberalizmin. İlkinde hareketin ölçüsü devlete;
ikincisinde burjuvaziye göre belirleniyor. O nedenle bir köfteci zincirinde
kurye olarak çalışan gençleri hor görüyoruz; bir genç kızın katli sonrası
yapılan eylemde otobüs şoförüne saldırıyoruz.
Bahsi geçen kıskaçta iki taraf bize, düşmanı tek bir
kişide, failde, öznede sabitlemeyi öğütlüyor. Bunu, burjuva hukukunun
birey-özne kurgusu uyarınca yapmamız söyleniyor. Öznelliğimizi Tayyip
sevmezliğimiz üzerinden kurmamız isteniyor. Bu, aslında bizi bireye bölmekle
ilgili bir operasyon.
Sonuçta Tayyip, birey-özne olarak yaptıklarından
sorumlu hukukî bir varlığa kapatılıyor, mahkemeye çağrılıyor, böylelikle
kendimizi tarif edeceğimiz, bizi de kesen hukuki bir ölçüt bulmuş oluyoruz, Tayyip
şahsında kendimizi tatmin edip rahatlatıyoruz. Gerçek, tatminin ve rahatın
ötesinde oluyor. Tayyip ve sahipleri, bu rahatlamayı ve gerçekten kaçılmasını
istiyor.
Bireye bu düzlemde kavga-mücadele-savaş arasındaki
nesnel ayrımları silikleştirmek düşüyor. Ayrımlar silikleşince, birey-kadına
“devlete karşı silâhlan” emri veriliyor. Bu emri verenler, ya silâh tüccarı ya
polis ya da elinde silâh olduğu zannedilen, apolitizmini onun ardına saklayan
bir örgütün ajanı. Herkesi “liberal”, kendisini “komünist” ilân edip sonra da
“silâh elinize aldığınızda liberalizmden kurtulursunuz” uyanıklığına başvurmak,
sonra her politik duruma ve olaya liberalizmle cevap vermek, ülke solunun genel
hâlini de özetliyor: silâh, özünde liberalizmin kılıfı olarak istismar edildiği
ölçüde, hiçbir kalıcı sonuç üretmiyor. Bu koşullarda kitleler, devletle
korkutulup burjuvaziye kul edilmek isteniyorlar. Solcu bir Facebook grubunun
sayfasından bir boya şirketine teşekkür edilmesi, bunun bir sonucu.
Kobanê zaferinden aylar önce Iraklı bir subay, IŞİD’in
ancak şehir içerisine çekilip keskin nişancılarla bertaraf edilmesi suretiyle
yenilebileceğini söylüyor ve bunu YPG-YPJ’nin gayet iyi başardığını tespit
ediyor. Savaş sanatının bir gereği olarak kadınların savaş pratiğinin önüne
geçmesi bu gerçekle ilgili, çünkü kadın ve erkek, keskin nişancılık konusunda
asla eşit olamıyor. Sola ise kadınlardaki bu üstünlüğü kendi batılı,
ilerlemeci, liberal dünyası için istismar etmek düşüyor. Genelde kadın-erkek
eşitliği, kadının üstün yanlarının erkek lehine törpülenmesi olarak ifa ediliyor.
Bu noktada bir-iki ahmak solcudan şu tarz
değerlendirmeler işitiliyor: “Her şeye bir terör örgütü bulan devlet aklı,
ortada ideolojik, sivil, savunmasız insanlara yönelik apaçık cinayetler, gerçek
manada terörizm varken, bunları neden terör eylemleri olarak görmez.” Devletten
yardım ve inayet bekleyen tutum, üstelik millete devlet karşıtı olduğunu
söyleyebiliyor. Devlete akıl veren söz konusu tarz, en fazla, burjuvazinin
serbestiyet ihtiyacına bağlanıyor, burjuvazinin kölesi olabiliyor.
Demek ki liberalizm bize devletle eşitlenme; sosyal
demokrasi ise burjuvaziyle eşitlenme imkânı sunuyor. Devletin karşısına oturup
ona akıl verir hâle geliyoruz. Geçmişte Kürd hareketine yönelik yapılan
işlemlerin “erkeklik” konusunda yapılmasını öneriyoruz. Toplam siyaset,
kitleler içerisinden devletle ve burjuvaziyle aynı masada oturmak isteyenleri,
ayrı kulvarlarda, öne çıkmasını koşulluyor, onlara sesleniyor. Bireysel
çözümler yüceltiliyor, silâh bu yüceltimin putu hâline geliyor, sokak bunun
puthanesi kılınıyor. Pankartlarımız, o puthanelerin kutsal örtüleri olarak
hazırlanıyorlar.
“İç güvenlik paketini sokakta parçalayacağız”
denilmesinin nedeni, bu solcu bireylerin rahat edebilecekleri, onların
kendilerine benzeyenlerin toplandıkları bir mekân kurmak istemeleridir. “Sokak”
dedikleri, meydanlara taşmak istemeyen iradedir. İç güvenlik paketi, meydanı
tutanın kendisini koruma çabasıdır. Olası bir ayaklanmaya karşı önlemdir.
Sokağın, sokak şahsında, bireysel olanın koruma altına alınmasına dayalı bir
pratik, paketi parçalayamaz, aksine paket olur.
Batıda tartışılan, devletin kaosu ezmeye değil,
kontrol etmeye dönük stratejik bir değişiklik yaşadığına ilişkin tartışmalarda
polisin askerîleştirilmesi üzerinde duruluyor. Bizde ise sol, bu yönelimi
stratejisiz karşıladığı için, kendince bir ayrıma ve indirgeme çabasına
yöneliyor ve “polis devleti”nden söz ediliyor. Böylelikle eskiden ayrı ayrı
“polis partisi” ve “asker partisi”nden dem vuranlar, bugün sokakta gördüklerine
takılıp polisin devletleştiğini düşünüyorlar. Oysa devlet, Kürdistan’daki geçmiş
pratiğinin aslî unsuru olan askerî pratiği polise yedirmek istiyor. Bu açıdan
“polis devleti”nden söz edenler, ideolojik planda, alttan alta CHP’ye göz
kırpıyor, onun yanına ilişiyorlar. Ortada, bugün polisle çatışma cüreti
gösterip iki gün sonra sosyal demokrat olunmayacağının bir sigortası mevcut
değil. Esas olarak “iç güvenlik paketini sokakta parçalayacaklarını söyleyenler
de CHP’nin askeri olmaya yazgılıdırlar. Bu pratik, “zengin, başarılı, kudretli”
olmayı birey ve özne olmak zannetmekle sonuçlanır. Bu da söz konusu öznelerin
tahakkümündeki kitlesel-kolektif pratiği, liberalizm ve sosyal demokrasinin
kıskacına sokmaktadır.
Bu pratik eskidir: Max Stirner, İsa’nın yerine bireyi
ikame eder; Marx ise, kolektif, nesnel gerçekleri hatırlatır. Marksizm, Fransız
Devrimi’nin nesnel-kolektif eleştirisi olarak vücut bulur. O dönemin orta
sınıfı olan burjuvazinin kudret kazanışı karşısında “proletarya”, bir ölçüt
olarak “yeni devrim” adına kılıç hâline getirilir. Marx ve Engels, eşikte durup
burjuvazinin teorik-düşünsel birikimini kılıçtan geçirir. Ama sonrasında, işler
terse döner.
Taif’te Peygamber’i taşlayanlar, sonrasında Müslüman
olurlar, iman gırtlaktan inmez ve Peygamber’i eskinin putuna dönüştürürler.
Yahudiliğin (Persya), Hıristiyanlığın (Bizans) ve tüccar Arap kavimlerin
dünyasına sallanan kılıç olarak Hz. Muhammed, bir devrim olarak İslam, birey ve
bireysel çıkarlar adına tasfiye edilir. Benzer bir süreç, Marksizm içerisinde
de yaşanır: o, birileri tarafından puthanelerin dışına atılır.
Bir kadın, işçi toplantısında kadın olduğunu fark edip
“benim burada ne işim var?” diye düşünmeye başlamışsa, buradaki ayrışma, o işçi
hareketinin ve sosyalizm mücadelesinin “kolektif beden” olarak kadına
yönelimini ve aynı zamanda söz konusu yönelimin burjuva birey kadın
adına kesintiye uğratılmasını ifade eder. Bu eşikte durmak ve eşikte kılıç
sallamak zorunludur.
Tarihsel planda andığımız tüm önderler, dönemin
gereğince oluşmuş eşiklerde teorik ve pratik faaliyet yürüttükleri için
önemlidirler. Burada eşiğin kazık olarak belirlenmesi, kişinin heykelini yapıp
puthaneye konulması, manasızdır.
Kırk beş yıl önce Hikmet Kıvılcımlı, “bu maoistler
Türkiye’yi Osmanlı zannediyorlar” der ve Türkiye’yi görmeyen teorik/politik
faaliyetlerini eleştiriye tabi tutar. O dönem çıkan Aydınlık dergisinin
trajediyle sonuçlanan 1920’lerdeki Aydınlık’ın taklidi ve komedisi
olduğunu söyler. Ara bir not olarak, buradan şu söylenebilir: demek ki bugün
Vatan Partisi’ne dönüşen İşçi Partisi, o maoistlerin Hikmet Kıvılcımlı’dan
aldıkları bir intikam biçimidir. Ellilerde Kıvılcımlı’nın kurduğu Vatan Partisi,
altmış darbesi sonrası Milli Birlik Komitesi’nin kapısına bağlandığında
trajediye dönüşmüşse, bugünkü de onun bir komedisi olmalıdır.
Kıvılcımlı da bir eşiğe yerleşmiş gibi görünmektedir,
ama kendisi de “toplum aydınların pratiğiyle devrime uğratılır” diyen Aydınlık
geleneğinin parçasıdır ve buradan Mustafa Suphi pratiğini ve iştirakçileri
eleştirir. Maoistleri ülkeye yabancı olmakla eleştirmesinin nedeni, küçük
burjuva bir pratikle, herkesi kendisine mecbur etmek istemesidir. Özünde Aydınlık
dergisini kendi teorik birikimini dışladığı için eleştirmektedir.
Eşikte durup sallanacak kılıcın hedefinde, eşiği
kendisinde mutlaklaştıranlar, kendi fani varlığını yüceltenler, öncesini,
sonrasını, altını, üstünü görmeyenler, sadece kendisine bakanlar, her şeyi
kendisinde başlatıp kendisinde bitirenler, verili hâlini zamana ve mekâna
teşmil etmek isteyenler vardır. İktidardaki küçük burjuva lidere aynı ölçüde
küçük burjuvalıkla cevap vermek, çıkışsızdır. Dolayısıyla çıkış yolunu bulmak
için bu kılıcın sallanması zorunludur.
Bugün her önder gibi Hikmet Kıvılcımlı’nın da özgül
pratiği, eşikte olmak ve eşiği burjuvazi adına geçmek şeklinde ikiye
ayrılabilir. Eşikteki pratiğinin hâlâ belirli bir hikmeti mevcuttur.
Kıvılcımlı, gene de Müslümanca komünist olmanın, komünistçe Müslüman olmanın
ipuçlarını vermektedir. O ipuçları, kıskaçtan kurtulacağımız yere uzanan
yoldaki işaretlerdir.
Eren Balkır
19 Şubat 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder