Birkaç yıl önce bir arkadaşım, Hindistan Yüksek
Mahkemesine, ister inanın ister inanmayın, Hindu tanrısı Vişnu’nun onuncu
bedenlenmesi olduğuna dair bir dilekçe vermişti. Ayrıca Hindistan’ın güneyinde
yirmi yıl içinde ciddi sayıda mürit toplamış, “Kalki Bagvan” olduğunu iddia
eden bir adamdan da söz etmek mümkün.
Tanrının kendisinde bedenlendiğine dönük küfrün
mahkemelerin konusu olması, gerçekte Hindu mitolojisi ya da teolojik öğretinin
daha incelikli detaylarıyla ilgili bir mesele değil. Arkadaşımdaki “Kalki
Bagvan” olma iddiası, yıllar süren itinalı bir inceleme ve araştırmaya tabi
tutuldu; söz konusu süreç, “kırsal kalkınma faaliyetleri” için halka tahsis
edilen paraların harcanmasına ve bu paranın hileli yollardan, onun kişisel
banka hesaplarıyla yakın akrabalarına akmasına neden oldu.
Yıllar önce Chennaithirty’de bir hayat sigortası
şirketinde çalışan sıradan bir memur iken, bugün “Vişnu’nun onuncu
bedenlenmesi” hâline gelmek, Güney Hindistan’da milyonlarca dolar değerinde
olmak ve çok sayıda mülke sahiplik etmek anlamına geliyor. Trajik bir biçimde
söz konusu süreç, her yerde yaygın olan ve sahte bir maneviyata dayanan bir
süreç. Ne gariptir ki bu yol, eski zamanlardan beri maddî servet ve iktidara
ulaşmanın en hızlı yolu olarak görülmüş ve bir tür “sigorta” hâlini almış.
Çok sayıda inanç ve mistik gelenek yanında dünyanın
önemli dinlerini üretmiş olan Hindistan’da mit, ritüeller ve batıl inancın
kolayca aldanan zihinleri ayartmak ve maniple etmek için kullanılmasının
oldukça derin kökleri var. Mümbit Hint toprağından rutin bir biçimde fışkıran
“gurular”ın arasında, iyiliğin yayılmasına ve o iyilik etrafında hakiki bir
dindarlığın oluşmasına katkı sunan, gerçek manada aydınlanmış ruhların sayısı
çok azdır. Çoğunluğu, maalesef, kısa yoldan köşeyi dönmek isteyen alelade fırıldakçılardır;
başka bir deyişle, bunlar, ortalama Hintli müteşebbisten pek de farkları
olmayan insanlardır.
Bir zamanlar tipik bir “guru”, ağırlıklı olarak köylü
ve okuma-yazma bilmeyen Hintlileri ağına düşürüp soyardı. Ortalama bir
çiftçinin ve haksız muamele gören köylülerin hayatlarındaki belirsizliklerin
cennette daha iyi bir hayat vaat edenlerin sözlerinin cazibesine kapılması
kesinlikle şaşırtıcı değildi.
Ama son yirmi-otuz yıldır din adamları ve her
türlüsünden gurular, kentlerde de epey mürit topladılar. Özellikle seksenlerin
başında kentlerdeki “guru endüstrisi”nde ciddi bir patlama yaşandı ve bunların
bazıları neredeyse birer popstar hâline geldi. (Eminim ki tüm o uzun saçlı
adamlar ve fon müziği buna katkı sundu.).
Eğitimli, paralı Hintlilerin sürüler hâlinde bu sahte
din adamlarının ayaklarına kapanıp onların başından aşağı para dökmesi, başka
ne ile izah edilebilir? Bu, alabildiğine maddi olan bir dünyada manevi bir
kurtuluş peşinde koşan bireylerin gerçek bir macerası mıdır, yoksa onların
giderek ahlâksızlaşan bir dünyada yüzleştikleri ahlâkî muammalara kestirme
çözümler bulma arayışı mıdır? Açık konuşmak gerekirse, galiba her ikisi de
birden.
Bir yandan, maddî tüketimin artıp insanî mutluluğun
azaldığı bir dünyada çok sayıda bireyin manevi tatmine dönük gerçek bir
arayışından söz etmek gerek. Bu, birçok insanı akılla madde arasında denge
sağlayacak olan sihirli bir formüle ulaşma umudu içerisinde, bir dizi sahte
peygamberi tecrübe etmeye itmektedir. Ayrıca kurumsal dinin bireylerin özel
manevi ihtiyaçlarını besleyememesi göz önüne alındığında, birçok insanın bu
tarz kişiselleştirilmiş hizmetleri sunan gurulara yüzlerini tam da bu sebeple
döndüğünden bahsedilebilir. Bu, tıpkı gelenek üzerinden inşa edilmiş,
Nirvana’ya çıkan kanala sahip olmak gibidir.
Diğer bir düzeyde orta sınıfların birçok üyesinin
işlerinde hem o işi elde tutmak hem de rakiplerinin önüne geçmek zorunda
olmaları ahlâkî planda ciddi çalkantılara yol açmaktadır. Birçok insan,
yaptıklarını “hayatta kalmak için herkesin yaptığı” şeylerin bir parçası
olduğunu söyleyerek meşrulaştırmakta ama öte yandan vicdanları hâlâ eziyet
çekmektedir. Bu durumdan kolayca kurtulmak mümkün olmadığından, mevcut kirin
bütünüyle giderilmesi ancak tanrı eliyle olacaktır.
Suçluluk ve günahkârlık hisleri üzerinden daha fazla
sıkıntıya giren bir toplumda tüketimcilik, az sayıda insanın zengin, çoğunluğun
fakir olmasıyla ve halkın sözde dinselliği daha çılgınca sergilemesiyle
sonuçlanır. Hindistan’ın küçük kasabalarında ve şehirlerinde ahlâkî
susturucuların satıldığı, giderek büyüyen pazar, guru endüstrisinin zekice
belirleyip ele geçirdiği bir pazardır.
Manevi kurtuluş için hızlı çözümler sunan, ahlâkî
çöküntüleri fahiş fiyatlara satan ve “dua ettikçe öde” seçeneği sunan gurular,
ticarî manada gerçek bir altın madeni bulmuş gibidirler. Dolgun ücretler
karşılığında bu insanlar, modern yurttaşa merhameti, doğruluğu, hatta günlük
hayatlarında temel ahlâklılığı muhafaza etmelerinin kolay bir yolunu
sunmaktadırlar.
Geçmişte tipik bir guru, halka maddi arzuları
bırakmayı tavsiye edip oturduğu yerde paraların banka hesabına akışını izlerdi.
Bugün her ne kadar ortalama bir guru, kamuoyu davranışları konusunda daha
gerçekçi ise de, artık bir yandan hızla zenginleşmek için gerekli tüm kısa
yolları sunmakta bir yandan da bu hizmetlerinin karşılığında komisyon
almaktadır.
“Dünyevî zevklerden kaçınma, nihai mutluluğun peşinde
koş” sözü, onuncu bedenlenmenin, müridi olan dindarlara vazettiği bir sözdür
(bu söz, müteveffa Başkan Deng’in sözünü anımsatıyor bana!); o, piyangodan para
kazanmadan, beğendiği film yıldızına benzeyen bir kadınla evlenmeye kadar her
şeyle ilgili birer vaatte bulunabilmektedir. Vakıfları “pragmatik materyalizm”
dedikleri bir mevzuuyla ilgili kurslara katılanlardan yüklüce para
toplayabilmektedir.
Hindistan halkı bu türden saçmalıkları yutmakta ve
bunun için ayrıca bir de para ödemektedir. Bugün ortalama bir kentli Hintlinin
kamusal faaliyetlerinde, politikada, önceliklerinde ve kültürel sembolizmi
dâhilinde giderek daha aleni bir biçimde dindarlaşması üzücü bir durumdur; bu
duruma bir de fiilî ahlâkî değerin yere çakılması eşlik etmektedir.
Maneviyatın tüm bu ateşli sergilenişi karşısında
Hintli orta sınıfların daha yardımsever, cömert, kibar ya da hoşgörülü
olduğundan söz edilemez. Esasında onların eskisine nazaran daha iyi insanlar
hâline geldiğine ilişkin tek bir alamet bile yoktur. (Onlardan “orgazmımı
sekteye uğratma! Seni gidi mutsuz, sözde seküler lanet olasıca komünist” lafını
duyar gibiyim.)
Küresel ve makro düzeyde bireyi körü körüne,
sorgulanmaksızın inanç yoluna iten başka baskılar da söz konusudur. Bunlardan
biri, son on yıllarda milyonlarca Hintlinin maddi hayatına arka arkaya bir dizi
hükümetin neoliberal ekonomi politikalarını tatbik etmesi üzerinden,
belirsizliğin kasten zerk edilmesidir.
Hindistan’da seksenlerin başında birbiri ardı sıra
gelen rejimler, liberalleşme, özelleştirme ve küreselleşme (LÖK modeli) yoluna
girmiş, bu da, gelir eşitsizliklerinin artmasına, iş fırsatlarının azalmasına,
hem devlet hem de özel sektörde çalışanların haklarının hızla erozyona
uğramasına yol açmıştır. Hindistan’daki kent ekonomisinin son yirmi yılı, buna
uygun biçimde, işin olmadığı bir büyüme olarak tarif edilmiş, bu düzende kırsal
sektör ise gelirsiz bir istihdama tanık olmuştur. Bugün ülkede yaşları 14 ile
24 arasında değişen 100 milyonu aşkın gencin işsiz olduğu tahmin edilmektedir.
Günümüzde ortalama bir Hintli ailenin sahip olduğu
güvencesizlik devasa oranlara ulaşmış, bu ailelerin daha iyi bir hayata dönük
umutları göz göre göre, sistematik bir biçimde yok edilmiş, bu, çoğunluğa karşı
azınlığın zenginleşmesini öngören politikalar eliyle gerçekleştirilmiştir. Bu
süreci anlayamayan ve örgütlü bir direnişten mahrum çoğunluk, kaderine boyun
eğmiş veya sahte dindarlığın yalancı ama rahat dünyasına kaçmıştır.
Hindistan’da manevi süpermarketlerin ve din
tüccarlarının sayıca artmasını teşvik eden diğer bir önemli etmen de
küreselleşmenin bir sonucu olarak ekonominin “kumarhaneleşmesi” üzerinden, orta
sınıfların zincirlerinden boşanmış bir açgözlülüğün pençesine düşmesidir.
Tsunami benzeri küresel finans akışlarının çok büyük miktarlarda ve yoğunlukta
seyretmesi insanlarda, bir zamanlar Doğa Ana’nın büyük güçlerine duyulana
benzer bir korkuya yol açmıştır. Ayrıca bazı insanların hayatlarında paranın,
tanrının bedenlenmesine benzer bir biçimde, tüm gizemiyle arz-ı endam edip
bazılarının hayatında gözden kaybolduğu bir dünyada, batıl inançlı olmamak
gerçekten zor bir meseledir.
Dolayısıyla finans spekülatörlerinin medya tarafından
sıklıkla “sihirbaz” olarak adlandırılmaları tesadüfî değildir, bu insanlar,
toplumlarımızın yeni üst düzey rahipleri ve birçok insan içinse birer rol
modeli hâline gelmişlerdir. “Kederliyken Soros’la temas kur, mutluluk için
koruma fonunu dene” sözü, zenginleşen sınıfların yeni kutsal sözü (mantrası)
hâline gelmiştir.
Tüm kumarbazlar gibi spekülasyon yapan orta sınıfa
mensup yurttaş da bugün her türden “nazarlığın” peşinde koşup finansal
yatırımların sahip olduğu başarının sürmesi için uğraşacaktır. Önemli herhangi
bir Hint gazetesinin eleman ilânları bölümüne baktığınızda, astrolojiden,
numerolojiye, fengşuiden sihirli taşlara birçok önemsiz konu başlığının finans
şirketleri, borsacılar, emlakçılar, yatırım danışmanları, borsa ajanlarının yan
yana durduğunu göreceksiniz. Demek ki bugün kentlerin önemli bir bölümünde orta
sınıflar, ellerindeki her şeyi körü körüne bahislere yatırmakta ve aynı şekilde
en yakınındaki nur yüzlü bir üçkâğıtçıdan sigorta satın almakta ve tüm
işlerinin iyi gitmesini umut etmektedir.
Buraya kadar tarif ettiğim, tapınaklara (tüm Hindistan
bağlamında ayrıca camilere/kiliselere) akın etmede mevcut muammalara dair temel
mesele, insanların daha fazla savunmasız ve güvencesiz olmasıdır; bu noktada şu
soru sorulmalıdır: insanların ahlâkî omurgasını düzeltmek, gerçek bir
dindarlığın sorumluluğu değil midir? Maalesef günümüzde birçok dinî kuruma
bakıldığında hiçbirisinin, insanların, basit hayatlarını kuşatan önemli
toplumsal ve ekonomik altüstlere dürüst ve haysiyetli bir tarzda çare bulmalarına
yardım etmeye çalışmadığı görülecektir.
Bunun yerine, sadece geçmişte feodal efendilerine
hizmet eden dinî bir teçhizata, bugün de dört başı mamur birer teşebbüs hâline
gelen ve dünyanın şirketleşmesine hızla ayak uyduran bir kuruma tanık oluyoruz.
Eldeki tüm işaretlerin de gösterdiği üzere, dinî kurumlar, müşterilerini
avlamak için, kurnaz reklâmcılıktan internet pazarlamacılığına kadar, modern
şirketlerin yararlandığı her türden aracı başarıyla kullanmaktadır.
Yanlış anlamaya mahal vermeden, lütfen şu hususu izah
etmeme izin verin: Ben, birçok toplumda dinî kurumların olumlu bir rol
oynayabileceğine cidden inanan birisiyim ama bunun için bu kurumların sıradan
insanların çıkarlarını zengin seçkinlerin çıkarlarının veya kendi bekalarının
üzerine koymaları gerekir. Bu noktada Tayland’dan bir örnek verilebilir: bu
ülkede Budist Sangha (keşişler topluluğu) fakir çiftçi ailelerden gelen çok
sayıda köylü genci keşişlik müessesesine katarak, topluma muhteşem bir hizmet
sunmaktadır. Sangha, genç keşişlere barınak, temel eğitim ve sosyal sorumluluk
anlayışı sağlamaktadır, ayrıca onların başka meslekler edindikleri takdirde
keşişliği bırakmaları konusunda dogmatik ya da katı da değildir. Tayland’ın
kimi ünlü yazarları, sanatçıları, hatta sosyal eylemcileri böylesi bir keşişlik
geçmişine sahiptirler. Bu insanlar, mümkün olduğu noktada bu kurumu terk
etmişlerdir. Belki de bu aşamada hükümetin bu türden bir sosyal yardımı yapması
üzerinde durulabilir. Devletin işlevsizleştiği birçok gelişmekte olan ülkede,
gene de böylesi geleneksel sosyal yardım sistemleri hâlâ önemli bir role
sahiptir.
Hindistan’daki durumla açık bir çatışma içerisinde
olan birkaç muhteşem istisna dışında, birçok dinî kurum, halka anlamlı bir
yoldan hizmet vermeyi bırakıp, birer parazit gibi, halkın sırtından geçinir
hâle gelmiştir. Hindistan’ın bağımsızlığı esnasında, ilk başbakan Cevahirlal
Nehru, “bugün endüstriler modern Hindistan’ın mabetleri hâline gelmelidir.”
demiştir. Bugünse mabetlerin “dirilişçi Hindistan’ın elindeki birer endüstri”
hâline gelmesine tanık olunmaktadır.
Eğer mesele buysa, o vakit ciddi bir öneride
bulunacağım. Tüm dinî kurumlar, diğer bütün endüstrilerin, işletmelerin ve
ticaretin tabi olduğu kanunlara tabi olsun. Din endüstrisi tarafından istihdam
edilen herkese sendika kurma izni verilsin, ayrıca sadece dua ettiklerinin
değil, ödediklerinin de karşılığını alamayan din tüketicilerine mahkemelerde
tazminat davaları açma yetkisi bahşedilsin.
Eğer dinî kurumlar, “Tanrı’nın pazarlanıp satılması”
işiyle iştigal ediyorlarsa, o vakit gelirlerinden en azından belirli bir miktar
satış vergisi kesiliyor olmalıdır. Bu noktada dinî kurumlar vergilendirilsin ve
elde edilen para zayıflara ve fakirlere daha iyi bir hayat sunmak gibi gerçek
dinî faaliyetler için harcansın. Dinî kurumların ellerindeki tüm
gayrimenkuller, evsizler için barınaklara veya hastalar için hastanelere
dönüştürülsün.
Artık vakit, Tanrı’yı insanları din adına yönetmek
isteyen tüccarların ve simsarların pençelerinden kurtarma vaktidir.
Satya Sagar
28 Aralık 2014
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder