Tasallut
Bugün Dühringci Marksizmin ve Kautskici Leninizmin
tasallutu altındayız. Buna, pusulanın yitimi eşlik ediyor. Pusula yoksa,
devrimci yol da yoktur.
Söz konusu süreçte gizli Dühring’lerimiz, kendi
nesnelliğini özne; gizli Kautsky’lerimiz, öznelliğini mutlak nesne kabul
ediyorlar. Bu, Sovyetler’in çöküşü sonrası Batı’dan gelen ideolojik salgıyı
kendisine gıda olarak belirlemekle alakalı. Geçici iktisadî sorunlar, büyük
ideolojik marazlar olarak takdim edilmiş, “ben dememiş miydim, bu Sovyetler
yanlıştı” diyen Kautsky hortlamıştır. Buna, ekonomik güçleri politik güçlere
teğelleyen Dühring’in hayaleti eşlik etmiştir.
Yeni Öznellik
Pusulanın kaybedildiği bu koşullarda, kimileri yeni
öznellik için kolları sıvadı. Doksanların ortasında açığa çıkan öğrenci
hareketi ve Koordinasyon pratiği, birilerine gerekli öznelliğin imkânlarına
dair işaretler sundu.
Hasbelkader bu harekete bulaşmış bir isim olarak
Cengiz Baysoy da bu hareketin içerisinden bir bölüğü kopartarak öne çıkmak için
çabaladı, neticede yeni öznelliğin yeni tarafını Negri’de bularak yola koyuldu.[1]
Tüm küçük burjuva pratikler gibi büyük iddia, küçük bir dükkânla sonuçlandı.
Baysoy, o azametli Negrici hareketin kurucu önderi, döne dolaşa, bir
ticarethane müdürü hâline geldi.
Bu müdürün bugün “elbirliği”nden dem vurması
kaçınılmazdır. Her yıl okuduğu her bir kitabın müdafiliğini, pazarlamacılığını
yapmak, bir yıl Negrici, bir yıl Dölözcü, bir yıl Fukocu bir yıl da Apocu
olmak, tarihi kendisinden başlatma marazıyla ama aynı zamanda o ticarethaneyi
yaşatma zorunluluğuyla ilgili bir meseledir. Düşünen ve konuşan, bir
ticarethane olarak yayınevi pratiğidir. Sol, burjuvadan öğrendiği öznelliği
unutmadan, onunla hesaplaşamadan devrimcileşemez, bu tür ticarethanelerden çıkamaz.
Tek yapacağı, fukarayı ve ezileni o ticarethaneye müşteri kılmaktır.
Okuduğu kitaba ve okuma pratiğine bu denli anlam ve
değer biçmek sorunludur. Bu, Kitap-Kişi-Millet teslisine uygundur. Onun
şahsında aidiyet, bir mülkiyetçilikten bir rekabetçilikten dayak yer.
Teslis
Bu ülkede Kitap-Kişi-Millet teslisinin mutlak formu, Nutuk’tur.
Solculuğu, devrimciliği, halkçılığı, laikliği,
ilericiliği, batıcılığı Kemalizmden öğrenen, Kemalist Türkiye’nin eğittiği
küçük burjuvalar, başka alt formlar üretmekten kurtulamazlar. Küçük burjuvanın
her şeyi kendinden başlatma hastalığının ürünü olarak Nutuk-Mustafa
Kemal-Millet kurgusu, tarih ve dil üstüdür. Tarihsel koşullardan
bağımsızdır. Böyle olmalıdır, çünkü küçük burjuva, kendisinin toplumdan ve
tarihten azade olduğunu, kendisine ve başkasına ispatlamaya mecburdur. Bu
yalana örgütlenmek zorundadır. Burjuvaziden öğrenilen öznellik, tarihsiz-toplumsuzdur.
Tam da bu sebeple kutsal, yüce ve dokunulmazdır.
Tarihten azade olan özne, öznelikten azade bir
toplumun karşılığıdır. Toplumu her tür öznel pratikten temizler. Azade olma,
dolayısıyla, nesnel “arınma” kavgasını da geçersiz kabul eder.
Marksizmin Marksizmle Kavgası
Kızıl Bayrak’ta çıkan
Baysoy eleştirisinde de yer verilen ve altı çizilen kanaat, Marx’ın özgüllüğünü
yanlış değerlendirmektedir:
“Marx’ı
kendinden önceki tüm burjuva iktisatçılardan ayıran nokta, üretim sürecindeki
sömürü mekanizmalarını tanımlamasından başka bir şey değildir.”[2]
Oysa Marx, sömürüyü, sınıf mücadelesini kendisinden
önceki burjuva iktisatçılarının tanımladığını, kendisinin özgül yanının,
kapitalizmin proletarya diktatörlüğüne varacağını tespit etmek olduğunu
söyler. Lenin de bu tespiti teyit eder. Demek ki bizim solcularımızın sınıf
mücadelesinin proletarya diktatörlüğüne uzanması istenilen veya akıl kârı bir
şey değildir. Bu irade ve akıl, Marx’ın yolundan yürüyemez. Batı’nın
formatladığı bir tür Marx’sız Marksizme bağlanır. O da proletarya
diktatörlüğünü akla, iradeye, fikre ve eyleme düşman bir şey olarak
görmektedir. Burada Marksizmin Marksizmle kavgası söz konusudur.
“[…]
Ve bana gelince, modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki savaşımın
varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir. Burjuva tarihçileri, bu sınıf
savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik
anatomisini benden çok önce açıklamışlardır. Benim yeni olarak yaptığım: 1)
Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere
bağlı olduğunu; 2) Sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya
diktatörlüğüne vardığını; 3) bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların
ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey
olmadığını tanıtlamak olmuştur.”[3]
Marx, mektubun devamında ise şunları söyler:
“Sadece
sınıf mücadelesini değil, sınıfların varlığını bile inkâr eden Heinzen gibi
cahil eşekler, insanın kanını donduran tüm o cıyaklamalarına ve sattıkları o
insancıl cakalarına rağmen, sadece burjuvazinin hüküm sürdüğü toplumsal
koşulları nihai ürün, tarihin ulaşılabilecek en yüksek noktası olarak kabul
etmekle yetinirler, dolayısıyla onlar, aslında burjuvazinin
hizmetkârlarıdırlar. Bu eşekler, burjuva rejimin büyüklüğünü ve geçici
gerekliliğini ne kadar az anladıkça, onların hizmetkârlıkları, o denli mide
bulandırıcı bir hâl alırlar.” [4]
Yani burjuva düzen vakidir, ama geçicidir. Mesele,
bunu anlamaktır. Sömürünün varlığını idrak etmek, kâfi değildir. Mesele,
geçiciliği anlamaktır. Proletarya diktatörlüğü, tarihsel bir zorunluluk olarak,
Lenin’in vurguladığı biçimiyle, komünizmin alt aşaması, sosyalizm formunda
fiilîleşmek zorundadır. Sömürüyü idrak etmekle yetinen bir sosyalistlik,
düzenin yoluna yuvarlanmaya ya da en radikalmiş gibi poz kesmeye mecbur
kalacaktır.
Cahil Eşekler
Sovyet eleştirileri, tümüyle sosyalizm-komünizm
meselesi etrafında döner. İkinci Dünya Savaşı sonrası solun içine girdiği
krizdeki yönelim su yüzüne çıkmış, daha doğrusu, Sovyetler’in çöküşüne zemin
hazırlayan sol liberal söylem, ideolojik zaferini ilân ederek, çöküş sonrası,
kapitalizmden komünizme doğrudan geçişi tartışmıştır. Ortalığı “cahil eşekler”
kaplamış, bu eşekler, proletarya diktatörlüğünün Marx ve Lenin denilen
“liberal” ya da “jakoben” gevezelerin bir uydurması olduğunu iddia etmiş,
böylelikle, esasında burjuvazinin hâkimiyetini tarihin ulaşabileceği en son
nokta olarak ele almışlardır. Aslında burjuvazi, varlığını ve kudretini bu
şahıslar üzerinden kabul ettirmiş, söz konusu pratikler, burjuvaziyle uzlaşan,
ondan öğrenen ve ona benzeyen ara formlara kapatılmıştır. Sovyetler’in çöküşüne
emperyalizmin bir dizi ideolojik bombardımanı eşlik etmiştir. Burada “iktisadî
yanlış” meselesi, en önemli leitmotive’dir. Söz konusu anlayış, pratikte
antikomünist solun vücut bulmasını sağlamıştır.
Bu, tabii ki küçük burjuvalar eliyle işleyen bir
süreçtir. Tarihin kendisinden başlaması için küçük burjuva öznenin tarihsel
koşullardan azade olması gerekir. Yeni başlayacak süreç, ancak onun varlığında
tanımlı olmalıdır.
Bu noktada yeni bir Nutuk illaki yazılacak,
kardeşlik ve dayanışma üzerine kurulu bir millet, ancak o yüce şahıs özelinde
bedenlenecektir. Marx’ın bu türden sol pratikleri eleştirdiği düşünülürse, onun
“liberal” ilân edilmesi ve kenara itilmesi kaçınılmazdır. Zira Marksizmin toplam
hikâyesi, bu tür pratiklerin inkâr ve tasfiye edilmesi ile ilgilidir. Lenin’in
vurgusuyla, “Marksizm öncesi sosyalizm, revizyonizm formunda yeniden
hortlamıştır.”[5] Mücadelemiz bu hortlaklarladır.
Vehim
Kendi varlığını başa yazdığı bu pratik dâhilinde küçük
burjuva, kendisini fiiliyatta, zaten, hâlihazırda ari, temiz ve “komünist”
olduğunu vehmeder. Bu vehim, komünizme doğrudan öznel çabayla geçilebileceğini
iddia eder, ama onca özne ve öznellik vurgusu, dolaylı olarak, nesneye ve
nesnelliğe kul olmayla sonuçlanır. Kemalist cumhuriyet de aynı şekilde Osmanlı
nizamına kapanmalıdır.
Yani küçük burjuva sol pratik, kapitalizmden komünizme
geçiş aşaması hususunda bir direnç geliştirmektedir. Altmışların yazarlarının,
felsefecilerinin doksanlarda ülkeye ithal edilmesi, bu dirençle ilgilidir.
Batı, “direnmeyin, teslim olun” demiş, buranın solcuları da kimi Batılı
yazarları aracı kılarak, bu emri yerine getirmişlerdir.
Kapitalizmden komünizme dolaysız, doğrudan geçişi
öngören teoriler, bu amaçla kullanılan birer beyaz bayraktırlar. Geçiş aşaması,
kapitalizmle mücadele ve onun nesnel imkânlarının yönetilmesi meselesidir. Bu
kavgaya gözü kesmeyenler, bugünde de kavgasızlığı telkin edeceklerdir.
Kapitalizmin kirinden-pasından arınmak, komünizmin olmazsa olmazıdır. Kendisini
kapitalizm dışı, mutlak, arınmış özneler olarak görenlerin böylesi bir
mücadeleyi öngörmeleri mümkün değildir.
Rahim
Cengiz Baysoy gibiler için rahim görevi gören ÖDP ve
türevlerinin bugün çocuklara meyli de bununla ilgilidir. Kirden-pastan azade
bir varlık olarak özne, geleceğe uzanmakta, bu amaçla, çocukları imgesel manada
istismar etmektedir. Çocuğa vurgu, zaten saf ve ari olunduğuna dair bir yalana
işaret eder. Bu saf ve ari özne, geleceğin “komünizm”ine ulaşmak için bugün,
özel, ari alanlarda geleceğin kadrolarını üretme peşindedir.
Çocuklara vurgu, Birleşik Haziran Hareketi’nin politik
program maddesi hâline getirdiği, çocukları okula göndermeme, Soma’daki
bisiklet kampanyaları, çocuklara özel yeni halkevleri modeli, bugünün
zaruretlerinden kaçmakla ilgilidir. Çocuk istismarı, politik bir mevzudur. Bu,
aynı zamanda geleceğin “yeni insan”ını bugünde üretme gayretleriyle de
bağlantılıdır.
Aynı yaklaşım, Türkiye Meclisi konuşmalarında dile
getirildiği biçimiyle, “Kürdlerin elinden tutacağız” demekte, dolayısıyla,
Kürd’ü “çocuk” olarak gördüğünü kabul etmektedir. Çulhaoğlu, hâlâ ulusal sorun
analizleri yapmakta, "bu tikel konunun tümel çözümler
öneremeyeceğini" söylemektedir.[6] Aslında o, kendi tıkızlığını Kürd
üzerinden aşmak istemektedir. Kendi terazisini öne çıkartarak, mevcut sıkletini
gizlemektedir.
Amut
Kürd hareketi, çatlaklardan ilerlemesini,
mevzilenmesini, geri çekilip atılım yapmasını bilir, onun diyalektiği, kavgayla
kurulur. Ondan rol çalmak, onu kendi küçük burjuva hülyalı dünyası için
istismar etmek, kıymetsizdir. Bir geri çekilme, ödün verme momentinin ideolojik
yönelimini en ileri uç teori olarak takdim etmek, yenilgiyle alakalı bir
durumdur.
Son haberleşme teknolojilerini kendi amacı için
kullanan IŞİD’ci bile, onun ifadesini kullanırsak, Baysoy’un ilerisindedir.
Liberalizm, kapitalizmin nesnel seyrine dair ideolojik bir yönelimdir, bu
açıdan, ona ait kimi gerçekleri dile döker. Marx’ın “sınıf mücadelelerini
öğrendim” dediği, bu isimlerdir. Liberal iktisatçılardaki kavramları, Hegel’e
layık gördüğü yöntemle, baş aşağı çevirir, maddî ilişkiler temeline oturtur.
Bugün maddî ilişkilerden ve tarihten azade olduğunu
düşünenlerin amuda kalkması ve Marx’ı tasfiye etmesi zorunludur. Baysoy,
açıktan Marx’ı liberal kavramlara atıfta bulunuyor diye “liberal”, kendisini
“komünist” ilân etmektedir. Oysa bu, Zizek’in bir ara vurguladığı gibi,
“liberal komünizm”dir.
Birikim dergisinin
geçmişte, AKP destekçiliği dâhilinde, Marx’ın “yaşasın serbest ticaret”
demesini manşete taşımasında ya da Marx’ın Hindistan meselesi ile ilgili
değerlendirmelerinde hep liberallere yönelik politik eleştiri mevzubahistir.
Burada Marx’ın maddî, yapısal olana vurgusunun politik-ideolojik vurgularıyla
bir tutulması gibi bir sorun söz konusudur. Yani Marx, Komünist Manifesto’da
“sadece iki sınıf var” der, ama altı ay sonra Alman komünistleri adına yazdığı
bildiride, bir dizi ara sınıftan ve politik ittifak meselelerinden dem vurur.
Marx, “devleti görmezden gelirsek, o ölür gider” diyen
anarşistleri eleştirir. Yani onların maddî zeminde olmamalarını, maddî bir
pratikten kaçınmalarını karşıya atar. Bugün de kimileri, bulunduğu durum
itibarıyla, aynı mantık üzerinden, “Marx kapitalizmden bahsederek, onun
varlığının süreklileşmesine katkı sunmuştur” demektedir. Bu, fikre, kafanın
içindekilere fazla değer verilmesi ile ilgili bir marazdır. Yani tarihi
kendisinden başlatan, toplumu kendisine göre kafasının içerisinde kuran,
tarihten ve toplumun yasalarından azade sanmaktadır kendisini. Buraya kaçmak
için Marx’a ve Lenin’e küfretmek, sadece teslimiyetin kendisini dışavurmasıyla
mümkündür.
Ad Hominem
Baysoy’daki güdük emek-değer teorisi eleştirisi,
Marx’a yönelik ad hominem saldırısıdır. Marx, burada şahsîleştirilmekte
ve şahsîleştirerek aşılmak istenmektedir.
Marx, “görmezden gelirsek aşarız” diyenlerin
nahifliğini, “gör” diyerek ezer oysa. Temel mesele, kapitalizmin üç-beş
burjuvanın ideolojik salgısı zannedilmesidir. Kendisinden önce böyle
zannedenlerin argümanlarını dışavurum, temsil, mecaz olarak ele alan Marx’ı o
kavramları kullandı diye, o liberallerle aynı derekede görmek, “cahil bir eşek”
olmaktan başka bir şey değildir.
Cengiz Baysoy söze, “Kavramlar saf, naif ve bilimsel
değildir. Kavramlar, güç istencinin söylemleridir. Söylemler güç istencinin
düzenekleridirler. Soy kütük çalışmasının en önemli özelliklerinden biri,
saflığın, naifliğin arkasına sığınarak ifadelendirilen söylemlerin arkasındaki
güç istencinin açığa çıkarılmasıdır.” diyerek başlamaktadır.
Buradaki Niçe-Fuko kırması yaklaşımla Baysoy,
sosyalizm kavramının arkasındaki proletaryanın güç istencine düşman olduğunu
beyan etmektedir. Kendisini sınıflar mücadelesinden azade sanan Baysoy, iyi
niyet taşlarını döşeme derdindedir.
“Kavramlar, güç istencinin güç istencine ait
düzenekleridir” gibi zırva cümleler kurmak, doksanlardaki yenilginin Baysoy
şahsında, seksenlerin yenilgisine bağlanması ile ilgilidir. Orada sol, “hiçbir
ideoloji için ölmeye değmez” söylemine yenilmiştir. Bireye seslenen, onu
yücelten, kolektif hareketi bireyden çözen ideolojik salgıdan bizi, gene
kolektif mücadele kurtaracaktır.
Eren Balkır
4 Ocak 2015
Dipnotlar:
[1] Cengiz Baysoy, “Sosyalizm Kavramı Demokratik Özerklik Kavramından Geri Bir
Kavramdır”, 29 Eylül 2014, Gün Zileli.
[2] K. Toprak, “Cengiz Baysoy’un Cahil Cesareti
Üzerine”, 3 Ekim 2014, Kızıl Bayrak.
[3] Karl Marx, “New York’taki J. Weydemeyer’e”, 5 Mart
1852, Sosyalist Gerçek.
[4] Karl Marx, “Marx to J. Weydemeyer”, 5 Mart 1852, MIA.
[5] V. I. Lenin, Karl Marx ve Doktrini, s. 94.
[6] Metin Çulhaoğlu, “Terazi ve Sıklet”, 3 Ocak 2015, İleri.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder