Yeni’den kim dem vuruyorsa, o, eskinin en pespaye
hâline bağlanmış demektir. Komünizmi zihin dünyasında, eskinin
kirinden-pasından arınmış bir cennet hâli olarak, bugünde yaşayanların bugüne
vurmak için titreyen bir yürekleri ve sıkılı yumrukları yoktur.
“Bu ülkede mesele, devlettir. Bu devlet de Sünni ve
Türk’tür. O zaman düz mantıkla Sünni ve Türk denilen bu payandalarını yıkarsak,
devlet çöker” diyen bir zihniyet, maddeden de diyalektikten de bihaberdir. Söz
konusu yaklaşım, Sünni’ye ve Türk’e düşman olduğu ölçüde madde ve diyalektiğe
de düşman olmaktadır. Bu düşmanlığın solculuk olarak yutturulması, siyaset
yapmak zannedilmektedir. Sünni’siz ve Türk’süz bir siyaset, Paris’ten,
Londra’dan, Washington’dan bu tarafa doğru imal edilen bir siyasettir.
Oysa “Sünni ne kadar Sünni’dir, Türk ne kadar
Türk’tür, Devlet ne kadar onlarındır, sınıfsal politik olanla hiç mi ilişkisi
yoktur bu devletin” gibi sorular, hiç sorulmamaktadır.
Esasında devlet, Sünni ve Türk’e rağmen, onlara karşı
olarak kurulmuştur. Diyanet, Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu tarihi, bunun
delilidir. Devlet, kendisine düşman olma potansiyeli taşıyan tüm dinamikleri,
ya uzak diyarlara sürmekte ya da yerin dibine gömmektedir. Solun genel siyaset
denilen iş pratiğinde üstlendiği görev, bu sürece katkı koymaktan ibarettir.
Devrimin, yukarıdan aşağıya ya da aşağıdan yukarıya
uzanan bir sürece bağlanmış bir tür yönetim meselesi olduğu düşünülüyor. Bu
anlamda, devlet olduklarını zannedenlere karşı, devlet olmak isteyenlerin
hasedi örgütleniyor. Her sol pratikte örgütlenen, devlet ve burjuvazidir.
Devletle burjuvazi arasındaki gerilimli ilişkinin okumasını sol üzerinden
yapmak mümkündür.
Silâhlı mücadele geleneğinin neredeyse tamamı, ulusal
kurtuluş mücadeleleri ve bağımsızlık kavgalarıyla alakalıdır. Doğası gereği,
ulusal kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesinde örtük bir devlet mevcuttur. Eskiyi
çöpe atanlar, ilkin bu örtük devleti atıyorlar, ulusal kurtuluş mücadelelerini
ve bağımsızlık kavgasını talileştiriyorlar ya da içini boşaltıyorlar.
Diğer bir yöntem de sömürgecilik ve emperyalizm
tahlillerine dayanan kolektif mücadeleyi bireyin üzerine kurmak, eski
metinlerde “ülke, vatan” geçen yerlere “beden”i koymaktır. Böyle yapınca,
politikanın zamanı, bedenin mutlak verili olduğu ân/şimdi oluyor, mekân ise
adımını bastığı yer olarak belirleniyor. Yeni olarak sunulan, budur.
Dolayısıyla, ölçüt bu bireyden çekilince, her şey bir ânda politikleşiyor, bir
ânda gündemden düşüyor. Birey, başka yer ve zamandadır, dolayısıyla politika da
başka bir bağlama kavuşmuş olmalıdır. Politikanın birey ölçütüne göre
kurgulanması, liberalizmdir.
“Gel, devrime dokun” demek, “gel bana dokun” demektir.
Bu da, bireyin kendi cismanî varlığını bizatihi devrim zannediyor olduğunu
gösterir. Oysa devrim başka bir yerlerde işliyor, işleniyor olmalıdır. Eğer
böyle değilse, yoktur.
“Bu devlet olmamış, ben olursam daha iyi olur” demek,
devrimci çözüm değildir. Bu yaklaşım, devrimin doğal, nesnel, kolektif
dönüştürücülüğünden kaçışın ürünüdür.
“Şimdi
bizler, kelimenin dar anlamıyla, ayaklanmanın ‘gün”ü ya da ‘ân’ı ile
ilgilenmiyoruz. O ‘gün’ veya ‘ân’, sadece işçiler ve askerlerle, yani
kitlelerle temas içerisinde olanların müşterek sesi tarafından
kararlaştırılacaktır.”[1]
Lenin, bu sözü devrimden yaklaşık iki ay önce
söylüyor. Bugünse, kendi gününü ve ânını devrim günü ve ânı zanneden,
“komünist” fikriyatın cennetini muhafaza etmeyi politika olarak yaşayan
“Leninistler” vardır. Dolayısıyla bu “Leninistler”in, kitlelerin ve kitlelerle
temas içerisinde olanların “müşterek sesi” ile bir ilgileri yoktur. Yani
bugünün “Leninistler”i, Lenin’in devrimden iki ay önce ilgilenmediği ile
ilgilenmiyorlar, asıl ilgilendiğine ise hiç bakmıyorlar. Onlar, kendi
bürolarında, dergilerinde ortak çıktığını düşündükleri sese daha çok kulak
veriyorlar. Gerçekse her tokadında, o sesin “müşterek ses”le hiçbir alakasının
olmadığını gösteriyor.
Dinden ve milletten arındırılmış cennetin mikro
halleri, dinin ve milletin inim inim inlediği gerçeğe karşı sağırlaşıyorlar. En
fazla, egemenler gibi, “sıkıntı yaşamanın sebebi, o dinin ve milletin, benim
gibi o dinden ve milletten kurtulursan dertlerin de biter” diyor. Dinsiz ve
milletsiz bir zihin cennetinden üretilen politika, din ve millet içi
maddî-diyalektik mücadeleye körleşiyor. Dolayısıyla, devletten kaçan, ya
burjuvaziye ya da Kürd’ün “örtük devlet”ine sığınıyor. Bugün o “örtük devlet”in
açık aydınları, İsrail-Amerika hattına girmeyi savunuyorlar, “Biji Obama,
saldır İsrail!” diye bağırıyorlar. Oysa bu toprakların kadim bir direnci
mevcuttur ve o direnç, illaki müşterektir.
İşçicilik denilen idealizme saplanıp, her şeyi işçici
kurgusuna karşı kurgulanmış bir komplo olarak okumak da mümkündür. Yani bir
işçici, dinî ve millî unsurların öne çıkışını, kendisine karşı yapılmış bir
hamle olarak okumaktadır. O, gerçeğin merkezindeki işçi denilen özü çıkartmak
için, din ve millete yönelik saldırıya katılır. Ama ilk karşı saldırıda hemen
mevcut devletin dinine ve milletine biat eder. Kürd’ü o devletin Türk’ünden;
dini o devletin dininden okur. İşçici, bir anda Diyanet gibi düşünmeye başlar,
kafası bir anda Ertürk Yöntem gibi çalışır. Çünkü “işçi” denilen idealist kurgu
da bu devlete ait ve dairdir.
“İşçi” kavramını “ezilen” ile ikame edenler, “yeni
olan biziz” diyerek, bu boncuktan kuş yapıp uçurmak isteyebilirler. İşlem,
mantık, kurgu, dil ve tarz aynıdır oysa. O “ezilen” de kavgada değil, kavga
dışında, bir cennet diyarında imal edilmiştir. Gerçek ezilenle hiçbir teması ve
bağı yoktur.
Bu devleti kuranlar, küçük burjuvalardır. Günümüz
küçük burjuvaları, ona düşman olurken, “ben daha iyisini kurarım” demekten
başka bir şey söylemezler. “Yıkacağız” diyenlerse, geçmişte o küçük
burjuvaların kimin ölüleri üzerine bu devleti kurduklarına asla bakmazlar,
oraya kesinlikle bağlanmazlar. Baktıklarında, illaki kendilerine karşı olan
dinamikleri görecekler.
Mevcudun eskidiğini, kendisinin yeni olduğunu
söyleyen, eskinin yenisine bağlanır. Bugün din ve millet ya da Kürd meselesi
üzerinden kalem oynatanların yeni diye sundukları argümanlar, eskiden yeni diye
sunulmuş argümanlardır.
Örneğin bir örgüt, silâhlı mücadele konusunda herkesin
eski kafalı olduğunu, kendisinin yenilik getirdiğini, başkalarının eskinin
belirli argümanlarını satıp durduklarını iddia eder, ama kendisi de açıktan,
Paris Komünü’ndeki milisleri önermekten başka bir şey yapmaz.
Örneğin bir örgüt, proletarya diktatörlüğü ile ilgili
argümanların eskidiğini, demokratik cumhuriyetin insanlığın evriminde son nokta
olduğunu söyler, ama bir yandan da Marksizm öncesi, kendine kapalı, özel
insanların özel komünlerini allayıp pullamayı iş zanneder.
Örneğin bir örgüt, sürekli “20. yüzyıl sosyalizmi
bitti, ben 21. yüzyıl sosyalizmiyim” der, ama on dokuzuncu yüzyıl solculuğunu
ısıtıp sunmaktan başka bir şey yapmaz. “Maddî güç maddî güçle değiştirilir,
eleştiri silâhları silâhların eleştirisinin yerini alamaz” türünden argümanlar
kenara itilir, Marx’ın Alman İdeolojisi’nde bahsettiği şövalye gibi,
saçlarından tutup çektiğinde bataklıktan çıkabileceğini zanneden acayip iradeli
militanlar kaplar ortalığı.
Lenin’in devrimden iki ay önce “müşterek ses”ten söz
etmesi, basit bir retorik ya da belâgat meselesi değildir. Büyük olasılıkla
Lenin, komünist mücadeleye iştirak ettiği ilk günden beri, bu “müşterek ses”e
bakmış, onu dinlemiştir. Yazdıkları ve yaptıkları, özel insanların sadece
kendilerinin duydukları sesleri kolektifleştirmek, burjuva ve devlete dair
olanı o müşterek ses ölçüsünde tasfiye etmek üzerine kuruludur. “Devrimin ânını
ben tayin edeceğim, benim dediğim olacak, çünkü ben devrimciyim” diyenlerin bu
Lenin’e uzak oldukları açıktır. Çünkü onlar, ya içinde bulundukları ânı ya da
solcu olup kurtuldukları ânı mutlaklaştırıp, onu tüm zamana dayatmaktan başka
bir şey yapmamaktadırlar. Dolayısıyla pratik ihtiyaçlar, öznel ve bireysel
olana göre belirlenmekte, müşterek sesin tayin ediciliği geçersizleşmektedir.
Solculuk, bireylerin biricikliğini örgütleyen, o biricikliğin özel fantezileri
ile yol almaya çalışan ideolojik bir reflekstir.
Kürd hareketi dâhil, tüm kurtuluş mücadeleleri,
zorunlu olarak, belirli bir metafizik boyut taşıyan, imana yaslanan, Cornel
West’in ifadesiyle, “bastığı yerde ne olduğunu bilmeden aşkla yürüyen”[2]
kitlelerin müşterek sesidir her zaman. Bu açıdan, dinî ve millî olanın müşterek
olmaya dair nitelikleri, kavgaya doğalında örgütlenmektedir. Kurtuluş
mücadelelerinin önderlerinin “despot, totaliter, faşist, otokrat vs.” olarak
kodlanmaları, bu müşterek olana her daim düşman olan küçük burjuvalıkla ilgili
bir durumdur. Önderlerinin temsil ettikleri, mecazî olarak imada bulundukları,
yansıttıkları şey, müşterek sestir. Bu anlamda, ulusal kurtuluş mücadelesi ile
işçi sınıfını birleştirmekten önce, hareketin proleterleşmesi, o müşterek sese,
müşterek işe örgütlenmek gerekir. Bunun için can sıkıntısından geberen, ot
içecek mekân arayan Avrupalı gençlerin boş binaları işgal etmesini müştereklik
olarak sunmanın bir anlamı yoktur.
Özel olanın kendisini merkeze koyduğu gerçekliğin
müşterek ses üretmesi mümkün değildir. Mazlumların-sömürülenlerin müşterek
sesinin yankılandığı sokaklara örgütlenmek, oralarda mevzilenmek şarttır. Özel
insanların yönetme fantezilerine kurban gitmiş Paris Komünü’nün dersleri
üzerine yükselen Ekim Devrimi’ni, aslolarak, bu müştereklikten ve yerin
altından çağlayıp gelen gür sesten dinlemek ve öğrenmek zaruridir.
Eren Balkır
9 Kasım 2014
Dipnotlar:
[1] V. I. Lenin, “Bolşevikler İktidarı Almalı”, 12-14 Eylül 1917, İştirakî.
[2] Cornel West’ten aktaran: Ron Jacobs, “Devrimci Kurtuluş ve Din”, 5 Kasım 2014, İştirakî.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder