İslamî Kurtuluş Teolojileri
Milliyetçi sol düşünce geleneği içerisinde
sayılabilecek Filistinli düşünür Münir Şefik, yeni devrimci politik eleştirinin
temellerini İslamî teolojide bulan bir isimdir. Haddizatında Şefik’in toplam
eseri, Arap ve Müslüman ülkelerdeki ulusal ve toplumsal kurtuluş meselesini bir
medeniyet meselesi olarak tespit etmektedir.
Bu amaçla o, meseleye gerileme-bağımlılık-Rönesans
üzerinden bakmaz, Nasırizm ve Baasizm gibi milliyetçi ve sosyalist yaklaşımlar
üzerinden Arap kurtuluş hareketinin deneyimlerini öğrenmeye çalışır. Şefik’in
Arap milliyetçiliğine ve Marksizme ait konu başlıklarına aşina olması, şüphesiz
ki onun eserini hayli tartışılır kılmaktadır.
Şurası kesin ki Şefik’in eseri en genel manada
teolojik bir nitelik arz etmez. Devrimci milliyetçilik ve Marksizmle yüklü
hayatı, analiz ve tarzında hâkim unsurdur. Ama bugün ulusal ve toplumsal
kurtuluş sürecini İslamî ideolojik çerçeve içerisine oturtan yazar, Nahda’nın
reformist teologlarının bugün başvurduğu temel politik argümanları güncelleyen
ve geliştiren kişidir.
Emperyalizm lehine işleyen güçler ilişkisinin ve onun
yereldeki faaliyetlerinin bilincinde olan Şefik, süreç içerisinde kitlelerin
toplumsal ve politik açıdan seferber edilmesinde merkezî unsur olan iman
meselesine yönelir. Kapitalizmin ve emperyalizmin elindeki kudret, öncelikle
maddîdir (bu kudret ekonomi ve ordu ile ilgilidir.). Emperyalizmin hâkimiyeti
altındaki halklar, emperyalizme ancak eylem birliği için gerekli zemini
sağlayacak olan manevî kudretlerini yeniden keşfedip, onu seferber etmek suretiyle
direnebilirler.
Kapitalizm eleştirisinin odak noktası, sadece zararlı
olan ekonomik, toplumsal ve politik sonuçları değildir. Bu yaklaşım, kaba
Marksistlerin veya modern akımlar dâhilindeki milliyetçi yaklaşımların üzerinde
durduğu husustur. Bu kesimler, sadece burjuva medeniyetinin gelişmekte olan
ülkeler nezdinde genelleştirilmesi sayesinde gelişmenin olacağını iddia
ederler. Şefik’in getirdiği eleştiri ise esas olarak kapitalist sistemin
“materyalist” boyutunu ele alır ve ondaki genel üretken maddî etmenin (sermayenin)
insanı ve doğayı sefalete sürükleyeceği üzerinde durur. Şefik’in geliştirdiği
politik analizin reformist teoloji ile buluştuğu nokta da burasıdır.
İslamî Rasyonalite
Yöntemsel açıdan Şefik, analizine soyut akıl ve imana
itiraz eden modernist akımlara karşı Islah (İslamî reformizm) âlimlerinin
verdiği kavgayla başlar. Modernist akımlardaki Avrupa merkezci yaklaşım,
mekanik biçimde Avrupa’daki sekülerleşme deneyimini tarihsel açıdan farklı bir
bağlama sahip olan Arap-Müslüman dünyaya aktarmıştır.[1]
Bu noktada Şefik, aklın nesnelliğini inkâr etmez ama
doğduğu yer olan Avrupa’da kendi sınırlarına ulaşan tarihsel bir modelin tüm
yükünü ithal etmenin de rasyonel bir yaklaşım olmayacağını söyler.
Rasyonalizmle ilgili bir anlayış, bunun yerine her
toplumun kendi gerçeklerini dikkate alan özgün bir araştırmayla işe
koyulmalıdır. Bu bağlamda Şefik şu sonuca ulaşır: ortadaki savaş, aklın
destekçileriyle “irrasyonalite”nin destekçileri arasında değil, iki farklı
rasyonalitenin takipçileri arasında yaşanmaktadır. Bu açıdan İslamî inanca
dayalı akıl, Aydınlanma felsefesine dayanan akıldan daha az akla yatkın
olmayacaktır.
Dolayısıyla, dinin dünyayla ilgili toplumsal
kavrayışlarına karşı çıkmak yerine, rasyonel ve toplumsal bir yaklaşımla işe
başlamak ve ister dinî olsun ister olmasın, toplumsal tepkileri dikkate almak
daha uygun olacaktır. Kendiyle ihtilafa düşen Şefik, bu aşamada abartılı bir
rasyonalizme feda edilmiş bir inanç anlayışını savunmakta tereddüt etmez. Ona
göre vahyi terk edenler, bu işlemin aklın en üst düzeyi olduğunu
düşünmektedirler:
“İnanç,
sadece akılda ve onun aracılığıyla meydana gelir ve bir mümin inanca, aklı
kabul ettiği takdirde ulaşır.”[2]
Aşırı rasyonalleştirme, mantıksal açıdan Şefik’i
İslam’a yabancı başka öğretileri, yöntemsel düzlemde sınırlı bir biçimde,
gayrimeşru kılmaya iter. Ona göre, bizim tüm Marksist sistemi kabul etmeksizin,
Marx’ın diyalektik-materyalist yöntemini benimsememiz mümkündür.[3]
Ancak Arap toplumlarını dünya kapitalizminin merkezine
yerleştiren bağımlılık anlayışlarına dönük analizine dikkatlice baktığımızda,
Şefik’in kendisine ait bu söze pek saygı duymadığı görülecektir. Marx’ın ifade
ettiği biçimiyle, bir insan hakkındaki hüküm, onun bilinci değil, içinde fiilî
olarak var olduğu toplumsal ilişkiler üzerinden verilebilir.
Şefik’in İslamî kurtuluş teolojisine yaptığı en önemli
katkı, onun Marksist geçmişinden miras aldığı tarih boyutuna çok şey borçludur.
İslam’ın yüzleştiği mevcut sorunları ele alan Şefik soyut bir teolojik cevap
vermez, aksine mevcut Müslüman toplumların içinde yaşadığı İslam dâhilinde
işleyen ölçütlerin tarihsel bağlamını her seferinde hatırlatır.
Şefik, kolaycı çözüme tevessül etmeksizin, keyfî bir
seçim yaparak, özellikle fıkıh alanıyla ilgili Müslüman öğretiyi parçalama
yoluna gitmez ve sistematik İslamî referansın meşruiyetini ve tutarlılığını
muhafaza etmek için tarihe başvurarak mevcut dogmatizmle yüzleşme yoluna gider.
Belki de bu, Şefik’in ortaya koyduğu eserin en çok sorgulanan yanıdır. Ama gene
de o, geleneğe dönük yeni bir okuma önermiş, mevcut okumalara karşı koyma
cüretini göstermiştir.
İslamî Üçüncü Dünya’nın Özeti
Politik açıdan Şefik’te hem İslamî hem de devrimci bir
perspektif mevcuttur. Bu hâliyle o, İslam’ın doğuşu itibarıyla bir devrim
olduğuna, bu sebeple O’nun bugün de anti-kapitalist ve anti-emperyalist devrim
için gerekli ideolojik-politik çerçeveyi verebileceğine inanır.[4] Müslüman
toplumların ve bağımlı ülkelerin bulunduğu bir coğrafî alanın parçası olmak,
İslamcı Şefik’i günümüze ait “Üçüncü Dünyacı” okumaları birleştirmeye iter.
Şefik Avrupamerkezciliği Bu sentez gayreti dâhilinde
eleştirir. Bu yaklaşıma göre, kapitalizm genel manada, sadece iç kaynaklı bir
gelişmeye atıfta bulunarak izah edilebilir. Bu bağlamda söz konusu gelişme,
Avrupa toplumlarını feodalizmden kapitalizme taşımıştır. Ancak Şefik’e göre bu
yaklaşım, kapitalist sistemin ta başından beri etkin olan fetih ve dışarıda
yürütülen yağmanın önemini ihmal etmektedir.
Söz konusu analiz, Şefik’e göre, tarihsel bir önemi
haiz değildir, zira soruya verilen cevap üzerinden söylenebilir ki
anti-kapitalist devrimin güçleri ve doğası ile ilgili olarak, oldukça farklı
cevaplar verilebilir.[5]
Devrimci görevlerin tanımını yaparken Şefik, ilerici
Arap mahfillerindeki hâkim evrimci kurguyu reddeder.
Mutlak ilerleme ve gericiliğe karşı çıkmazdan önce
gerekli olan, yapılanın gerçek manada ileriye doğru atılmış bir adım olduğunu
söylemek için gerekli ölçütü belirlemektir. Güney’de “ilerici” olarak
adlandırılan güçlerin birçoğu, toplumsal, psikolojik ve manevî olanı dikkate
almaksızın, teknik ve ekonomik ilerlemenin idealleştirilmesine dayalı hâkim
değerler sisteminden ödünç alınan bir ilerleme tanımına sahiptir.[6]
Politik Dolayımlar
Küresel bir sistem karşıtı perspektif ortaya koyan
Şefik, bunu “bütünsel savaşa karşı bütünsel savaş”[7] sözüyle ifadelendirir.
Söz konusu yaklaşım, onu gerekli politik ve toplumsal dolayımların üzerinde
durmaktan alıkoymaz. Bu bağlamda Şefik, ulusötesi İslam ümmetinin üstünlüğünü
ortaya koyar ve İslam’ın ulusal birliği tanıdığını, baskı rejimini dağıtıp alt
ettiğini söyler.
Milliyetçiliğin aksine İslam, Şefik’in geçmişte olduğu
gibi bugün de toplumsal ve tarihsel bir örgütlenme biçimi olarak gördüğü
milleti asla idealize etmez. Aynı tespit, kimi bölgeler için kabile konusunda
da geçerlidir.
Bu bağlamda Şefik, İslamî evrenselciliğin yegâne somut
evrenselcilik olduğuna vurgu yapar ve onun mutlak olmamakla birlikte, aile,
kabile, bölge, millet, sınıf vb. tekil olguları bütünleştirdiğini söyler. Bu
konum, doğrudan kimi toplumsal içerimlere sahiptir: geleneksel yapıları (aile,
kabile, komşuluk) çözmek suretiyle daha iyi bir toplumsal dayanışma örgütüne
ulaşamayız. Toplumsal ilişkinin kendinde-devlete veya tekil bir birliğe
indirgenmesi kapitalist sisteme karşı alınan ihtiyatlı konum dâhilinde grupların
direncini ve muhafazasını zayıflatır.[8]
Radikal değişim perspektifindeki politik sorunu
gündeme getiren Şefik, demokrasi meselesini atlamaz, ama onu temel medeniyet
meselesine bağlar. Ona göre bağımlı toplumlarda yönetici seçkinlerin
batılılaşması, sadece otoriteryanizmle veya despotizmle sonuçlanır. Burada
toplumsal-kültürel kökler kaybolur ve bu, seçkinleri toplumun dışına savurarak
onları halkın çoğunluğuyla çatışmaya sürükler. Diğer yandan, demokratik
talepler öne sürüp bu taleplerin kültürel boyutunu es geçen politik güçlerse
kitlelerle sağlıklı bir iletişim kursa bile, toplum onları asla
işitmeyecektir.[9]
Muhammed Tahir Bensaada
24 Temmuz 2006
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Munir Shafiq, Islam in battle of civilization, Dar al-Barak, Tunis,
1991, s. 136.
[2] A.g.e., s. 138.
[3] A.g.e., s. 159.
[4] A.g.e., s. 75.
[5] A.g.e., s. 44.
[6] A.g.e., s. 134.
[7] A.g.e., s. 147.
[8] A.g.e., s. 100.
[9] A.g.e., s. 116.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder