Zaman zaman şu tarz basit karşıtlıklara rastlıyorum:
Yahudilik kolektiftir, Hristiyanlıksa bireyselcidir.
“Doğu” Ortodoksluğu kolektif, “Batı” Hristiyanlığı
bireyselcidir.
Roma Katolikliği kolektif, Protestanlık bireyselcidir.
Burada işlemeyen bir şeyler olduğu açık. Dinî davaları
dinin tali bir mesele olduğu meselelere izafe eden dinî mugalâtadan ayrı
olarak, bu karşıtlıklar, bireyselcilik denilen umacının tanımlanması uğruna,
tuhaf bir biçimde, olduğu yerde kayıp duran bir karşıtlıktan mustaripler.
Bunun yerine ben, her bir karşıtlığın kolektif ve birey arasındaki ilişkiye farklı yollardan aracılık ettiği iddiasındayım. Dolayısıyla Yahudilik için birey dinî olduğu kadar etnik bir nitelik arz eden bir cemaatle ilişkilidir.
“Doğu” Ortodoksluğu’nda ortaklaşa yaşayan çok sayıda
insanın oluşturduğu ruhanî cemaati ifade eden Sobornost terimi,
bireyleri birbirine bağlayan bağdır. Başlarda görünüşe göre, cemaat aslidir ve
birey, ortak iyi için arzularını cemaate tabi kılmalıdır. Dolayısıyla o,
cemaate boyun eğmesi gereken varlık olarak görünür, birey de, müşterek durum
layıkıyla kolektif olduğu sürece, ondan kazanç sağlar. Ancak cemaat belirgin
tuzaklara sahiptir, zira sözkonusu cemaat otokratik değilse bile hiyerarşik bir
yapı olarak kavranır. Bu nedenle bir cemaatin parçası olmak, cemaati yöneten
kişiye fiiliyatta tabi olmaktır, bu bir rahip, piskopos ve imparator olabilir.
İnsan iradesini cemaatin, etnik grubun ve devletin uğruna teslim eder. Herkesin
ortak iyisi, otokratın iyisi hâline gelir. Burada sobornost teriminin
Slavofilik kökenleri çıkıyor ortaya, Sezarcı-papacılık eğilimi ile birlikte.
Roma Katolikliği, buna ince bir ayar çekiyor. Bugün
kilisenin aslî olması gerekiyor, bu öyle ki bazı kiliseler yegâne hakiki kilise
olduklarını iddia ediyorlar. Kilise dışında selamete kavuşulamıyor, peki o
zaman bireye ne oldu? Tanrı ile ilişkinin aracısı, başka bir birey, yani rahip
ve nihayetinde Peter’den bugüne uzanan efsanevî hattı temsil eden papa.
Roma Katolikliğine hayranlığım büyük olsa da buradaki
tehlike, tıkır tıkır işleyen bir hiyerarşi aşkına teslim olmakta.
Bazı Protestanlık biçimleri, Roma Katolikliğinin
yaklaşımına oldukça yakın, örneğin Anglikan Kilisesi’nin kimi yüksek formları.
Ama Protestanlığın diğer tipleri ilk başta gerçek suçlularmış gibi görünüyor
burada. Karikatür hâliyle bu Protestanlık tipleri, Tanrı ile bireyin arasındaki
aracıları kaldırıyor ve (her ne kadar yukarıda da gördüğümüz üzere, bu, Roma
Katolikliği ve bütün olarak Hristiyanlık için de söylense de) bireyin Tanrı ile
ilişkisini teşvik ediyor. Artık bir cemaate ihtiyaç kalmıyor ve Tanrı sadece
her bir birey için varoluyor. Ancak Luther, Calvin, Zwingli, Wesley ve diğer
isimlere yakından bakıldığında, bunların kiliseyi kesinlikle hayatî gördükleri
hemen anlaşılıyor. Ama bizim buradan bir adım daha ileriye atmamız mümkün. Bu
noktada Reforma uğramış, özellikle (cemaatleri bağımsız sayan kilise yanlılığı
anlamında) kongregasyonalist gelenekler örnek verilebilir. Bu örneklerde
her türden hiyerarşi tümüyle kaldırılıyor. Rahiplere, piskoposlara, patriklere
veya papalara yer kalmıyor. Aksine, dinsel cemaat hayatî bir rol oynuyor. Bu
cemaatte papaz, tüm eşitler arasında birinci. İlkesel olarak cemaat,
derinlemesine demokratik ve kolektif. Ama bunun pratikte pek bir karşılığı yok.
Belki de burada (Rosa Luxemburg’dan ödünç alacağımız) diyalektik terimini
devreye sokabiliriz: kolektif, bireyi belirlemekle kalmıyor, ayrıca bireyin
özerkliği ve kendi kaderini tayin hakkı daha büyük ve gönüllü bir kolektiviteye
yol açıyor. Bana kalırsa, bu, tüm müminlerin papaz olma vasıflarının ifade
etmeye çalıştığı öğreti.
Roland Boer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder