İran dış siyasetinin biçimlenmesinde İslam
Cumhuriyeti’nin kurucusunun İslamî ideolojisi görece daha az ağırlığa sahiptir.
Bugün İran’ın dış siyasette attığı adımlar, bölgedeki diğer rejimlerin
attıkları, hayatta kalma, popülarite ve etki meseleleriyle ilgili adımlara
benzemektedir. İslam Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında rejim, İslam birliğini
vadeden bir vizyon dâhilinde, Sünnilerin ve Şiilerin desteklerini almaya
çalışmıştır. Bu vizyon, Velâyet-i Fakih vizyonuna göre inşa edilen cumhuriyet,
henüz emekleme aşamasında olduğundan, pek de ihtimal dışı bir vizyon değildir.
Şah’ın kudretli diktatörlüğünü deviren yeni rejime dönük umutlar besleyen
birçok Arap, Müslüman ve solcu, bu devrimin örnekliğinden ilham almıştır.
Zamanla rejimin devrimci ateşi söner, “devrim ihracı”
arzusu silinir. Tıpkı Suudi Arabistan ve Türkiye gibi, bölge üzerinde nüfuz
sahibi olma arzusunda olan İran bu arzusundan vazgeçer; aslında İran, sahip
olduğu beceriler ve cazibe konusunda, görece daha gerçekçi bir konum alır. Bir
ara İran rejimi, Arapların kendisine ait modele öykünmek isteyeceğini varsayar.
Ama bu arzunun ömrü pek uzun olmaz: rejim, tüm Körfez rejimleri tarafından
yolunun daha az kapatıldığı, katı kontrolün azaldığı momentte bile, Araplara
birçok nedenden ötürü cazip gelmez. Ülkedeki ana ideoloji, sahip olduğu
mezhepçi ideolojiden ötürü, tanım itibarıyla dışlayıcıdır ve şüphesiz ki İsrail
ve ABD’nin emri üzerine, Suudi rejimi tarafından kasıtlı olarak tetiklenen
mezhepçi ajitasyon çağında, daha az cazip görülmeye başlanır.
Bugün İran rejiminin Arap dünyasında, bilhassa Arap
Doğu’da bir dizi politik önceliği mevcuttur. Kuzey Afrika bölgesi burayla
ilgili tüm niyetler ve amaçlar için kapalıdır: Suudi Arabistan, Şii karşıtı bir
öğretiyi benimsemeleri için Mısır ve Fas’ta gerekli düzenlemeleri yapmıştır,
bugün Libya ise İran’ın ya da Şiiliğin varlığını hoş karşılamayacak düzeyde,
fazla Selefî ve fazla İhvan hâkimiyeti altında bir ülkedir. İran’ın dış
politikada attığı adımların tümü, esas olarak Arap Doğu’ya odaklanmakta, İran,
Körfez ile kendisi arasındaki çatışmanın burada çözüleceğini bilmektedir.
1.) Suudi Arabistan’ın ilgili hedefe ulaşmak için
elinden geleni yapmaya devam edeceğini bildiğinden, İran, Sünni-Şii
çatışmasının, ne pahasına olursa olsun, derinleşmesinden kaçınmaya
çalışacaktır. IŞİD ve Nusret Cephesi’nin üzerinde yükseldiği dalga, Suudi
rejimini belirli bir süre durmak için gerekli gerekçeyi sunacaktır. Suudi
kraliyet ailesinin mezhepçi ajitasyonun sunduğu faydalara dair coşkusu,
özellikle Suriye ve Lübnan’daki vekâlet savaşları Suudilerin istekleri
doğrultusunda ilerlemediğinden, azalmış durumdadır.
2.) Hizbullah ve onun korunması, İran’ın politik
önceliğidir. Ama Hizbullah, İran’ın bekasına artık muhtaç değildir. Örgüt,
Lübnan’da ve Şii diasporası içinde güçlü bir üs teşkil etmiş durumdadır. Yaygın
yanlış kanaatlerin aksine, Nasrallah, partisindeki seleflerinin geçmişte
yaptığı gibi, Lübnan’da uygulamak üzere, İran rejiminden talimatlar
almamaktadır. Nasrallah’ın Lübnan ile ilgili meselelerde kararlar alma
hürriyetine sahip olduğunu söylemek gerçeğe en yakın yaklaşımdır; İran’ın dinî
lideri, İran’ın bölgedeki dış siyaset yönelimleri konusunda Nasrallah’a
danışmaktadır.
3.) İran için öncelikli olan, Suriye rejiminin
bekasıdır, Beşar Esad’ın değil. Ama rejim, Suriye’nin İran’la birlikte bir
bütünü teşkil edecek şekilde ona yamanmayacağı bir gerçeklikle uzlaşma
eğilimine girebilir. Rejim, muhtemelen Suriye’nin bölünmesini kabul edecek,
Şam’ın nüfusu kalabalık olan büyük şehirlerdeki kontrolünün sürmesini
isteyecektir. Eğer Batı ile yapılacak anlaşma, Suriye veya Lübnan dosyalarını
kapsarsa, Beşar’ı feda etme eğilimine kolayca girebilir. Esasında İran’ın (ABD
ile belirli bir anlaşmaya varıldıktan sonra Malikî’yi feda etmesi gibi) Beşar’ı
feda etmesi ihtimali, İran ile Batılı güçler arasında kurulacak “politik
uzlaşma”nın ana bileşeni olarak zuhur edebilir.
4.) Suudi Arabistan ile ilişkiler, merkezî konumunu
sürdürecektir, ancak İran, Suudi rejiminin elindeki kartlardan daha az karta
sahip durumdadır. Suudi çıkarlarına karşı şiddet seçeneğine başvurmak, bugüne
dek tevessül edilen bir çare değildir ama eğer bölge ileride parçalanma ve iç
savaşlar üzerinden dağılırsa, özellikle Lübnan kapsamlı bir iç savaş içine
girerse, bu şiddet seçeneği bir zorunluluk hâline gelebilir (ki bu, bugün için
pek muhtemel görünmemektedir.). Tuhaftır ki eğer İran, Batı ile nükleer meselesi
hususunda bir anlaşmaya varırsa, onun Suudi rejimi ile uzlaşma arzusu ortadan
kalkar.
5.) İran rejimi, Filistin’deki direniş hareketine
dönük bağlılığına devam etmek zorundadır, ayrıca o, Filistinli direniş
gruplarına para ve silâh yardımı yapmaya mecburdur. Hamas-İran (ve ayrıca
Hizbullah) arasındaki ilişkilerin bozulması İran’ı yaralamıştır, zira söz
konusu ilişki, İran’ın Arap Doğu’daki mezhepçi kastını dağıtmasına katkı
sunmaktadır. Bu sebeple İran rejimi hızla, aralarında FHKC’nin de bulunduğu,
alternatif Filistinli gruplara silâh ve para yardımı yapmaya başlamıştır ki bu,
cephenin Marksist-Leninist ideolojisi üzerinden, beklenmedik bir durumdur. Bu
meseleyle ilgili olarak, Körfez ülkeleri ile İsrail arasındaki ittifakın
ışığında, İran rejimi, Filistin meselesini Arap kamuoyu üzerinde belirli bir
avantaja sahip olmak için kullanabilir.
İdeoloji, kimi İranlı din adamları ve devlet
görevlileri, özellikle seçkin Devrim Muhafızları arasında rol oynamaya devam
etmektedir. Eğer ülkedeki güçler dengesi “militan” hizip lehine dönerse,
ideolojinin rolü daha fazla belirginleşecektir. Ayrıca İran toplumundaki
çatışma ile İran-Batılı ülkeler arasında süren nükleer müzakerelerinin
sonuçları ülkedeki iç siyaset üzerinde kısa vadede belirli sonuçların
oluşmasına yol açacaktır. Bu gelişmeler, ya Ruhani’nin elini güçlendirecek ya
da Devrim Muhafızları İran’ın dış siyaseti üzerinde kontrolü ele geçirecektir.
Esad Ebu Halil
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder