Pages

03 Kasım 2014

Direniş

“Direniş, reform ve devrim” terimleri içerisinde, “direniş”, diğerlerine nazaran, solda bilinçli olarak kullanıma girmiş ve kavramsallaştırılmış en yeni mahsuldür.

Stephen Duncombe’nin birkaç yıl önce tespit ettiği üzere, “direniş” kavramı, doğası gereği muhafazakârdır. Bu kavram, bir şeyin kendisini değiştirmesi muhtemel dış etkilere karşı varoluş hâlini muhafaza etme, koruma veya sürdürme becerisini gösterir. Direniş, hem meydan okumayı hem de uzlaşmazlığı anlatır. O, otomatikman “savunmacı bir tavrı” varsayar. Dolayısıyla direniş, politik açıdan iki anlamlıdır: o, korunan şeye ve direnilen şeye tabidir.

Kavramsal boyutunun ötesinde, direnişin dili, tarihsel düzeyde de muhafazakârlıkla bağlantıdır. 1789’da ortaya çıkışından beri sola karşı muhalefetini toplumun itaatsiz unsurlarının nasıl kavradığı ile ilgilidir. Rasyonalizme ve Fransız Devrimi’nin ifrada kaçtığı noktalara karşı çıkarken İngiliz devlet adamı ve aşırı muhafazakâr Edmund Burke, İngiltere’nin radikal politik modernleşme projelerine yönelik inatçı “direniş”ini övmüştür:

“Yeniliğe dönük huysuz direnişimiz, ulusumuzun karakterindeki soğukluk ve ağır kanlılık sayesinde ecdadımızın damgasını hâlâ taşıyoruz. […] Bizler Rousseau’nun yoluna girmiş kimseler ya da Voltaire’in müridleri değiliz; Helvétius’un bizim aramızda yol alması hiç mümkün olmadı. […] Biz Tanrı’dan korkarız; biz krallara korkuyla saygı duyarız; parlamentolara muhabbetimiz vardır; mahkemelere ve rahiplere hürmetimiz, asillere saygımız büyüktür.”

1848’in sonlarında “direniş”, esas olarak gericilerin kullandığı bir terimdir. Louis Philippe’in Temmuz Monarşisi döneminde, başında muhafazakâr teorisyen ve devlet adamı Guizot’nun bulunduğu Direniş Partisi [le parti de la Résistance] görece ilerici olan Hareket Partisi’ne [Parti du mouvement] karşı mücadele yürütmektedir. Güçlü bir kalem olan, anarşist Pierre-Joseph Proudhon, çağdaşları Louis Blanc ve Pierre Leroux’ya 1849’da “devrime dönük direnişleri”nden ötürü serzenişte bulunmaktadır. Avrupa’daki irticaî güçler, devrime “direnmek”ten hoşnut değildirler. 1830’larda Britanya’da verilen seçim reformu mücadelesinde sol, bir kez daha muhafazakâr yasa koyucuların “direniş”iyle mücadele etmek zorunda kalır. 1860’larda, halkın daha büyük bir kısmına oy hakkı vermeyi öngören yeni bir reform tasarısı gündeme geldiğinde, Liberal Parti’nin muhalif kesimi olan Adullamcılar demokratik tedbirlere karşı direnişe geçerler. Engels’in bu hamleye dair değerlendirmesi aleyhtedir:

“Bu Adullamcılar, gerçekte şu beş para etmez reform tasarısına, İngiltere’nin görüp görebileceği en muhafazakâr tasarıya karşı direniş geliştirecek kadar eşek kafalılardır.”

Yirminci yüzyıldaki üç başlı tarihsel gelişme sayesinde “direniş” sol politika ile ilişkilendirilmeye başlanır. Önce bu kavram, emperyalist boyunduruğa karşı direniş geliştiren sömürge halkların muhalefet hareketleri üzerinden yüceltilmeye başlanır. Ama burada bile, emperyalizme yönelik “direniş”in özgürlükçü niteliği, her daim kesin bir kopuşla sonuçlanmaz. Emperyalizm teorisine Marksistlerin ve anarşistlerin başvuruda bulunduğu Lenin, emperyalist saldırganlığa “direnen” her harekete sırf bu yüzden kayıtsız şartsız destek sunmayacak kadar akıllı bir kişidir. Varolmayan ilerici alternatifler yerine, solun emperyalizme karşı gerici toplumsal unsurlarca gerçekleştirilen ayaklanmalara destek sunması mümkün değildir.

“Direniş” kavramı, Fransa’daki işbirlikçi Vichy rejimine karşı mücadele eden Direniş [La Résistance] deneyimi üzerinden romantikleştirilir. Direnişin önde gelen kahramanlarının ve şehitlerinin çok azı, komünist harekete mensuptur. Böyle olmasına karşın ortada hâlâ belirli sorunlar vardır. Fransız komünistlerinin ağızlarından düşürmedikleri faşizme karşı direniş, Stalinist halk cepheciliğinin silinmek bilmeyen damgasını taşır. Kimi Troçkistlerin 1939’da ifade ettiği biçimiyle, Halk Cephesi stratejisi, Fransız emek hareketinin militan kesimlerinin devrimci enerjisini boşaltmış, onu koalisyon kurma kampanyalarına sevk etmiştir. Elbette bu tespitin amacı, Fransız direnişi savaşçılarının fedakârlıklarını ve yiğitliklerini kötülemek değildir. Burada sadece bu tarz bir “direniş”in gerçekleştiği karmaşık koşullara işaret edilmektedir.

Postmodern ve postkolonyal teorinin elinde ise “direniş” kavramı, akademinin onay mührünü eline geçirir. Kavram, geç kapitalizm koşullarında, standart muhalefet tarzı olarak takdis edilir. Postkolonyalistlerce “direniş” kavramıyla ilgili yapılan süslü bir izah için Homi Bhabha’nın 1994 tarihli Kültürün Konumu eseri örnek verilebilir:

“Direniş, muhalif bir politik niyet eylemi ya da bir ara algılandığı biçimiyle, bir farklılık, başka bir kültürün ‘içeriği’nin dışarıda tutulması veya basit manada inkârı değildir. O, hiyerarşi, normalleşme, marjinalleşme gibi, sömürgeci iktidarın hürmetkâr ilişkileri içine girdikçe ve kültürel farklılığın işaretleri olarak dil buldukça, hâkim söylemlerin tanınma kuralları tarafından üretilen çift anlamlılığın yol açtığı etkidir. Zira sömürgeci hâkimiyet bir tür bozulma olarak onun müdahalesinin yol açtığı kaosu inkâr eden ret süreci üzerinden elde edilir, tarihsel ve politik evrimciliğe dair teleolojik anlatılarda sahip olduğu kimliğin otoritesini muhafaza etmek için direniş her şeyi yerinden eder.”

Dilindeki tüm anlaşılmazlık üzerinden Bhabha’nın en azından “direniş”in apolitik boyutunu izah etme faziletine sahip olduğu açıktır. İzahatında belirsiz olan yan ise, bir öznenin, görece tanıdık, geleneksel, yerel ya da “yerli” hâkimiyet biçimlerinin otoritesini muhafaza etmek için kültürel hâkimiyet alanı dışında olan, yabancı formlara karşı aktif olarak “direnip direnemeyeceği” meselesidir. Postkolonyal teori, ilk olarak içinden zuhur ettiği Soğuk Savaş politikası bağlamında anlaşılmalıdır. Dünyanın en gelişmiş endüstriyel uluslarında devrimci sol politikanın zayıflaması ile birlikte, radikal toplumsal dönüşüm umutları, Fransız nüfusbilimci Alfred Sauvy’nin kullandığı tabirle, “Üçüncü Dünya”ya göç etmiştir. Nihayetinde bu umutlar, sonrasında “üç dünyacılık” [tiers-mondisme] olarak bilinen, ideolojik yüceleştirme gayretlerine varmıştır. Buna göre, küresel sistem “birinci dünya” (ABD ve müttefikleri) ile “ikinci dünya” (SSCB ve müttefikleri) arasında iki bloğa ayrılmış, politik mücadelenin asli sahası, “üçüncü dünya” (bağımsız ülkeler, çoğunlukla eski Avrupa sömürgeleri) olarak belirlenmiştir.

Tuhaftır ki bu türden duygusal yaklaşımlar, kendilerini meydana getiren mevcut ideolojilerin hayatta kalmalarını sağlamıştır. Eskiden sömürge olan bölgelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerine dönük coşku, batıdaki aktivist ortamlarında varlığını sürdürmüş, bu destek SSCB ve Çin ilgili ülkelere 1991 sonrası yardım etmeyi kesmesinden sonra da devam etmiştir. Çin bahsinde bu kesinti, 1976’da “Dörtlü Çete”nin devrilmesine neden olan darbe ile gerçekleşmiştir. Bu noktada kapitalizmin periferisinde doğan postkolonyalizm akımları ile kapitalizmin merkezinde doğan postmodernizm birleşmiştir. Geçmişin tüm büyük anlatıları çökmüştür. Edward Said’in Şarkiyatçılık’ı 1978’de çıkmış, Jean-François Lyotard’ın Postmodern Durum’u ise bir yıl sonra yayımlanmıştır. İlki postkolonyalizm, ikincisi de postmodernizm külliyatı içerisinde belirleyici bir etkiye sahip eser olarak görülmektedir. Ancak her iki eğilim de, postmodernizm ve postkolonyalizm, Yeni Sol’un başarısız olması üzerinden ortaya çıkan pratik yorgunluğun ve teorik kafa karışıklığının mahsulüdür. Yorgun, hayal kırıklığına uğramış, büyük ölçüde depolitize olmuş radikaller, önce Yeni Solu kucaklamış sonrasında da bir zamanlar karşı çıktıkları kurumlara bağlanmış, tam zamanlı akademisyenler ve profesyonel aktivistler hâline gelmişlerdir.

Yeni Sol’un, kendi ifadesiyle, “postpolitik” veya “postideolojik” sola dönüşmesi, kültürel direniş kavramına yeni bir değer katmıştır. Üzücü olan şu ki, yetmişlerin sonunda postkolonyalizmin ve postmodernizmin radikal politikaya yaptıkları en değerli katkıları gene geçmişe ait katkılardır. Albert Memmi’nin Sömürgeleştirici ve Sömürgeleştirilen isimli eseriyle Frantz Fanon’un (Yeryüzünün Lanetlileri değil de) Kara Deri Beyaz Maske isimli çalışması Said için üstün nitelikte eserlerdir. Said ise bugün Bhabha, Spivak ya da Chakrabarty gibi isimlerce tercih edilmektedir. Aynı durum, postmodernizm için de geçerlidir. “Ya Sosyalizm Ya Barbarlık” [Socialisme ou Barbarie] grubunun üyesi ve postmodernizmin teorisyeni olan Lyotard kötü yola sapıp Kantçı bir estetikçi olan Lyotard’dan daha kıymetli bir isimdir; Üretim Aynası’nı kaleme alan Baudrillard, sonrasında “Simulark ve Simulasyon”u yazan yazarın önüne konulmalıdır. Her halükârda postkolonyal ve postmodernist politika, hiçbir zaman neoliberalizmin ve küreselleşmenin mutlak kudretine karşı bir şeyler yapma arzusunda olmamıştır.

Sol nezdinde “direniş” kavramının soykütüğü bu şekildedir. Geçen sonbahar Özgürlük Meydanı’nda yapılan gösterilerde, tersten bir kartezyen mantıkla, şu tarz bir dövize rastlamak mümkün olmaktadır: “Direniyorum o hâlde varım.” Ancak bu tarz bir direnişin yararlı olup olmadığını belirlemek güç bir meseledir. Son dönemde Moishe Postone ve Slavoj Žižek gibi Marksçı teorisyenler, direnişe dayalı politikanın karşı koyduğunu düşündüğü sistemle suç ortaklığı içerisinde olduğunu söylemektedirler. Dahası, direnişin daha kapsamlı bir özgürleşme programına ne ölçüde denk düştüğü de belirsizliğini korumaktadır. Chris Cutrone’un da gözlemlediği biçimiyle:

“Bugün sol, özgürlük veya kurtuluştan neredeyse hiç söz etmiyor, sadece sermaye ve onun dönüşümleriyle bağlantılı değişim dinamiklerine karşı ‘direniş’ geliştirmekten bahsediyor.”

Elbette “direniş” eylemlerinin özgürleştirici gücü olmadığını iddia ediyor değilim. “Direniş”, eldeki özgürlükleri sınırlamaya çalışan güçlere karşı onları korumak için verilen mücadelenin adı olabilir ancak. Bu bağlamda direniş politikası, John Locke gibi ilk dönem liberallerin dillendirdiği “direniş hakkı”nın ötesine geçemez; Locke, “Yönetim Üzerine İkinci Tez”de şunu yazmaktadır: “Haksız bir güç kullananları sorgulamak, onlara karşı itiraz ve direniş geliştirmek mümkündür.” Burada üzerinde durulan husus, devredilemez nitelikte olan burjuva mülkiyetinin bir uzantısı olarak insanın, kendi hayatını koruma hakkına sahip olmasıdır.

Ross Wolfe
10 Nisan 2013
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder