“Direniş, reform ve devrim” terimleri içerisinde,
“direniş”, diğerlerine nazaran, solda bilinçli olarak kullanıma girmiş ve
kavramsallaştırılmış en yeni mahsuldür.
Stephen Duncombe’nin birkaç yıl önce tespit ettiği
üzere, “direniş” kavramı, doğası gereği muhafazakârdır. Bu kavram, bir şeyin
kendisini değiştirmesi muhtemel dış etkilere karşı varoluş hâlini muhafaza
etme, koruma veya sürdürme becerisini gösterir. Direniş, hem meydan okumayı hem
de uzlaşmazlığı anlatır. O, otomatikman “savunmacı bir tavrı” varsayar.
Dolayısıyla direniş, politik açıdan iki anlamlıdır: o, korunan şeye ve
direnilen şeye tabidir.
Kavramsal boyutunun ötesinde, direnişin dili, tarihsel
düzeyde de muhafazakârlıkla bağlantıdır. 1789’da ortaya çıkışından beri sola
karşı muhalefetini toplumun itaatsiz unsurlarının nasıl kavradığı ile
ilgilidir. Rasyonalizme ve Fransız Devrimi’nin ifrada kaçtığı noktalara karşı
çıkarken İngiliz devlet adamı ve aşırı muhafazakâr Edmund Burke, İngiltere’nin
radikal politik modernleşme projelerine yönelik inatçı “direniş”ini övmüştür:
“Yeniliğe
dönük huysuz direnişimiz, ulusumuzun karakterindeki soğukluk ve ağır kanlılık
sayesinde ecdadımızın damgasını hâlâ taşıyoruz. […] Bizler Rousseau’nun yoluna
girmiş kimseler ya da Voltaire’in müridleri değiliz; Helvétius’un bizim
aramızda yol alması hiç mümkün olmadı. […] Biz Tanrı’dan korkarız; biz krallara
korkuyla saygı duyarız; parlamentolara muhabbetimiz vardır; mahkemelere ve
rahiplere hürmetimiz, asillere saygımız büyüktür.”
1848’in sonlarında “direniş”, esas olarak gericilerin
kullandığı bir terimdir. Louis Philippe’in Temmuz Monarşisi döneminde, başında
muhafazakâr teorisyen ve devlet adamı Guizot’nun bulunduğu Direniş Partisi [le
parti de la Résistance] görece ilerici olan Hareket Partisi’ne [Parti du
mouvement] karşı mücadele yürütmektedir. Güçlü bir kalem olan, anarşist
Pierre-Joseph Proudhon, çağdaşları Louis Blanc ve Pierre Leroux’ya 1849’da
“devrime dönük direnişleri”nden ötürü serzenişte bulunmaktadır. Avrupa’daki
irticaî güçler, devrime “direnmek”ten hoşnut değildirler. 1830’larda
Britanya’da verilen seçim reformu mücadelesinde sol, bir kez daha muhafazakâr
yasa koyucuların “direniş”iyle mücadele etmek zorunda kalır. 1860’larda, halkın
daha büyük bir kısmına oy hakkı vermeyi öngören yeni bir reform tasarısı
gündeme geldiğinde, Liberal Parti’nin muhalif kesimi olan Adullamcılar
demokratik tedbirlere karşı direnişe geçerler. Engels’in bu hamleye dair
değerlendirmesi aleyhtedir:
“Bu
Adullamcılar, gerçekte şu beş para etmez reform tasarısına, İngiltere’nin görüp
görebileceği en muhafazakâr tasarıya karşı direniş geliştirecek kadar eşek
kafalılardır.”
Yirminci yüzyıldaki üç başlı tarihsel gelişme
sayesinde “direniş” sol politika ile ilişkilendirilmeye başlanır. Önce bu
kavram, emperyalist boyunduruğa karşı direniş geliştiren sömürge halkların
muhalefet hareketleri üzerinden yüceltilmeye başlanır. Ama burada bile,
emperyalizme yönelik “direniş”in özgürlükçü niteliği, her daim kesin bir
kopuşla sonuçlanmaz. Emperyalizm teorisine Marksistlerin ve anarşistlerin
başvuruda bulunduğu Lenin, emperyalist saldırganlığa “direnen” her harekete
sırf bu yüzden kayıtsız şartsız destek sunmayacak kadar akıllı bir kişidir.
Varolmayan ilerici alternatifler yerine, solun emperyalizme karşı gerici
toplumsal unsurlarca gerçekleştirilen ayaklanmalara destek sunması mümkün
değildir.
“Direniş” kavramı, Fransa’daki işbirlikçi Vichy
rejimine karşı mücadele eden Direniş [La Résistance] deneyimi üzerinden
romantikleştirilir. Direnişin önde gelen kahramanlarının ve şehitlerinin çok
azı, komünist harekete mensuptur. Böyle olmasına karşın ortada hâlâ belirli
sorunlar vardır. Fransız komünistlerinin ağızlarından düşürmedikleri faşizme
karşı direniş, Stalinist halk cepheciliğinin silinmek bilmeyen damgasını taşır.
Kimi Troçkistlerin 1939’da ifade ettiği biçimiyle, Halk Cephesi stratejisi,
Fransız emek hareketinin militan kesimlerinin devrimci enerjisini boşaltmış,
onu koalisyon kurma kampanyalarına sevk etmiştir. Elbette bu tespitin amacı,
Fransız direnişi savaşçılarının fedakârlıklarını ve yiğitliklerini kötülemek
değildir. Burada sadece bu tarz bir “direniş”in gerçekleştiği karmaşık
koşullara işaret edilmektedir.
Postmodern ve postkolonyal teorinin elinde ise
“direniş” kavramı, akademinin onay mührünü eline geçirir. Kavram, geç
kapitalizm koşullarında, standart muhalefet tarzı olarak takdis edilir.
Postkolonyalistlerce “direniş” kavramıyla ilgili yapılan süslü bir izah için
Homi Bhabha’nın 1994 tarihli Kültürün Konumu eseri örnek verilebilir:
“Direniş,
muhalif bir politik niyet eylemi ya da bir ara algılandığı biçimiyle, bir
farklılık, başka bir kültürün ‘içeriği’nin dışarıda tutulması veya basit manada
inkârı değildir. O, hiyerarşi, normalleşme, marjinalleşme gibi, sömürgeci
iktidarın hürmetkâr ilişkileri içine girdikçe ve kültürel farklılığın
işaretleri olarak dil buldukça, hâkim söylemlerin tanınma kuralları tarafından
üretilen çift anlamlılığın yol açtığı etkidir. Zira sömürgeci hâkimiyet bir tür
bozulma olarak onun müdahalesinin yol açtığı kaosu inkâr eden ret süreci
üzerinden elde edilir, tarihsel ve politik evrimciliğe dair teleolojik
anlatılarda sahip olduğu kimliğin otoritesini muhafaza etmek için direniş her
şeyi yerinden eder.”
Dilindeki tüm anlaşılmazlık üzerinden Bhabha’nın en
azından “direniş”in apolitik boyutunu izah etme faziletine sahip olduğu
açıktır. İzahatında belirsiz olan yan ise, bir öznenin, görece tanıdık,
geleneksel, yerel ya da “yerli” hâkimiyet biçimlerinin otoritesini muhafaza
etmek için kültürel hâkimiyet alanı dışında olan, yabancı formlara karşı aktif
olarak “direnip direnemeyeceği” meselesidir. Postkolonyal teori, ilk olarak
içinden zuhur ettiği Soğuk Savaş politikası bağlamında anlaşılmalıdır. Dünyanın
en gelişmiş endüstriyel uluslarında devrimci sol politikanın zayıflaması ile
birlikte, radikal toplumsal dönüşüm umutları, Fransız nüfusbilimci Alfred
Sauvy’nin kullandığı tabirle, “Üçüncü Dünya”ya göç etmiştir. Nihayetinde bu
umutlar, sonrasında “üç dünyacılık” [tiers-mondisme] olarak bilinen,
ideolojik yüceleştirme gayretlerine varmıştır. Buna göre, küresel sistem
“birinci dünya” (ABD ve müttefikleri) ile “ikinci dünya” (SSCB ve müttefikleri)
arasında iki bloğa ayrılmış, politik mücadelenin asli sahası, “üçüncü dünya”
(bağımsız ülkeler, çoğunlukla eski Avrupa sömürgeleri) olarak belirlenmiştir.
Tuhaftır ki bu türden duygusal yaklaşımlar,
kendilerini meydana getiren mevcut ideolojilerin hayatta kalmalarını
sağlamıştır. Eskiden sömürge olan bölgelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerine
dönük coşku, batıdaki aktivist ortamlarında varlığını sürdürmüş, bu destek SSCB
ve Çin ilgili ülkelere 1991 sonrası yardım etmeyi kesmesinden sonra da devam
etmiştir. Çin bahsinde bu kesinti, 1976’da “Dörtlü Çete”nin devrilmesine neden
olan darbe ile gerçekleşmiştir. Bu noktada kapitalizmin periferisinde doğan
postkolonyalizm akımları ile kapitalizmin merkezinde doğan postmodernizm
birleşmiştir. Geçmişin tüm büyük anlatıları çökmüştür. Edward Said’in Şarkiyatçılık’ı
1978’de çıkmış, Jean-François Lyotard’ın Postmodern Durum’u ise bir yıl
sonra yayımlanmıştır. İlki postkolonyalizm, ikincisi de postmodernizm külliyatı
içerisinde belirleyici bir etkiye sahip eser olarak görülmektedir. Ancak her
iki eğilim de, postmodernizm ve postkolonyalizm, Yeni Sol’un başarısız olması
üzerinden ortaya çıkan pratik yorgunluğun ve teorik kafa karışıklığının
mahsulüdür. Yorgun, hayal kırıklığına uğramış, büyük ölçüde depolitize olmuş
radikaller, önce Yeni Solu kucaklamış sonrasında da bir zamanlar karşı
çıktıkları kurumlara bağlanmış, tam zamanlı akademisyenler ve profesyonel
aktivistler hâline gelmişlerdir.
Yeni Sol’un, kendi ifadesiyle, “postpolitik” veya
“postideolojik” sola dönüşmesi, kültürel direniş kavramına yeni bir değer
katmıştır. Üzücü olan şu ki, yetmişlerin sonunda postkolonyalizmin ve
postmodernizmin radikal politikaya yaptıkları en değerli katkıları gene geçmişe
ait katkılardır. Albert Memmi’nin Sömürgeleştirici ve Sömürgeleştirilen isimli
eseriyle Frantz Fanon’un (Yeryüzünün Lanetlileri değil de) Kara Deri
Beyaz Maske isimli çalışması Said için üstün nitelikte eserlerdir. Said ise
bugün Bhabha, Spivak ya da Chakrabarty gibi isimlerce tercih edilmektedir. Aynı
durum, postmodernizm için de geçerlidir. “Ya Sosyalizm Ya Barbarlık” [Socialisme
ou Barbarie] grubunun üyesi ve postmodernizmin teorisyeni olan Lyotard kötü
yola sapıp Kantçı bir estetikçi olan Lyotard’dan daha kıymetli bir isimdir; Üretim
Aynası’nı kaleme alan Baudrillard, sonrasında “Simulark ve Simulasyon”u
yazan yazarın önüne konulmalıdır. Her halükârda postkolonyal ve postmodernist
politika, hiçbir zaman neoliberalizmin ve küreselleşmenin mutlak kudretine
karşı bir şeyler yapma arzusunda olmamıştır.
Sol nezdinde “direniş” kavramının soykütüğü bu
şekildedir. Geçen sonbahar Özgürlük Meydanı’nda yapılan gösterilerde, tersten
bir kartezyen mantıkla, şu tarz bir dövize rastlamak mümkün olmaktadır:
“Direniyorum o hâlde varım.” Ancak bu tarz bir direnişin yararlı olup
olmadığını belirlemek güç bir meseledir. Son dönemde Moishe Postone ve Slavoj
Žižek gibi Marksçı teorisyenler, direnişe dayalı politikanın karşı koyduğunu
düşündüğü sistemle suç ortaklığı içerisinde olduğunu söylemektedirler. Dahası,
direnişin daha kapsamlı bir özgürleşme programına ne ölçüde denk düştüğü de
belirsizliğini korumaktadır. Chris Cutrone’un da gözlemlediği biçimiyle:
“Bugün
sol, özgürlük veya kurtuluştan neredeyse hiç söz etmiyor, sadece sermaye ve
onun dönüşümleriyle bağlantılı değişim dinamiklerine karşı ‘direniş’
geliştirmekten bahsediyor.”
Elbette “direniş” eylemlerinin özgürleştirici gücü
olmadığını iddia ediyor değilim. “Direniş”, eldeki özgürlükleri sınırlamaya
çalışan güçlere karşı onları korumak için verilen mücadelenin adı olabilir
ancak. Bu bağlamda direniş politikası, John Locke gibi ilk dönem liberallerin
dillendirdiği “direniş hakkı”nın ötesine geçemez; Locke, “Yönetim Üzerine
İkinci Tez”de şunu yazmaktadır: “Haksız bir güç kullananları sorgulamak, onlara
karşı itiraz ve direniş geliştirmek mümkündür.” Burada üzerinde durulan husus,
devredilemez nitelikte olan burjuva mülkiyetinin bir uzantısı olarak insanın,
kendi hayatını koruma hakkına sahip olmasıdır.
Ross Wolfe
10 Nisan 2013
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder