Pages

03 Eylül 2014

Tartı


Bir değil, beş değil; Gezi, Türk solu, sosyalist hareket konusunda Kürt özgürlük hareketinden kim ağzını açsa, aynı tartı işlemi devreye giriyor. Diyelim ki yazıda Gezi’den bahsediliyor, garip bir şekilde, “orada kimileri yaralandı ama Kürdistan öyle mi” deniliyor hemen ardından. Bu yarışçı, rekabetçi kafanın kime faydası olabilir ki?

Son dönemde gündeme gelen Erdoğan’ı alkışlama meselesinde de Selahattin Demirtaş, Ezgi Başaran’a verdiği röportajda, gene aynı tartıyı devreye sokuyor: “Yine olsa yine alkışlarım. Buradan yola çıkarak kıyamet koparmak, ‘Berkin Elvan’ın annesine ihanet ettin’ demek, kimsenin haddine değildir. Bunu söyleyen kişiye şunu hatırlatmak isterim: 50 bin kişi öldü, PKK ile devlet arasındaki savaşta.”[1]

Berkin’in adı geçince neden akla hemen “50 bin şehid” geliyor? Neden ölü sayıları, acılar yarıştırılıyor, soran yok. 50.000’inin 1’den büyük olduğunu bildiğini kimlere ispatlamaya çalışıyorlar, belli değil. Bu yarışın diğer tarafının da Berkin’in resmini Küba duvarlarına çizmesi de aynı mantığın ürünü. Ölüleri yarıştırmanın kime faydası var?

Misal, İhsan Eliaçık için türlü tezvirat üretiliyor, türlü karalama yapılıyor, bunların nereden kaynaklandığı da belli. İhsan Eliaçık hiçbir şey değilse, yazdıkları “beş para” etmese bile, o aslında, yıllar önce bir TV kanalında MÜSİAD başkanına “biz, siz zengin olasınız diye mi mücadele ettik!” diyen öfkenin adıdır. Dolayısıyla, Eliaçık’a yönelik saldırının kaynağı, öz itibarıyla bu cümledir. Onun bu cümleden gayrı bir anlamı yoktur.

Aynı minvalde, “o 50 bin şehid siz zengin olasınız, büyük burjuva siyaset pazarında arz-ı endam edesiniz diye mi verildi?” sorusu da meşrudur. Şehidlerin, mücadelenin, bugünün yüksek burjuva siyasetine âlet edilmesine direnmek artık mümkün müdür, soru budur.

İMC TV’nin müdavimi olan bir sosyolog var: Bülent Küçük. Bu arkadaş her cümlesine “ben bir sosyolog olarak” diye başlıyor ve gene aynı şekilde bitiriyor sözünü. Kendisini o cahil hâliyle sosyolog yapanlara bağlılık yemini ediyor aslında. Bilmediği konularda da ahkâm kesmeyi seven bu arkadaşın, futbol gibi konularla kurduğu analojilerle süslediği konuşmalarında, tuhaf bir sosyoloji dersi verme alışkanlığı var. Küçük’e göre, CHP dâhil, HDP dışındaki tüm sol, “ergen siyaseti” yürütüyor. Son cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili olarak, örneğin Halkevleri’nin siyasetini de “ergen siyaseti” olarak niteleyenler olmuştu. Bu dil, yıllar önce İhsan Eliaçık’a işaret ederek, “biz işi ehline veririz” diyen Tayyip Erdoğan’ın diline benzemiyor mu? Burjuva siyasetini “ergen ve kâmil” diye ikiye ayırıp aralarında hiyerarşi kurmak, kâmil siyaset olarak kendisine işaret etmek, neyin çözümü?

Bir yandan ergenlikle bir yandan da yeterince ölmüş olmamakla eleştirilen sol siyaset ise başka bir kamp kurmakla meşgul bu aralar. Birliğin havada, özel şahıslar arasındaki özel anlaşmalara dayalı bir pratik olduğu zannediliyor bu aşamada. Sokaktan, fabrikadan, tarladan, kampüslerden, liselerden, hayatın tüm kılcal damarlarından bu yana doğru kurulan pratik bir birlik sürecinden, örgüt ve STK tepelerindeki her şef korkuyor. Dükkânlarının değersizleşmesinden çekiniyor. HDP ise Avrupa’dan getirilip mahallenin ortasına dikilmiş AVM gibi, bu dükkânları tedirgin ediyor. Dolayısıyla, esnaf-zanaatkâra has, basit, sığ bir ideolojik tepkinin oluşmasına neden oluyor. Müslüman’ı görünce laikliğini, Kürd’ü görünce Türklüğünü hatırlayan bu çevre, altı boş bir sınıf putu önünde eğilmeye çağırıyor herkesi. Kimlik siyasetine karşı olan bu çevre, özünde, işçi sınıfını kimlik olarak gördüğü için direnç geliştiriyor. İşçinin ne’liğine değil kim’liğine değer vermesi, onun küçük burjuva niteliğinden kaynaklanıyor.

HDP tarafı, örneğin İMC TV’ye kim çıkıyorsa, tonla laf sıralıyor ve özünde “hepiniz Apocu olun” diyor. İyi de hangi dönemin hangi “Apo”sunun peşinden gitmek, bizi kurtuluş yoluna sokacak? Vefatı üzerine mektup yazdığı Murray Bookchin, İkinci Dünya Savaşı sonrası troçkizmden dönen, düşmana her yönden teslim olmuş, tekellerin tayin ettiği eksik ve yanlışlara göre sosyalizm pratiğini eleştiriye tabi tutan ve yıllar önce aşılan belediyeciliği allayıp pullayan bir isim. Tamam, Marksizm, ergen, geri, yavan ve birey karşıtı, şimdi artık Bukçinci mi olalım? Marksist olmamıza az da olsa izin varsa, bizi neyin Bukçinci yapmaya çalıştığını sormayalım mı?

Bu dönemde batıya yönelik bir PR çalışması yürütüldüğü belli. Söz konusu aşamada Türkiye solu “yeterince ölünüz yok” diye eziliyor, sonra da Öcalan’ın ve başkalarının ağzından, “ben siz ölmeyesiniz diye uğraşıyorum” sözü duyuluyor. Bu ülkenin “ben olmazsam, 12 Eylül dönemi öncesine dönersiniz” diyen bir Özal’a ve böylesi bir milada ihtiyacı var mı, soru bu. Ve “neden ölçü, ölümden ve ölü sayısından çekiliyor?”, bir başka soru. Ölümle korkutulduğumuzda sıtmanın çilesi biraz azalacak mı?

Egemenlerin kestaneleri elini yakmadan topladığı bilinen bir gerçek: Kürd’ün ensesindeki ölümü, batının mazlumuna ve sömürülenine bir sopa gibi sallayan nedir? Kader birliğine ikna olmak için sıtmaya rıza gösterdiğimizi haykırmamız mı gerek? Cümle âlem HDP’li olunca, HDP AKP’ye karşı daha kâmil ve daha devrimci bir siyaset mi güdecek? Bunun sınıfî, devrimci güvenceleri mevcut mu?

Bugün batıya yönelik söz konusu argümanlara dayalı yürütülen “PR çalışması” üzerinden, kimlik siyaseti ile sınıf siyasetine dair teorik ama boş tartışmalar kaplıyor ortalığı. Ertuğrul Kürkçü, milletvekilliğinin diyeti olarak diyor ki, “Öcalan’ın Ortadoğu vizyonu, Komintern’in ve Ekim Devrimi’nin doğu vizyonu ile aynı.” Basit bir işlem, basit bir analoji gerçek zannediliyor, bir illüzyonla Kürd hareketi kafadaki şablonda Ekim Devrimi’nin yerine yerleştiriliyor. Bu, Kürkçü’nün hiç Ekimci olmadığının, hayatının hiçbir evresinde Leninist bir mücadele vermediğinin de delili. Samanlık seyranmış hep meğer!

HDP içerisinde olan da olmayan da basit analojilerle işlerini yürütüyorlar. Analoji, teorik işlemde işe yarıyor ama gerçeğin ta kendisi zannedildiğinde, açmaza sürüklüyor. Örneğin Bülent Küçük, örtük olarak Lenin’in Ne Yapmalı? isimli çalışmasında ekonomistlerle yürüttüğü tartışmaya atıfta bulunuyor, analoji kuruyor ve orada “işçi sınıfı” sözcüğünün geçtiği yere “Kürd”ü koyuyor, böylece HDP dışı solu mat ve mas edebileceğini düşünüyor. Bu işlemle, HDP’yi eleştiren herkese “liberal” yaftası yapıştırma imkânı buluyor. Ekonomistlerin “işçi sınıfı salt ekonomik mücadele versin, siyaset yapmasın” lafına atıfla, kendince bugün de liberallerin “Kürd, Kürd mücadelesi versin, başka bir işle uğraşmasın” dediğini varsayıyor. Bunca taklaya gerek yok oysa: kendi partisindeki cümle liberal, kendi siyasetini Kürd üzerinden yapmakta epey mahir.

Söz konusu analoji denemesi üzerinden, bu tip isimlerin ağzından çıkan şu cümlenin de altı boş olduğu anlaşılıyor: “Kürdler proleterleşti, işçi sınıfı Kürdleşti.” Bu, doğru yanlış, eksik fazla, bir biçimde sınıf siyaseti yürütme derdinde olana tahakküm kurma, onu kendi hegemonyasına tabi kılma amacını güdüyor. Sınıf siyasetinden gelen Veysi Sarısözen’in bugün Alman ve Fransız emperyalistlerinin kendisine silâh vermesini, peşmergeye vermemesini istemesi, ancak bu sayede mümkün olabiliyor. “Kürdler proleterleşti, işçi sınıfı Kürdleşti.” önermesi, “ey sınıfçılar, fazla gevezelik etmeyin de Kürd’e biat edin, baksanıza sosyolojik olarak işçi dediğiniz de Kürd zaten” demeyi ifade ediyor. Tamam işçileri de siz alın ama işçi sınıfı mücadelesi vermek, burjuva iktidarını yıkmak ve proleter bir iktidar kurmak gibi arzularınız var mı? Yoksa bu tahakküm işlemi, Alman ve Fransız emperyalistlerinden silâh dışında sermaye ve kredi kartı almayı istemek anlamına geliyor olabilir mi?

Ortada duran tartı, önce karşı tarafı ölü sayısıyla ezmeyi, sonra da “ben siz ölmeyesiniz diye uğraşıyorum” deyip ikna etmeyi anlatıyor. “Ben o gün yaşasaydım, Mustafa Suphiler ölmezdi” diyen bir anlayışın, bugünde Suphilere özgü huruca izin vermesi mümkün değil. Kurulan analoji, fikrî düzeyde kabul görmüş demek ki: Çünkü Suphilerin Anadolu’ya gelmelerine ilk itiraz eden de, Kemalist cumhuriyetle açık ve gizli anlaşmış olan, Moskova ve Komintern!

Özal’ın diri tuttuğu 12 Eylül sendromu, özel olarak orta sınıflara hitap ediyordu. Aynı yaklaşımın bugüne sunulması, Gezi’yle yırtılan perdeyi tamir edecektir. O perdenin yırtılan yerinde Soma’nın ışığı görülür. Ama onu gören de bisiklet yolları, eski Kemalist Halkevci pratiği ile bu yırtığı dikmektedir.

Tartının bir kefesinde sınıf siyaseti, bir kefesinde de kimlik siyaseti durmaktadır. Kimliklerin proleterleşmesi, proleter kimliğin güç mücadelesi vermesi, bu tartıyla anlamsızlaştırılmaktadır. AKP’ye direnç gösterecek olan da budur: HDP’yi dölleyen rahim, maalesef, proleter kavga, kavgalı kimlik değildir.

Sınıf siyasetinin ve kimlik siyasetinin karşı karşıya getirilmesi, tartıya vurulması, küçük burjuva bir pratiktir. Kürd, gelinen noktada, sınıf siyasetinin alt başlığı olmayı içine sindirememekte, ülke bütünlüğünün basit ve tali bir bileşeni olmayı istememektedir. Alkış vak’ası sonrası HDP cenahında karşı tarafa yönelik yükselen öfkenin sebebi budur. Sınıf siyaseti de aynı şekilde Kürd’ün tahakkümüne direnmektedir. Bu da, sınıf içi dinî, millî kırılmaları; Kürd içi sınıfî mücadeleleri görmememize neden olacaktır. Kürd’ün mutlak bir bütün olarak muhafaza edilmesi istemi, efendilerle yürüyen müzakerenin ve kavganın gereğidir. Ama bu istem, ancak proleter bir kavganın yükselmesi şartıyla bir anlam kazanacaktır.

Silâh ve şehid sayısına indirgenmiş bir siyaset, bireyci, liberal tepkiler üretmeye mecburdur. Ölçünün oradan çekilmesi, kolektif, kitlesel yönelimleri önemsememekle sonuçlanır. Demirtaş’ın AKP seçmenine “halk” payesi verip diğer 48’e vermemesi, “AKP tabanından adam çalabilecek tek yapı HDP” yorumlarına neden olmaktadır. Bu yorumları ise kendi saçlarından tutup kendisini AKP tabanından kurtaran liberaller yapmaktadırlar. Bu ulvî çıkışın gerçekleşmesi ise ancak özel insanlara mahsustur. Bu özel insanlar, burjuva siyaset pazarında olmayı sever, orada yer kapmaya bakar, adam yurduna konulmak ister, paye almayı bekler, ikbalini gözetir, kariyerini parlatır, bireysel varlığını yüceltir, kendisine toz kondurmayacak pozisyonlar alır, hiçbir işe örgütlenemez, sadece kendi yaptığını tanır, bildiğini bilir, her şeye kendisi ölçüsünde değer verir ya da vermez vs. Böylesi bir bireyin halkı, CHP ve AKP’nin ötesinde, sömürüye ve zulme karşı herhangi bir biçimde direnen, varolmaya çalışan, mücadele eden herkesin teşkil ettiğini anlaması beklenemez. Ona el edilir, koşarak CHP’ye gider, işmar edilir HDP kapısını aşındırır. Burjuva siyaset alanını parçalayacak proleter siyasetin imkânlarını bu bireylerde değil, halkta bulmak zorunludur.

HDP, bu anlamda sadece etnik, dinî ve sınıfî varlığından sıkılmış bireylere hitap edebilmektedir. Daha önce belirttiğimiz üzere, Nurtepe’de Cephe’ye yönelik saldırı, özünde örtük olarak PKK’ye yönelik bir saldırıdır. Cemil Bayık’ın Cihangir çıkışı da bu tespiti teyit etmiş, Cephe’ye edilen küfürler bu sefer Bayık’a yöneltilmiştir. Bu aşamada Bayık, “despotizm, gerontokrasi” gibi eleştirilerin muhatabı olmuştur. Yasakçılık eleştirisi, geleceğe yönelik olarak, PKK için dillendirilmiştir. Oysa Bayık da muhtemelen Kandil’i kenara iten kimi orta sınıf tavırları eleştirmektedir. Bu iç tartışmanın çeşitli mecazî ifadelerle süren seyrinde, Erdem Yörük’ün “evet doğru, HDP kenar mahallelere gitmeli” diye bozuk saat misali tekrarladığı cümle anlamsızdır, zira HDP, doğası gereği, kenar mahallelere gidemez. Yörük, kendi sosyoloji bilgisinin gerçekte bir karşılığının olduğunu zannedebilir ama o bilgi yekûnunun emekçinin canına, ruhuna değmesi mümkün değildir.

“Benim bedenim, benim kararım” diyen bir zihniyetin kendisini tek kolektif beden olarak kurduğu emekçi mahallelerine söyleyebileceği bir şey yoktur. Bu dönemde sırtını Kürd’ün kitlesel varlığına dayandırmış sosyolojiler, ampirisisttir ve boştur.

Eren Balkır
3 Eylül 2014

Dipnot:
[1] Ezgi Başaran, Demirtaş Söyleşisi, 2 Eylül 2014, Radikal.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder