Bir değil, beş değil; Gezi, Türk solu, sosyalist
hareket konusunda Kürt özgürlük hareketinden kim ağzını açsa, aynı tartı işlemi
devreye giriyor. Diyelim ki yazıda Gezi’den bahsediliyor, garip bir şekilde,
“orada kimileri yaralandı ama Kürdistan öyle mi” deniliyor hemen ardından. Bu
yarışçı, rekabetçi kafanın kime faydası olabilir ki?
Son dönemde gündeme gelen Erdoğan’ı alkışlama meselesinde
de Selahattin Demirtaş, Ezgi Başaran’a verdiği röportajda, gene aynı tartıyı
devreye sokuyor: “Yine olsa yine alkışlarım. Buradan yola çıkarak kıyamet
koparmak, ‘Berkin Elvan’ın annesine ihanet ettin’ demek, kimsenin haddine
değildir. Bunu söyleyen kişiye şunu hatırlatmak isterim: 50 bin kişi öldü, PKK
ile devlet arasındaki savaşta.”[1]
Berkin’in adı geçince neden akla hemen “50 bin şehid”
geliyor? Neden ölü sayıları, acılar yarıştırılıyor, soran yok. 50.000’inin 1’den
büyük olduğunu bildiğini kimlere ispatlamaya çalışıyorlar, belli değil. Bu
yarışın diğer tarafının da Berkin’in resmini Küba duvarlarına çizmesi de aynı
mantığın ürünü. Ölüleri yarıştırmanın kime faydası var?
Misal, İhsan Eliaçık için türlü tezvirat üretiliyor,
türlü karalama yapılıyor, bunların nereden kaynaklandığı da belli. İhsan
Eliaçık hiçbir şey değilse, yazdıkları “beş para” etmese bile, o aslında,
yıllar önce bir TV kanalında MÜSİAD başkanına “biz, siz zengin olasınız diye mi
mücadele ettik!” diyen öfkenin adıdır. Dolayısıyla, Eliaçık’a yönelik
saldırının kaynağı, öz itibarıyla bu cümledir. Onun bu cümleden gayrı bir anlamı
yoktur.
Aynı minvalde, “o 50 bin şehid siz zengin olasınız,
büyük burjuva siyaset pazarında arz-ı endam edesiniz diye mi verildi?” sorusu
da meşrudur. Şehidlerin, mücadelenin, bugünün yüksek burjuva siyasetine âlet
edilmesine direnmek artık mümkün müdür, soru budur.
İMC TV’nin müdavimi olan bir sosyolog var: Bülent
Küçük. Bu arkadaş her cümlesine “ben bir sosyolog olarak” diye başlıyor ve gene
aynı şekilde bitiriyor sözünü. Kendisini o cahil hâliyle sosyolog yapanlara
bağlılık yemini ediyor aslında. Bilmediği konularda da ahkâm kesmeyi seven bu
arkadaşın, futbol gibi konularla kurduğu analojilerle süslediği konuşmalarında,
tuhaf bir sosyoloji dersi verme alışkanlığı var. Küçük’e göre, CHP dâhil, HDP
dışındaki tüm sol, “ergen siyaseti” yürütüyor. Son cumhurbaşkanlığı seçimi ile
ilgili olarak, örneğin Halkevleri’nin siyasetini de “ergen siyaseti” olarak
niteleyenler olmuştu. Bu dil, yıllar önce İhsan Eliaçık’a işaret ederek, “biz
işi ehline veririz” diyen Tayyip Erdoğan’ın diline benzemiyor mu? Burjuva siyasetini
“ergen ve kâmil” diye ikiye ayırıp aralarında hiyerarşi kurmak, kâmil siyaset
olarak kendisine işaret etmek, neyin çözümü?
Bir yandan ergenlikle bir yandan da yeterince ölmüş
olmamakla eleştirilen sol siyaset ise başka bir kamp kurmakla meşgul bu aralar.
Birliğin havada, özel şahıslar arasındaki özel anlaşmalara dayalı bir pratik
olduğu zannediliyor bu aşamada. Sokaktan, fabrikadan, tarladan, kampüslerden,
liselerden, hayatın tüm kılcal damarlarından bu yana doğru kurulan pratik bir
birlik sürecinden, örgüt ve STK tepelerindeki her şef korkuyor. Dükkânlarının
değersizleşmesinden çekiniyor. HDP ise Avrupa’dan getirilip mahallenin ortasına
dikilmiş AVM gibi, bu dükkânları tedirgin ediyor. Dolayısıyla, esnaf-zanaatkâra
has, basit, sığ bir ideolojik tepkinin oluşmasına neden oluyor. Müslüman’ı
görünce laikliğini, Kürd’ü görünce Türklüğünü hatırlayan bu çevre, altı boş bir
sınıf putu önünde eğilmeye çağırıyor herkesi. Kimlik siyasetine karşı olan bu
çevre, özünde, işçi sınıfını kimlik olarak gördüğü için direnç geliştiriyor.
İşçinin ne’liğine değil kim’liğine değer vermesi, onun küçük burjuva
niteliğinden kaynaklanıyor.
HDP tarafı, örneğin İMC TV’ye kim çıkıyorsa, tonla laf
sıralıyor ve özünde “hepiniz Apocu olun” diyor. İyi de hangi dönemin hangi
“Apo”sunun peşinden gitmek, bizi kurtuluş yoluna sokacak? Vefatı üzerine mektup
yazdığı Murray Bookchin, İkinci Dünya Savaşı sonrası troçkizmden dönen, düşmana
her yönden teslim olmuş, tekellerin tayin ettiği eksik ve yanlışlara göre
sosyalizm pratiğini eleştiriye tabi tutan ve yıllar önce aşılan belediyeciliği
allayıp pullayan bir isim. Tamam, Marksizm, ergen, geri, yavan ve birey
karşıtı, şimdi artık Bukçinci mi olalım? Marksist olmamıza az da olsa izin
varsa, bizi neyin Bukçinci yapmaya çalıştığını sormayalım mı?
Bu dönemde batıya yönelik bir PR çalışması yürütüldüğü
belli. Söz konusu aşamada Türkiye solu “yeterince ölünüz yok” diye eziliyor,
sonra da Öcalan’ın ve başkalarının ağzından, “ben siz ölmeyesiniz diye
uğraşıyorum” sözü duyuluyor. Bu ülkenin “ben olmazsam, 12 Eylül dönemi öncesine
dönersiniz” diyen bir Özal’a ve böylesi bir milada ihtiyacı var mı, soru bu. Ve
“neden ölçü, ölümden ve ölü sayısından çekiliyor?”, bir başka soru. Ölümle
korkutulduğumuzda sıtmanın çilesi biraz azalacak mı?
Egemenlerin kestaneleri elini yakmadan topladığı
bilinen bir gerçek: Kürd’ün ensesindeki ölümü, batının mazlumuna ve
sömürülenine bir sopa gibi sallayan nedir? Kader birliğine ikna olmak için
sıtmaya rıza gösterdiğimizi haykırmamız mı gerek? Cümle âlem HDP’li olunca, HDP
AKP’ye karşı daha kâmil ve daha devrimci bir siyaset mi güdecek? Bunun sınıfî,
devrimci güvenceleri mevcut mu?
Bugün batıya yönelik söz konusu argümanlara dayalı
yürütülen “PR çalışması” üzerinden, kimlik siyaseti ile sınıf siyasetine dair
teorik ama boş tartışmalar kaplıyor ortalığı. Ertuğrul Kürkçü,
milletvekilliğinin diyeti olarak diyor ki, “Öcalan’ın Ortadoğu vizyonu,
Komintern’in ve Ekim Devrimi’nin doğu vizyonu ile aynı.” Basit bir işlem, basit
bir analoji gerçek zannediliyor, bir illüzyonla Kürd hareketi kafadaki şablonda
Ekim Devrimi’nin yerine yerleştiriliyor. Bu, Kürkçü’nün hiç Ekimci olmadığının,
hayatının hiçbir evresinde Leninist bir mücadele vermediğinin de delili.
Samanlık seyranmış hep meğer!
HDP içerisinde olan da olmayan da basit analojilerle
işlerini yürütüyorlar. Analoji, teorik işlemde işe yarıyor ama gerçeğin ta
kendisi zannedildiğinde, açmaza sürüklüyor. Örneğin Bülent Küçük, örtük olarak
Lenin’in Ne Yapmalı? isimli çalışmasında ekonomistlerle yürüttüğü
tartışmaya atıfta bulunuyor, analoji kuruyor ve orada “işçi sınıfı” sözcüğünün
geçtiği yere “Kürd”ü koyuyor, böylece HDP dışı solu mat ve mas edebileceğini
düşünüyor. Bu işlemle, HDP’yi eleştiren herkese “liberal” yaftası yapıştırma
imkânı buluyor. Ekonomistlerin “işçi sınıfı salt ekonomik mücadele versin,
siyaset yapmasın” lafına atıfla, kendince bugün de liberallerin “Kürd, Kürd
mücadelesi versin, başka bir işle uğraşmasın” dediğini varsayıyor. Bunca taklaya
gerek yok oysa: kendi partisindeki cümle liberal, kendi siyasetini Kürd
üzerinden yapmakta epey mahir.
Söz konusu analoji denemesi üzerinden, bu tip
isimlerin ağzından çıkan şu cümlenin de altı boş olduğu anlaşılıyor: “Kürdler
proleterleşti, işçi sınıfı Kürdleşti.” Bu, doğru yanlış, eksik fazla, bir
biçimde sınıf siyaseti yürütme derdinde olana tahakküm kurma, onu kendi
hegemonyasına tabi kılma amacını güdüyor. Sınıf siyasetinden gelen Veysi
Sarısözen’in bugün Alman ve Fransız emperyalistlerinin kendisine silâh
vermesini, peşmergeye vermemesini istemesi, ancak bu sayede mümkün olabiliyor.
“Kürdler proleterleşti, işçi sınıfı Kürdleşti.” önermesi, “ey sınıfçılar, fazla
gevezelik etmeyin de Kürd’e biat edin, baksanıza sosyolojik olarak işçi
dediğiniz de Kürd zaten” demeyi ifade ediyor. Tamam işçileri de siz alın ama
işçi sınıfı mücadelesi vermek, burjuva iktidarını yıkmak ve proleter bir
iktidar kurmak gibi arzularınız var mı? Yoksa bu tahakküm işlemi, Alman ve
Fransız emperyalistlerinden silâh dışında sermaye ve kredi kartı almayı istemek
anlamına geliyor olabilir mi?
Ortada duran tartı, önce karşı tarafı ölü sayısıyla
ezmeyi, sonra da “ben siz ölmeyesiniz diye uğraşıyorum” deyip ikna etmeyi
anlatıyor. “Ben o gün yaşasaydım, Mustafa Suphiler ölmezdi” diyen bir
anlayışın, bugünde Suphilere özgü huruca izin vermesi mümkün değil. Kurulan
analoji, fikrî düzeyde kabul görmüş demek ki: Çünkü Suphilerin Anadolu’ya
gelmelerine ilk itiraz eden de, Kemalist cumhuriyetle açık ve gizli anlaşmış
olan, Moskova ve Komintern!
Özal’ın diri tuttuğu 12 Eylül sendromu, özel olarak
orta sınıflara hitap ediyordu. Aynı yaklaşımın bugüne sunulması, Gezi’yle
yırtılan perdeyi tamir edecektir. O perdenin yırtılan yerinde Soma’nın ışığı
görülür. Ama onu gören de bisiklet yolları, eski Kemalist Halkevci pratiği ile
bu yırtığı dikmektedir.
Tartının bir kefesinde sınıf siyaseti, bir kefesinde
de kimlik siyaseti durmaktadır. Kimliklerin proleterleşmesi, proleter kimliğin
güç mücadelesi vermesi, bu tartıyla anlamsızlaştırılmaktadır. AKP’ye direnç
gösterecek olan da budur: HDP’yi dölleyen rahim, maalesef, proleter kavga,
kavgalı kimlik değildir.
Sınıf siyasetinin ve kimlik siyasetinin karşı karşıya
getirilmesi, tartıya vurulması, küçük burjuva bir pratiktir. Kürd, gelinen
noktada, sınıf siyasetinin alt başlığı olmayı içine sindirememekte, ülke
bütünlüğünün basit ve tali bir bileşeni olmayı istememektedir. Alkış vak’ası
sonrası HDP cenahında karşı tarafa yönelik yükselen öfkenin sebebi budur. Sınıf
siyaseti de aynı şekilde Kürd’ün tahakkümüne direnmektedir. Bu da, sınıf içi
dinî, millî kırılmaları; Kürd içi sınıfî mücadeleleri görmememize neden olacaktır.
Kürd’ün mutlak bir bütün olarak muhafaza edilmesi istemi, efendilerle yürüyen
müzakerenin ve kavganın gereğidir. Ama bu istem, ancak proleter bir kavganın
yükselmesi şartıyla bir anlam kazanacaktır.
Silâh ve şehid sayısına indirgenmiş bir siyaset,
bireyci, liberal tepkiler üretmeye mecburdur. Ölçünün oradan çekilmesi,
kolektif, kitlesel yönelimleri önemsememekle sonuçlanır. Demirtaş’ın AKP
seçmenine “halk” payesi verip diğer 48’e vermemesi, “AKP tabanından adam
çalabilecek tek yapı HDP” yorumlarına neden olmaktadır. Bu yorumları ise kendi
saçlarından tutup kendisini AKP tabanından kurtaran liberaller yapmaktadırlar.
Bu ulvî çıkışın gerçekleşmesi ise ancak özel insanlara mahsustur. Bu özel
insanlar, burjuva siyaset pazarında olmayı sever, orada yer kapmaya bakar, adam
yurduna konulmak ister, paye almayı bekler, ikbalini gözetir, kariyerini
parlatır, bireysel varlığını yüceltir, kendisine toz kondurmayacak pozisyonlar
alır, hiçbir işe örgütlenemez, sadece kendi yaptığını tanır, bildiğini bilir,
her şeye kendisi ölçüsünde değer verir ya da vermez vs. Böylesi bir bireyin
halkı, CHP ve AKP’nin ötesinde, sömürüye ve zulme karşı herhangi bir biçimde
direnen, varolmaya çalışan, mücadele eden herkesin teşkil ettiğini anlaması
beklenemez. Ona el edilir, koşarak CHP’ye gider, işmar edilir HDP kapısını
aşındırır. Burjuva siyaset alanını parçalayacak proleter siyasetin imkânlarını
bu bireylerde değil, halkta bulmak zorunludur.
HDP, bu anlamda sadece etnik, dinî ve sınıfî
varlığından sıkılmış bireylere hitap edebilmektedir. Daha önce belirttiğimiz
üzere, Nurtepe’de Cephe’ye yönelik saldırı, özünde örtük olarak PKK’ye yönelik
bir saldırıdır. Cemil Bayık’ın Cihangir çıkışı da bu tespiti teyit etmiş,
Cephe’ye edilen küfürler bu sefer Bayık’a yöneltilmiştir. Bu aşamada Bayık,
“despotizm, gerontokrasi” gibi eleştirilerin muhatabı olmuştur. Yasakçılık
eleştirisi, geleceğe yönelik olarak, PKK için dillendirilmiştir. Oysa Bayık da
muhtemelen Kandil’i kenara iten kimi orta sınıf tavırları eleştirmektedir. Bu
iç tartışmanın çeşitli mecazî ifadelerle süren seyrinde, Erdem Yörük’ün “evet
doğru, HDP kenar mahallelere gitmeli” diye bozuk saat misali tekrarladığı cümle
anlamsızdır, zira HDP, doğası gereği, kenar mahallelere gidemez. Yörük, kendi
sosyoloji bilgisinin gerçekte bir karşılığının olduğunu zannedebilir ama o
bilgi yekûnunun emekçinin canına, ruhuna değmesi mümkün değildir.
“Benim bedenim, benim kararım” diyen bir zihniyetin
kendisini tek kolektif beden olarak kurduğu emekçi mahallelerine
söyleyebileceği bir şey yoktur. Bu dönemde sırtını Kürd’ün kitlesel varlığına
dayandırmış sosyolojiler, ampirisisttir ve boştur.
Eren Balkır
3 Eylül 2014
Dipnot:
[1] Ezgi Başaran, Demirtaş Söyleşisi, 2 Eylül 2014, Radikal.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder