Sol bir dergi, Somalı madencilerin çocukları için
bisiklet alanları kurulması amacıyla kampanya başlatıyor. Başka bir sol ekipse,
Soma’ya madenci evi kuracağını, madenci çocuklarına, “bilimsel, sanatsal,
kültürel eğitim” vereceğini ilân ediyor. İkisi de işçilerin muğlâk geleceğinde
söz sahibi olmak istiyor. Bugünün acısı ise, ölen işçilerle birlikte yerin yedi
kat altına gömülüyor. Dolaylı olarak işçilere, “çocuklarınıza bisiklet
alabilmek, onları üniversiteye sokmak istiyorsanız, bize gelin” denmiş oluyor.
Soma dışındaki orta sınıfa da, tek ihtiyacı olan, vicdan satılmış oluyor
böylece.
Parmakları olmayan birine piyano öğretmek… Solun
dayanışmadan anladığı bu. Bisiklet alacak parası olmayan babaya, bisiklet
alacak babası olmayan çocuğa bisiklet alanları kurmak. “Geri kalmış” babanın ve
evladının eğitime muhtaç görülmesi. İşte, ilişki kurulan düzey.
Zaten hepsi de AKP'ye oy vermemişler miydi?
“İşçi” ya da “ezilen” dediğinde, “geri” kesimlerden
destek göreceği vehmine kapılmak. Hele bir de “insan” kategorisinden
bakıldığında, kitle o kadar genişliyor ki! “İşçi”, “ezilen” ve “insan”,
geriliği anlatıyor demek ki. Öyle ya, onca teorik bilgi, ileri olmanın delili
nasılsa.
Bir sol ekip, işçilerle panel düzenliyor, Somalı
işçiler dertlerini dile döküyorlar, Türk-İş’ten DİSK’e geçtiklerini
anlatıyorlar ama DİSK’in kifayetsizliğini eleştirmekten de geri durmuyorlar. O
sol ekibin bir üyesi, derhal ikna gayretine başlayıveriyor: “Sendikaya gerek
yok ki, bir dayanışma derneği de mi kuramıyorsunuz?”
“Dayanışma”, tılsımlı sözcük. Bir açıdan, sağ
siyasetin boş bıraktığı yerlere, gene sağa özgü bir ilişki biçimiyle, sızma
yöntemini ifade ediyor. “Karşılıklı sorumluluk, sağlamlık, bütünlük” gibi alt
anlamları var. Hesap vermeyenin ve sormayanın dayanışmacılığı nafile o hâlde.
Hesap vermeden ve sormadan, sağlam ve bütünlüklü bir yapıya kavuşmak da mümkün
değil. Halka yalan söyle, sonra hiçbir şey olmamış gibi, eski ezberlerinle yola
devam et; halka vaatte bulun, o vaadi yerine getirme; halkı ilgilendiren bir
meseleden halkı olabildiğince uzak tut. O yürünen yol yol mudur artık, o yalan
hakikatin elinde ezilmez mi?
Dayanışma, sırtını başkasına yaslamakla ilgili.
Herkesin kendisine has, özel bir yolu varken yürüdüğü, dayanışmak nasıl mümkün
olsun? Bir işçinin altılı ganyan bayiine gitmesiyle, örgüte gitmesi arasındaki
ayrım/fark nerede? Bir işçi kütlesinin yıllardır bağlı olduğu sağ bir
sendikadan ayrışması nasıl önemsiz olabilir? Destek ve dayanışma burada lazım
değil midir? “Ben küçük bir örgütüm. Ey işçi, sen de küçük bir dernek/örgüt kur
da aramız bozulmasın” denilebilir mi?
“Şimdi bisiklet alanlarını kuruyoruz, bizi
desteklerseniz, bisikletler de bizden” diye oyun çevirmek, siyaset midir?
Somalı çocukların bugün ve yarın mecbur edildikleri o madene acil ihtiyaçlarla
gitmek lazım belki de. Halkın katılımıyla pekiştirilmiş “teftiş kurulları”
oluşturmak bir yöntem mesela. Rakı masasında sol kurtarılır da maden şirketi
kurtarılmaz mı? O masaları dağıtacak irade ise Somalı’da.
Ana kitle damarını elinde tutan örgütler, cılız sol
örgütleri o damara sokmamak için uğraşıyorlar bugün. İşçi panelinde, “siz de
dayanışma derneği kurun” diyen solcunun sancısı bu. Soma’daki madenci
sendikasına giremiyor, orayı ele geçiremiyor. Başka bir derdi de yok anlaşılan.
Bu gerilim yüzünden, Gezi’de sokağa dökülen kitleyle, hâlihazırda kitle
örgütlerinde faal olan kitle karşı karşıya getiriliyor. Küçük örgütler, büyük
örgütlerin elindeki kitle örgütleriyle bu Gezi kitlesi üzerinden kavga ve pazarlık
yürütüyorlar. Oynanan bilek güreşinin mücadeleye zerre katkısı yok oysaki.
Ana kitleyi elinde tuttuğunu zanneden sol ekibin
“bisiklet alanı” ve “madenci evi” önerisindeki elitizmin halkın duvarına
çarpması kaçınılmaz. Kitle avcunda olduğundan, oradaki halkın ağzına ballı
parmaklar gösteriliyor. Soma’daki verili öfke, mevcut kitle ilişkilerini ve
yapıyı bozmasın diye gözler bisiklete ve eğitime çevriliyor. Oysa halk, söz,
yetki ve kararın kentli orta sınıflarda olduğu hiçbir faaliyeti içine
sindirmez, sindirmiyor. Avuçta ya da hedefte olan kitle, kendi öfkeli eylemine
iştirak edecek yoldaşlar arıyor.
Halk, karşısına geçip, “hadi bakalım, işçi ve/veya
ezilen olanlarınız benim arkama dizilsin” diyeni de sevmiyor. “İşçi” ve
“ezilen” demenin, başka oluşlar ve eyleyişler dâhilinde ortaya konulan kolektif
tepkilerin tasfiyesini ifade ettiğini sezgileriyle anlıyor. Yani o lafızdaki
“işçi” ve “ezilen”in gerçek işçiyle veya ezilenle hiçbir rabıtası yok. Sol,
dişine uygun işçi ve ezilen istiyor; kavramlar buna göre dolanıyor dilde.
O diş çürüdüğü için, dil o çürük dişe gidiyor hep.
Laftaki işçi ve ezilen, sırf aritmetik bir kitle
hesabının ürünü. Kitlelerin fizikî, biyolojik ve kimyevî hakikatini düzlüyor.
Onlara asla değmiyor. “Bu kadar kadın var, bir kadın çalışması yürütürüz, hatta
kadın partisi kurarız, kitleyi avcumuza alırız” deniliyor ama kadının havada
asılı, kendinden menkul, soyut bir kavram olduğunu, kitle içinden, o kitleden
kaçmak isteyenleri çağırdığını görmüyor. “Demokrasi” dedikçe, aritmetik
yüceliyor. Zihin buna göre kuruluyor. Kadın da işçi de ezilen de rakam olarak değerli
sadece.
“İşçi”, sıfattan isme kapatılıyor. Dolayısıyla sol
özneler, işçileşmiş bir hareketten çok, kendinden menkul işçi’lerden oluşan bir
yapıya işaret ediyorlar. Sol, işçi çalışması yapıyor, ama aslında işçileşmiş ya
da işçileşen kolektif-nesnel hareketi tasfiye etmeyi amaçlıyor. Bu da
işçileşmeden kaçanlara ve işçinin hiçbir şeyi tanımlamayan soyut bir olgu
olmasını isteyenlere sesleniyor. Zanaatkâr ve meslek örgütlerindeki tarihsel
zihin, işçi faaliyetine dayatılıyor. Localar kuruluyor, herkes mason olma yarışına
girişiyor. Sol, kendisine uygun işçilerin olduğu harekete “işçi hareketi”
diyor, hareketin niteliğinden kaçmayı iş zannediyor.
Bu ülkede sendikaların çıktığı yerle, CHP’nin çıktığı
rahim aynı. Oradan kopan, orayı dönüştüren, orayla kavgalı bir işçi hareketine
asla izin verilmiyor. Döne dolaşa, CHP’ye gidilmesinin sebebi burada. İşçi
sendikalarının başına, sanki, CHP milletvekili olmak için geçiliyor. 28 Şubat
sürecinde genelkurmay, sol eğitim sendikasından dişine uygun, gericiliğe düşman
öğretmenlerin listesini istiyor. Sendika, yapısı gereği, bu listeyi vermek
zorunda. Her şey hayatta kalmak (beka) için değil miydi?
Evet, kimileri de CHP’ye gitmemenin gerekliliğini
teorik olarak tespit ediyor ama bu sefer de “işçi” diyene küfredebilmek için
“ezilen” kategorisini çıkartıyor sahneye. Ama bu ezilen de ancak öteki-CHP’yi
çağırıyor en fazla. “İşçi”nin karşısına çıkartılan “ezilen”, burjuvasız bir
devlete işaret ediyor. “Ezilen”in karşısına çıkartılan “işçi” ise devletsiz bir
burjuvaya. İşçi ve ezileni karşı karşıya koyanlar, dolayısıyla, burjuvaziye ve
devlete hizmet ediyorlar.
“Ezilen, eskiden bir sıfattı, onu isim yapan bizleriz”
diye caka satılıyor sonra. Yani gerçek ezilenlere, “bizim sayemizde adam
yurduna konuldunuz, bize biat edin” deniliyor özünde. Yani “ayağı çarıklı
köylüyü siyaset sahnesine taşıyan benim” diyen Süleyman Demirel gibi
konuşuluyor; ezilenler başka bir devlete bağlanmaya çağrılıyor. Devletleşmiş
örgütler, “bozulmayalım, değişmeyelim” diye, “ezilen” denilen simide
sarılıyorlar.
Bir kesim de ezilen kesimlerin sesini taklit
ettiğinde, o kesimlerin içine sızabileceğini zannediyor. “Transların katili
patron-ağa devleti” sloganının translarla mı yoksa Kaypakkaya geleneği ile mi
dalga geçtiği hiç anlaşılamıyor.
Açıktan söyleniyor: “Biz devleti yüce görenlerin
değil, ezilenlerin devleti yönetmesini istiyoruz.” Bu cümlede devrime yer yok.
İngiliz geleneğindeki işçi partisi pratiğinin ezilenci versiyonunun bu ülkede
yol alabileceğini düşünmek ciddi bir yanılsama. En azından ilkinde, iyi-kötü,
işçiliğe dair bir nitelik mevcut; ikincisi tümüyle orta sınıfların hükmü
altında. Orta sınıfların devrimle ilişkisi hep tali.
Artık neyse ki HDP var!
Aynı site sayfasında, “SoL Gazetesi kapandı, dergi
oldu, tüm yoğunluğuyla kitle içinde satışı yapılıyor” haberinin yanında, “SoL
Dergisi yayın hayatına son verdi” haberinin durduğu bir ülke burası.
Bu ülkede bir sol özne, “bizim örgüt partidir, HDP de
cephedir” derken, son kongreden sonra, “ülkeye parti gibi parti lazım” demeye
başladı. Eskiden HDP’nin başındayken başka şeyler söyleyen bir yapı da bugün
HDP’nin “cephe” olması gerektiği üzerinde duruyor.
“İşçi hareketi” tabirinde “işçi”, hareketi
nitelemiyor. Hareket, solun dişine uygun işçilerin toplamını ifade ediyor. HDP
şahsında da “sosyalist hareket”ten değil, sosyalist hareketi’nden bahsetmek
gerekiyor. İşçi hareketi, gerçek, proleter dinamiğin tasfiyesine denk
düşüyorsa, HDP’nin de ne tür bir rizikolu alanda durduğunu, varsın bileşenleri
düşünsün!
Biz, hiç bisikleti olmamış, olamayacak çocuklarız.
Onlarla, o çocuklar için savaşacağız!
Eren Balkır
26 Haziran 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder