Marksizmin Fransa’da güçlü bir çekim merkezi olmaya
başladığı dönemde Hristiyan aydınlar, mevcut konumlarını iki şekilde terk
ederler. Bazı aydınlar, Marksizm’de toplumsal gerçekliğin verimli bir yorumunu
bulurlar, bazıları ise İsa’ya bağlılık üzerinden, fukarayla, mazlumla ve onlar
için dövüşen partiyle, yani komünistlerle birlikte kavgaya girmek gerektiğini
söylerler.
On dokuzuncu yüzyıl sonu, yirminci yüzyıl başından
itibaren Hristiyan aydınlar, düşünce ile imanı, toplumla ilgili anlayış ile
kiliselere bağlı insanların geleceğini uzlaştırmaya çalışırlar ve dine dönük
sadakatten mücadeleye doğru seyreden bir hareket içerisine girerler. Ancak
İkinci Dünya Savaşı sonrası Hristiyan aydınlar, iman ile kilise üyeliğini
uzlaştırma noktasında yeni bir insanî gelişim anlayışı ile yüzleşirler:
Marksist düşünce ve Marksizm gerçeği. Bu durum, onların geleneğe dönük
sadakatleriyle belirli bir çatışma içerisine girmelerine sebep olur. Özellikle
Katolikler ve Protestanlar, ellilerde modernitenin muzaffer oluşuna tanık
olurlar: bu dönemde seküler toplumla, liberal demokrasiyle ve kapitalizmle
ittifak kurulmaktadır. Hristiyanlıktan “kopuş”a karşı mücadele, Protestanlara
kıyasla Katolikler arasında daha açık bir biçimde tanık olunan bir gelişmedir.
Burada İsviçreli teolog Karl Barth’ın (1888-1968) teolojisinin elde ettiği
başarının da belirli bir etkisi mevcuttur. Protestan aydın forumlarında
reformla ilgili arayışlar ve eleştiri özgürlüğü meseleleri, hâkim konu
başlıklarıdır. Katolik kilisesinde müminlerin tek öğretmeni olma iddiası hüküm
sürdüğünden, Katolik aydınlarda benzer bir eğilime güç belâ tanık olunur.
1926’da L’Action française adlı aşırı sağcı Fransız politik
örgütlenmesine karşı verdiği mahkûm etme kararında[1] Vatikan, seküler kimi
ifadelerle, hem dogmaya hem de Katolik ahlâka bağlılığı salık verir ama öte
yandan da müminlere, dünya üzerinde yaşayan birer Hristiyan yurttaş olarak
kendi sorumluluklarını ifa etme konusunda özgür olduklarını söyler.
Savaş sonrasında Hristiyanlar bu özerkliği miras
alırlar, yaşanan çatışma esnasında politik ve toplumsal muhafazakâr güçlerin
iyiden iyiye gayrimeşrulaştığı, dindar sağ da dâhil, tüm sağ siyasetin
değersizleştiği dönemde, politik hayata dair belirgin bir solculaşmaya
meylederler ve çekim merkezi büyük ölçüde sola kayar. [...]
Hristiyanların Kendilerini Marksizmle Tanımlaması
[...] Marksizm, gerçekliğe mana katan ve eylem için
gerekli ölçütleri belirleyen bir teori ve pratiktir.
Marksizm, bir taraftan artık Hristiyan solu tarafından
da paylaşılan kapitalizmin eleştirisi ile ilişkilidir; diğer yandan
proletaryanın ve mütevazı bir hayat sürenlerin mücadelesi doğrultusuna
“mesiyanik” bir dönüşüme izin verir. Toplumsal Hristiyanlık[2] da, önce
Protestanlık, sonra da Katoliklik içinde kilise düzeninin müesses nizamla
işbirliğine dönük sosyalistlerin gerçekleştirdiği suçlamaya iştirak eder.
Marksist düşünceye ait kategorilerden ilham alan
politik ve dinî konumlarını meşrulaştırma gayretine dair ilk üç metin
şunlardır: 1948’de Éditions du Temps eliyle basılan, kolektif çalışma
“Hristiyanlar ve Politika” içinde yer alan Andre Mandouze’un makalesi “Uzatılan
Eli Tut”; 1949’da Éditions ouvrières tarafından basılan P. Henri-Charles
Desroches’nin Marksizmin Anlamı isimli eseri; 1951’de Éditions du
Seuil tarafından yayınlanan Kilise Gençliği'nin on ikinci ve son kitabı Olaylar
ve İman içinde yer alan, Peder Maurice Montuclard’ın kaleme aldığı “Kilise
ve Emek Hareketi” isimli makale. Desroches’un kanaatine göre, Marksizm ve
Hristiyanlık, insanî özgürlük konusunda çatışmalı iki vizyon sunmaktadır. Ona
göre, dinî özerkliğin din adamları sınıfından olmayanların ürettiği yenilenmiş
bir teolojiden istifade edeceği yeni bir toplum inşa edilmeli, üstelik bu
teoloji, Marksizmin de sınırlarını aşmalıdır. Montuclard ise Katoliklikteki
yenilenmeyi işçi sınıfına ve Fransız Komünist Partisi’ne (FKP) bağlar ve hatta
“komünizm’in aşılmasına” dönük yolu açacak bir devrim teolojisi önerir. Ancak
mazlumların kurtuluşuna dayanan bir bağlılık dinî hakikat olarak kabul
edilebilir. Vatikan’ın baskısı sonucu süreç içerisinde Desroches’nin kitabı
yayından kaldırılırken, Kilise Gençliği’nin kitabı 1953’te kara listeye alınır.
Bu aşamada başka seçenekler de ortaya çıkar. 1945
sonrası Emmanuel Mounier, “Hristiyan umudunu, komünist umudun yaşadığı
bölgelere doğru taşımak gerektiğini” söyler. Mevcutta Hristiyanlık ve komünizme
ait kimi perspektifler arasında uzlaşmazlık söz konusu ise de Mounier, “açık
Marksizm”le belirli bir diyalog içerisine girmeye çalışır. Her şeyin ötesinde
Mounier, siyaset alanında Katolikliğin sahip olduğu aşağılık kompleksini silmek
ister ve dinin yabancılaşma, kölece tevekkül ya da afyon olmadığını, aksine bir
coşku ve kahramanlığın bir kaynağı olduğunu ispatlamaya çalışır. Yazarın bir
amacı da Katolikliği, “burjuvaziyle uzlaşan din”den ayrıştırmaktır. “Kutsal
Ruhu yeniden müesses kılmak” için bizim, derginin öğretisel konumunu ve
bireysel hareketi komünist felsefeyle renklendirerek güncellememiz gerekir.”
Asli gerilimler şuralardan türemektedirler:
- "Reform / devrim" ve “özgürlük /
eşitlik" – yeni bir formülle yer değiştirir.
- "Devrim / reform " ve "eşitlik /
özgürlük " – burada, devrimci araçlarla görece daha âdil bir toplumun
gerçekleştirilmesine öncelik verilir ve tarih, sosyalist fikirlerin zaferi
olarak yorumlanır. Mounier’ye göre, “Hayırlı bir tarih anlayışı nehirlerin
durdurulmasını değil, geliştirilmesini öngörür.”
Bu ana kadar 1932’de kurulan dergide bulunmayan
Marksizme yönelik referanslara, artık daha fazla tanık olunur. Mounier,
“Marksizmin [...] bireysel gerçeklikten yola çıkarak çok açımlanamayacağını
teslim eder ve kendisinin insanların kurtuluşunu, toplumun gelişimini ve
insanların yabancılaşmasını kendisine hedef seçmiş olan Marx’ın ilk ilhamına
iştirak ettiğini iddia eder. Dominique Olivier gibi kimi Ruh emekçileri daha da
ileri giderek, insan özgürlüğünün yeniden kazanılmasının yegâne yolunun
Marksizm olduğunu yazarlar.
Yorum örgüsü ile materyalist felsefe arasına ayrım
koyan söz konusu okuma Marksizmle Hristiyanlık arasındaki yakınlaşmayı
meşrulaştırır. Bu süreç, ayrıca, önemli ölçüde savaş dönemindeki Direniş
Hareketi ile ilişkilidir. Mauriac’ın ifadesiyle, “komünistleri tam manasıyla
sadece dindar zihinler anlayabilir.” 1958’de bu tespitine şunu ekler: “Parti
ile Kilise arasında gizli bir bağ vardır: öğretinin karşı çıkmasına rağmen her
ikisi de açlık ve susuzlukta birleşmiştir.” Kiliseler, fukaraya ve mazluma dinî
veya kilisevî geleneklere başvurarak umut taşımak ve devrimci bir pratikle
belirli bir proje teşkil etmek istemişlerdir. “Dinî etik, politik çıkara ait
bir sorumluluktur.” Ama Marksizm’in ekonomi analizini öne çıkarıp onun
felsefeyi reddettiğini savlar. Oysa Katolik Kilisesi, 1937 tarihinde Divini
Redemptoris (“İlahi Mesih”) isimli bir genelge yayınlamış, komünist
hareketi “tabiatı gereği şeytanî” ilân etmiş, kendi öğretisiyle uyumsuz
olduğunu söylemiş, komünizmin dünya görüşünün ateizme ve özel olarak da
Hristiyanlık eleştirisine hasredildiğini belirtmiştir.
FKP ile İlişkiler
1943-1956 arası dönemde FKP Direniş’teki katılımı
üzerinden sorgulanamaz bir haleye sahiptir. Parti, kiliseler dâhil, savaş
sonrası dönemde aydınların belirli bir referans noktası teşkil etme noktasında
seferber etmeyi ve örgütlemeyi becerir. 1947-1955 arası dönemde yaşanan o
ilerici yıllar Hristiyanların havariler dönemini işçi sınıfına yüzünü dönerek
yenilemeyi arzulaması ve Marksizm’in anlam ve konumunu kendinde yansıtmayı
düşünmesiyle sonuçlanır.
Politik katılım, işçi sınıfına mensup Hristiyanların
ve komünist partinin tanımlanmasının bir sonucudur. Bu perspektif dâhilinde
Hristiyan sol, komünistlerle işbirliği kurma fikrini benimser.
Hristiyan hareketinin belirli bir kesimi komünistlerin
yürüttüğü toplumsal mücadeleleri destekler. Ancak bu yoldaşlık FKP’ye bağlı
örgütlerin güdümündedir. Soğuk Savaş süresince Hristiyan sol, kendisini barış
hareketi adı altında yürütülen mücadelenin içinde bulur. 1941’de insanî ekonomi
ülküsüyle kurulmuş olan Ekonomi ve Hümanizm Derneği başkan yardımcısı P.
Desroches, 1950 Mayıs’ında bir bildiri kaleme alır: “Atom Bombasına Karşı
Hristiyanlar” isimli bildiri, Hristiyan dünyasından elli insan tarafından imzalanır.
Bildiri, esas olarak iki ay önce iki komünist önderliğinde yapılan Stockholm
Çağrısı’nı yinelemektedir. Şubat 1952’de Paul Ricoeur, Almanya’nın yeniden
silâhlandırılması ile ilgili Schuman Planı için bir alternatif önerir. Mayıs
sonunda ise, Komünist Parti Genel Sekreteri Jacques Duclos’nun serbest
bırakılmasını talep eden bir bildiriye imza atar ve Kore’de biyolojik saldırı
emri vermekle suçlanan ABD’li General Ridgway’in Paris’e gelişine karşı
gerçekleştirilen gösteriler ardından gözaltına alınır.
Daha geniş manada, hayır ve insanî yardım çalışmaları
Katoliklere kıyasla Protestan camiada daha fazla yer bulur. Jacques Ellul ve
Paul Ricoeur gibi Protestan düşünürler, dünyadaki kiliselerin ahlâkî ve politik
varlığını kavramsallaştırırlar. Ellul, marksizmin cazibesine karşı çıkarken,
Ricoeur bu konuda pek bir şey söylemez. Ricoeur, Hristiyanların on dokuzuncu
yüzyılda ve yirminci yüzyıl başında toplumsal sorumluluklarından uzak
duruşlarının komünistlere hiçbir eleştiri getirmeksizin bağlanmalarına yol açmaması
gerektiği düşüncesindedir. “Belirli hedefler doğrultusunda komünistlerle kısmî
bir işbirliği kurulabileceğine inanıyorum [...] ama ilerici Hristiyan
dostlarıma mevcut kafa karışıklığı ile iş tutmaya hakkımız olmadığını söyleyip
duruyorum.” Toplumsal Hristiyanlık, komünistlerle birlikte savaşa girebilir ama
politik hedeflerin buradan tanımlanması kesinlikle mümkün değildir. Davaya
iştirak eden Hristiyanlar, esas olarak ahlâkî ve politik meselelerden ilham
almaktadırlar.
Yenilenmiş bir Kilise anlayışı, müminler arasında
teşkil edilen komünyon fikrine vurgu yapar. İncil’in ortaya koyduğu değerler,
adaletin peşine düşme, bilincin teslimiyetinin öncelikli oluşu ve dünya
meselelerine Hristiyanların müdahil oluşu üzerine kuruludur. Bu konum, müminler
arasında hüküm süren sağın apolitik doğası ile karşıtlık içerisindedir. Ancak,
FKP’ye bağlanmanın gerekliliği noktasında Marksizmin benimsenmesi gerekli
olduğu sonucuna çok Hristiyan ulaşır. Mayıs 1947’de Rennes Hukuk Fakültesi profesörü
Henri Denis, “Katolikler Ne Yapmalı?” başlıklı makalesinde müminlerin devrimci
örgütlere iştirakini savunur.
İlerici Hristiyanlar Birliği yayını olan ve yayın
hayatına Kasım 1950’de başlayan iki haftalık gazete La Quinzaine komünistlerle
yoldaş olunması gerektiğini savunur, Katoliklik karşıtlığı ile mücadele eder ve
işçi-rahiplerle sembolize edilen yeni havarilere özgü misyoner hareketini
destekler. Eğer La Quinzaine papalık tarafından 1955’te kınanır. Gazete,
altı bin abonesiyle mütevazı bir nüfuza sahiptir. Özellikle papazlar ve Katolik
hareketleri arasında önemli bir etkinliği mevcuttur. Kilise, partinin
desteğinde yürütülen Marksizm çalışmalarına Katoliklerin katılmasına müdahale
eder. 1949’da komünistlerle işbirliğine dair yasağı yeniden gündeme getirir.
1947’de Mounier’nin hatırlattığı biçimiyle, “Hristiyan aydınlar bu dönemde
kendilerini rahatsız bir konumda bulurlar. Hristiyanlığa bağlı aydınlar
Hristiyanlığın cefasını muhafaza etme ve gözetmeye zorlanırlar.”
Komünist Parti ise felsefeci Roger Garaudy üzerinden
yüzünü Hristiyanlığa döner ve Perspektifler aracılığıyla
Hristiyanlara uzatılan ele belirli bir mana katar. Varoluşçuluk, Katolik
düşünce ve Marksizm üzerinden yapılan bu “teklif”, farklı ufuklara sahip
eylemciler arasında belirli bir güvensizliğe yol açar.
Frédéric Gugelot
[Editörlüğünü Denis Pelletier ve Jean-Louis
Schlegel’in yaptığı La Gauche du Christ. Les Chrétiens de Gauche de 1945 à
Nos Jours (“İsa’nın Solu: 1945’ten Bugüne Solcu Hristiyanlar”) isimli
kitabın yedinci bölümünden alıntı.]
Dipnotlar:
[1] Hareketin genç Katolikler üzerindeki etkisi mesele hâline gelmiş ve
hareket, 29 Aralık 1926’da Papa XI. Pius tarafından mahkûm edilmiştir.
[2] On dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkmış ve Hristiyan
hümanizmi temelli bir öğretidir. “İnsan Tanrı’nın yansımasıdır, bu sebeple
saygı görmeye hakkı vardır” temel düsturlarından biridir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder