Pages

26 Mayıs 2014

Marksizm ve İncil Arasında Hristiyan Aydınlar


Marksizmin Fransa’da güçlü bir çekim merkezi olmaya başladığı dönemde Hristiyan aydınlar, mevcut konumlarını iki şekilde terk ederler. Bazı aydınlar, Marksizm’de toplumsal gerçekliğin verimli bir yorumunu bulurlar, bazıları ise İsa’ya bağlılık üzerinden, fukarayla, mazlumla ve onlar için dövüşen partiyle, yani komünistlerle birlikte kavgaya girmek gerektiğini söylerler.

On dokuzuncu yüzyıl sonu, yirminci yüzyıl başından itibaren Hristiyan aydınlar, düşünce ile imanı, toplumla ilgili anlayış ile kiliselere bağlı insanların geleceğini uzlaştırmaya çalışırlar ve dine dönük sadakatten mücadeleye doğru seyreden bir hareket içerisine girerler. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası Hristiyan aydınlar, iman ile kilise üyeliğini uzlaştırma noktasında yeni bir insanî gelişim anlayışı ile yüzleşirler: Marksist düşünce ve Marksizm gerçeği. Bu durum, onların geleneğe dönük sadakatleriyle belirli bir çatışma içerisine girmelerine sebep olur. Özellikle Katolikler ve Protestanlar, ellilerde modernitenin muzaffer oluşuna tanık olurlar: bu dönemde seküler toplumla, liberal demokrasiyle ve kapitalizmle ittifak kurulmaktadır. Hristiyanlıktan “kopuş”a karşı mücadele, Protestanlara kıyasla Katolikler arasında daha açık bir biçimde tanık olunan bir gelişmedir. Burada İsviçreli teolog Karl Barth’ın (1888-1968) teolojisinin elde ettiği başarının da belirli bir etkisi mevcuttur. Protestan aydın forumlarında reformla ilgili arayışlar ve eleştiri özgürlüğü meseleleri, hâkim konu başlıklarıdır. Katolik kilisesinde müminlerin tek öğretmeni olma iddiası hüküm sürdüğünden, Katolik aydınlarda benzer bir eğilime güç belâ tanık olunur. 1926’da L’Action française adlı aşırı sağcı Fransız politik örgütlenmesine karşı verdiği mahkûm etme kararında[1] Vatikan, seküler kimi ifadelerle, hem dogmaya hem de Katolik ahlâka bağlılığı salık verir ama öte yandan da müminlere, dünya üzerinde yaşayan birer Hristiyan yurttaş olarak kendi sorumluluklarını ifa etme konusunda özgür olduklarını söyler.

Savaş sonrasında Hristiyanlar bu özerkliği miras alırlar, yaşanan çatışma esnasında politik ve toplumsal muhafazakâr güçlerin iyiden iyiye gayrimeşrulaştığı, dindar sağ da dâhil, tüm sağ siyasetin değersizleştiği dönemde, politik hayata dair belirgin bir solculaşmaya meylederler ve çekim merkezi büyük ölçüde sola kayar. [...]

Hristiyanların Kendilerini Marksizmle Tanımlaması

[...] Marksizm, gerçekliğe mana katan ve eylem için gerekli ölçütleri belirleyen bir teori ve pratiktir.

Marksizm, bir taraftan artık Hristiyan solu tarafından da paylaşılan kapitalizmin eleştirisi ile ilişkilidir; diğer yandan proletaryanın ve mütevazı bir hayat sürenlerin mücadelesi doğrultusuna “mesiyanik” bir dönüşüme izin verir. Toplumsal Hristiyanlık[2] da, önce Protestanlık, sonra da Katoliklik içinde kilise düzeninin müesses nizamla işbirliğine dönük sosyalistlerin gerçekleştirdiği suçlamaya iştirak eder.

Marksist düşünceye ait kategorilerden ilham alan politik ve dinî konumlarını meşrulaştırma gayretine dair ilk üç metin şunlardır: 1948’de Éditions du Temps eliyle basılan, kolektif çalışma “Hristiyanlar ve Politika” içinde yer alan Andre Mandouze’un makalesi “Uzatılan Eli Tut”; 1949’da Éditions ouvrières tarafından basılan P. Henri-Charles Desroches’nin Marksizmin Anlamı isimli eseri; 1951’de Éditions du Seuil tarafından yayınlanan Kilise Gençliği'nin on ikinci ve son kitabı Olaylar ve İman içinde yer alan, Peder Maurice Montuclard’ın kaleme aldığı “Kilise ve Emek Hareketi” isimli makale. Desroches’un kanaatine göre, Marksizm ve Hristiyanlık, insanî özgürlük konusunda çatışmalı iki vizyon sunmaktadır. Ona göre, dinî özerkliğin din adamları sınıfından olmayanların ürettiği yenilenmiş bir teolojiden istifade edeceği yeni bir toplum inşa edilmeli, üstelik bu teoloji, Marksizmin de sınırlarını aşmalıdır. Montuclard ise Katoliklikteki yenilenmeyi işçi sınıfına ve Fransız Komünist Partisi’ne (FKP) bağlar ve hatta “komünizm’in aşılmasına” dönük yolu açacak bir devrim teolojisi önerir. Ancak mazlumların kurtuluşuna dayanan bir bağlılık dinî hakikat olarak kabul edilebilir. Vatikan’ın baskısı sonucu süreç içerisinde Desroches’nin kitabı yayından kaldırılırken, Kilise Gençliği’nin kitabı 1953’te kara listeye alınır.

Bu aşamada başka seçenekler de ortaya çıkar. 1945 sonrası Emmanuel Mounier, “Hristiyan umudunu, komünist umudun yaşadığı bölgelere doğru taşımak gerektiğini” söyler. Mevcutta Hristiyanlık ve komünizme ait kimi perspektifler arasında uzlaşmazlık söz konusu ise de Mounier, “açık Marksizm”le belirli bir diyalog içerisine girmeye çalışır. Her şeyin ötesinde Mounier, siyaset alanında Katolikliğin sahip olduğu aşağılık kompleksini silmek ister ve dinin yabancılaşma, kölece tevekkül ya da afyon olmadığını, aksine bir coşku ve kahramanlığın bir kaynağı olduğunu ispatlamaya çalışır. Yazarın bir amacı da Katolikliği, “burjuvaziyle uzlaşan din”den ayrıştırmaktır. “Kutsal Ruhu yeniden müesses kılmak” için bizim, derginin öğretisel konumunu ve bireysel hareketi komünist felsefeyle renklendirerek güncellememiz gerekir.” Asli gerilimler şuralardan türemektedirler:

- "Reform / devrim" ve “özgürlük / eşitlik" – yeni bir formülle yer değiştirir.

- "Devrim / reform " ve "eşitlik / özgürlük " – burada, devrimci araçlarla görece daha âdil bir toplumun gerçekleştirilmesine öncelik verilir ve tarih, sosyalist fikirlerin zaferi olarak yorumlanır. Mounier’ye göre, “Hayırlı bir tarih anlayışı nehirlerin durdurulmasını değil, geliştirilmesini öngörür.”

Bu ana kadar 1932’de kurulan dergide bulunmayan Marksizme yönelik referanslara, artık daha fazla tanık olunur. Mounier, “Marksizmin [...] bireysel gerçeklikten yola çıkarak çok açımlanamayacağını teslim eder ve kendisinin insanların kurtuluşunu, toplumun gelişimini ve insanların yabancılaşmasını kendisine hedef seçmiş olan Marx’ın ilk ilhamına iştirak ettiğini iddia eder. Dominique Olivier gibi kimi Ruh emekçileri daha da ileri giderek, insan özgürlüğünün yeniden kazanılmasının yegâne yolunun Marksizm olduğunu yazarlar.

Yorum örgüsü ile materyalist felsefe arasına ayrım koyan söz konusu okuma Marksizmle Hristiyanlık arasındaki yakınlaşmayı meşrulaştırır. Bu süreç, ayrıca, önemli ölçüde savaş dönemindeki Direniş Hareketi ile ilişkilidir. Mauriac’ın ifadesiyle, “komünistleri tam manasıyla sadece dindar zihinler anlayabilir.” 1958’de bu tespitine şunu ekler: “Parti ile Kilise arasında gizli bir bağ vardır: öğretinin karşı çıkmasına rağmen her ikisi de açlık ve susuzlukta birleşmiştir.” Kiliseler, fukaraya ve mazluma dinî veya kilisevî geleneklere başvurarak umut taşımak ve devrimci bir pratikle belirli bir proje teşkil etmek istemişlerdir. “Dinî etik, politik çıkara ait bir sorumluluktur.” Ama Marksizm’in ekonomi analizini öne çıkarıp onun felsefeyi reddettiğini savlar. Oysa Katolik Kilisesi, 1937 tarihinde Divini Redemptoris (“İlahi Mesih”) isimli bir genelge yayınlamış, komünist hareketi “tabiatı gereği şeytanî” ilân etmiş, kendi öğretisiyle uyumsuz olduğunu söylemiş, komünizmin dünya görüşünün ateizme ve özel olarak da Hristiyanlık eleştirisine hasredildiğini belirtmiştir.

FKP ile İlişkiler

1943-1956 arası dönemde FKP Direniş’teki katılımı üzerinden sorgulanamaz bir haleye sahiptir. Parti, kiliseler dâhil, savaş sonrası dönemde aydınların belirli bir referans noktası teşkil etme noktasında seferber etmeyi ve örgütlemeyi becerir. 1947-1955 arası dönemde yaşanan o ilerici yıllar Hristiyanların havariler dönemini işçi sınıfına yüzünü dönerek yenilemeyi arzulaması ve Marksizm’in anlam ve konumunu kendinde yansıtmayı düşünmesiyle sonuçlanır.

Politik katılım, işçi sınıfına mensup Hristiyanların ve komünist partinin tanımlanmasının bir sonucudur. Bu perspektif dâhilinde Hristiyan sol, komünistlerle işbirliği kurma fikrini benimser.

Hristiyan hareketinin belirli bir kesimi komünistlerin yürüttüğü toplumsal mücadeleleri destekler. Ancak bu yoldaşlık FKP’ye bağlı örgütlerin güdümündedir. Soğuk Savaş süresince Hristiyan sol, kendisini barış hareketi adı altında yürütülen mücadelenin içinde bulur. 1941’de insanî ekonomi ülküsüyle kurulmuş olan Ekonomi ve Hümanizm Derneği başkan yardımcısı P. Desroches, 1950 Mayıs’ında bir bildiri kaleme alır: “Atom Bombasına Karşı Hristiyanlar” isimli bildiri, Hristiyan dünyasından elli insan tarafından imzalanır. Bildiri, esas olarak iki ay önce iki komünist önderliğinde yapılan Stockholm Çağrısı’nı yinelemektedir. Şubat 1952’de Paul Ricoeur, Almanya’nın yeniden silâhlandırılması ile ilgili Schuman Planı için bir alternatif önerir. Mayıs sonunda ise, Komünist Parti Genel Sekreteri Jacques Duclos’nun serbest bırakılmasını talep eden bir bildiriye imza atar ve Kore’de biyolojik saldırı emri vermekle suçlanan ABD’li General Ridgway’in Paris’e gelişine karşı gerçekleştirilen gösteriler ardından gözaltına alınır.

Daha geniş manada, hayır ve insanî yardım çalışmaları Katoliklere kıyasla Protestan camiada daha fazla yer bulur. Jacques Ellul ve Paul Ricoeur gibi Protestan düşünürler, dünyadaki kiliselerin ahlâkî ve politik varlığını kavramsallaştırırlar. Ellul, marksizmin cazibesine karşı çıkarken, Ricoeur bu konuda pek bir şey söylemez. Ricoeur, Hristiyanların on dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyıl başında toplumsal sorumluluklarından uzak duruşlarının komünistlere hiçbir eleştiri getirmeksizin bağlanmalarına yol açmaması gerektiği düşüncesindedir. “Belirli hedefler doğrultusunda komünistlerle kısmî bir işbirliği kurulabileceğine inanıyorum [...] ama ilerici Hristiyan dostlarıma mevcut kafa karışıklığı ile iş tutmaya hakkımız olmadığını söyleyip duruyorum.” Toplumsal Hristiyanlık, komünistlerle birlikte savaşa girebilir ama politik hedeflerin buradan tanımlanması kesinlikle mümkün değildir. Davaya iştirak eden Hristiyanlar, esas olarak ahlâkî ve politik meselelerden ilham almaktadırlar.

Yenilenmiş bir Kilise anlayışı, müminler arasında teşkil edilen komünyon fikrine vurgu yapar. İncil’in ortaya koyduğu değerler, adaletin peşine düşme, bilincin teslimiyetinin öncelikli oluşu ve dünya meselelerine Hristiyanların müdahil oluşu üzerine kuruludur. Bu konum, müminler arasında hüküm süren sağın apolitik doğası ile karşıtlık içerisindedir. Ancak, FKP’ye bağlanmanın gerekliliği noktasında Marksizmin benimsenmesi gerekli olduğu sonucuna çok Hristiyan ulaşır. Mayıs 1947’de Rennes Hukuk Fakültesi profesörü Henri Denis, “Katolikler Ne Yapmalı?” başlıklı makalesinde müminlerin devrimci örgütlere iştirakini savunur.

İlerici Hristiyanlar Birliği yayını olan ve yayın hayatına Kasım 1950’de başlayan iki haftalık gazete La Quinzaine komünistlerle yoldaş olunması gerektiğini savunur, Katoliklik karşıtlığı ile mücadele eder ve işçi-rahiplerle sembolize edilen yeni havarilere özgü misyoner hareketini destekler. Eğer La Quinzaine papalık tarafından 1955’te kınanır. Gazete, altı bin abonesiyle mütevazı bir nüfuza sahiptir. Özellikle papazlar ve Katolik hareketleri arasında önemli bir etkinliği mevcuttur. Kilise, partinin desteğinde yürütülen Marksizm çalışmalarına Katoliklerin katılmasına müdahale eder. 1949’da komünistlerle işbirliğine dair yasağı yeniden gündeme getirir. 1947’de Mounier’nin hatırlattığı biçimiyle, “Hristiyan aydınlar bu dönemde kendilerini rahatsız bir konumda bulurlar. Hristiyanlığa bağlı aydınlar Hristiyanlığın cefasını muhafaza etme ve gözetmeye zorlanırlar.”

Komünist Parti ise felsefeci Roger Garaudy üzerinden yüzünü Hristiyanlığa döner ve Perspektifler aracılığıyla Hristiyanlara uzatılan ele belirli bir mana katar. Varoluşçuluk, Katolik düşünce ve Marksizm üzerinden yapılan bu “teklif”, farklı ufuklara sahip eylemciler arasında belirli bir güvensizliğe yol açar.

Frédéric Gugelot

[Editörlüğünü Denis Pelletier ve Jean-Louis Schlegel’in yaptığı La Gauche du Christ. Les Chrétiens de Gauche de 1945 à Nos Jours (“İsa’nın Solu: 1945’ten Bugüne Solcu Hristiyanlar”) isimli kitabın yedinci bölümünden alıntı.]

Dipnotlar:
[1] Hareketin genç Katolikler üzerindeki etkisi mesele hâline gelmiş ve hareket, 29 Aralık 1926’da Papa XI. Pius tarafından mahkûm edilmiştir.

[2] On dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkmış ve Hristiyan hümanizmi temelli bir öğretidir. “İnsan Tanrı’nın yansımasıdır, bu sebeple saygı görmeye hakkı vardır” temel düsturlarından biridir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder