Soma’da işçiler ölünce, “Acaba başka bir iş bulamazlar
mıydı?” diye sormaya başladılar. Kafalarında yaşanan gerçek, hemen kendi birey
ölçütlerine vuruldu. “İşçi-birey” vardı kafada, kendisi gibi “özgür, sorumlu,
iradeli ve vakıf”tı. “Neden bile bile ölüme gidiyorlar ki bu işçiler” diye
düşünüldü. İşçi sınıfından, sınıflar mücadelesinden, kolektif kavgadan söz
etmek, “gericilik”ti. Kişilerden bağımsız, maddî süreçleri tanımlamaksa,
nafile. Kendi bireyliklerini o kadar önemsiyorlardı ki, kolektif mücadeleyi her
daim düşman kabul ediyorlardı.
Çözülme, teslimiyet, korku, bireyler üzerinden
gerçekleşiyordu. Soma’nın öfkesi, ancak bu şekilde savuşturulabilirdi. Madende
çalışmak, sonsuz özgür bireylerin sonsuz tercihlerinden biri olabilirdi ancak.
O vakit, ölmek de onların iradesiydi. Bir taraf, özgür bireyler olarak son
seçimde yaptıkları tercihlerden ötürü, kin kusuyordu madenciye, bir tarafsa,
kendi zenginliğini ve gücünü bireysel manada Allah’ın bir lütfuymuş gibi
yutturuyor, işçilerin katledilmesini unutturmaya çalışıyordu.
Sol örgütlerin eylemlerine dair yaptıkları kitle
hesaplamalarında da aynı zihin işliyor. Sayma işlemi, “bir” olan bireyden, yani
sayanın kendisinden başlıyor. Kendisini öyle çok görüyor ki, matematiksel
olarak elli kişi varsa eylemde, gözüne bu kitle iki yüz görünüyor. Bireylere
bakıldığından, oradaki kitle, nicel açıdan bir yanılsamaya sebebiyet veriyor.
Buradan, kitlesel bir eyleme, kendisi gibi bir ve birey olanlar çağrılıyor.
Örgütlenen kişilerin tarihsel-toplumsal oluşları, birden fazla olan yanları, kıymetini
yitiriyor. Tarihsel kişilikler alandaki yerlerini, tarihsel-toplumsal
ağırlıkları ve manaları üzerinden değil, bireyin ilahi temsili olarak alıyorlar.
Süreçte herkes, kendi ikonasını yarıştırmakla yetiniyor.
Somalı madenciler, birey zaviyesinden izlenir de
Okmeydanı’nda direnen kitle izlenmez mi? O da hemen birey ölçütüne vuruluyor,
dışlanıyor ve değersizleştiriliyor. Soma’daki öfke, en azından, ülkedeki tüm
madencileri kuşatmıyor; özel bireylerin özel gösterilerine ve vicdan arındırma
teşebbüslerine kurban ediliyor. Okmeydanı da yerinden çekilmiş, ateş ve barut
kokulu fotoğraflara kapatılıyor. Soma ve Okmeydanı, ne kadar birey ölçüsüne
vuruluyorsa, mahalle milisleri de benzer bir birey ölçütüne vuruluyor. Sadece
özel şahısların güç gösterisi, sol örgütlerin sokak aralarındaki rekabetine
eşlik ediyor. İnternet âleminde deniliyor ki, “X örgütü Okmeydanı’nda
çarpışıyor”, altına iliştirilmiş videoda ise sadece kendi örgütüne ait tarihsel
kişiliklerin haykırılmasından başka bir şeyin yapılmadığı görülüyor.
Gerçekte fiilî olarak yaşanan çatışmanın dışında,
kendi özel gündemini takip etmek için, pankartlar ve silâhlar yükseltiliyor
göğe. Savaşın düşman arazisine, düşmanın savaş arazisine çekilmesi gibi asgari
askerî taktiklere bakılmıyor. Düşman, sol içi tartışmanın ve rekabetin bir alt
unsuru işlevi görüyor. Mevziler ilerletilmiyor, kitle silâh olmuyor; silâh
kitleselleşmiyor. Okmeydanı; Nurtepe, Gazi, 1 Mayıs ve diğer mahallelere
ulaşmıyor. Devrimci milislerin giriş-çıkışları tutmaları, devlet güçlerine diz
çöktürmeleri gibi bir hedef gözetilmiyor. Rakip örgütler, bu milisleri
“müsamere, çocuk piyesi” olarak görüyor, küçümsüyorlar. Öte yandan kitleye ise,
“bu işin sahibi geldi, şöyle kenara çekil, bizi izle” denilmiş oluyor.
Esasında doksanlardan beri kısır bir tartışma sürüyor.
Örgüt kurmak veya yaşatmak, bu tartışma toplantısında sandalye kapmak demek
oluyor. “Parti” ve “silâh” sözcükleri, kimi momentlerde kimilerine ayrıcalık ve
güç tevdi ediyor. Ama sonuç, gene hüsran…
“Parti” ve “Silâh” sözcükleri, anlamsız bir
tartışmanın ve çekişmenin kurbanı oluyorlar. Her birinin kendi özel
şampiyonları, savunucuları var ve sahada didişip duruyorlar. Dolayısıyla
düşman, mücadelenin içine sızacak hamleleri yapabiliyor. Silâhı ve çatışmayı,
genel tecridin ve parçalanmanın gerçekleştirilmesi için kullanabiliyor. Özel
bireylerin özel hamlelerine kilitlenmiş bir hareket, zaman içerisinde,
mücadelenin emrini dinlemez, ciddiye almaz bir yere çekiyor kendisini.
Özel bireyler, özel gündemleriyle sadece özel
oluşlarını muhafaza etmeyi düşünebiliyorlar. Nesnel, kolektif olanın bir hükmü
kalmıyor. “Her şeyi ben başlatır, ben bitiririm” zihniyeti, pratiğin
maddîliğine tosluyor. Dost-düşmanın gördüğü, etinde-ruhunda hissettiği kolektif
bir irade hâline gelemiyor. Hâsılı, süren tartışmada, bir taraf, işin başındaki
yegâne mutlak akıl, bir taraf da yegâne mutlak irade olduğunu söyleyip duruyor.
İrade ve akıl, kolektif bedende buluşmuyor.
Devlet kadroları, devrimcilerle mücadele yöntemlerini
geliştirip kuşaktan kuşağa aktarabiliyorlar. Kendi kitlelerini günbegün teşkil
ediyorlar. AKP, bu gayretin ürünü ve ihtiyacı. Ama AKP’nin veya diğer geçmiş
hükümetlerin ne’liği değil, kim’liğine odaklanan devrimci hareket, her beş-on
yılda bir sıfırdan başlamaya mecbur kalıyor.
Legalite kitle; illegalite kadro demek… Ağırlığın
nereye verileceğine ilişkin binlerce sayfalık tartışmalar yapılıyor.
Doksanlarda dar, entelektüel bir çevre illegal örgüt kuruyor, ama ısrarla
legaldeki muadiliyle tartışıyor: bu tartışma, legalizasyonun işareti aslında.
Düz ve gergin bir çarşafın üzerine konulmuş demir bilyeler gibi, bu legal
yapılar, nüfus ve nüfuzlarıyla çekim merkezi oluyorlar. Teorik tartışmalar,
onlara göre ve onlara dair bir seyir içerisinde gerçekleşiyorlar.
Koca bir örgüt, partileşme ve legalleşme
tartışmalarıyla bölünüyor. Bir yıl içinde illegalitesi tasfiye noktasına
geliyor. Sonra kavramlar yarıştırılıyor: “halk”, “işçi” ve “ezilen” diyenler,
ayrı kulvarlara yerleşiyorlar. Her birinin kendi legal çekim merkezleri mevcut.
Piyasadaki onca “anarşist” Lenin ve Mao karikatürleri, bu legal çekim
merkezlerine göre düşünüp hareket ediyorlar. Birey denilen merkez, bir boş
gösteren, hiçlik; anarşizm popülerse, onun lafları, göstergeleri; legalizm
yaygınsa onun lafları, göstergeleri derhal temellük ediliyor.
Bu ülkede bugün, “senin şu ‘polis, simit sat onurlu
yaşa’ sloganın popüler oldu diye niye böbürleniyorsun?” diyenler var. Başka bir
yapının kan ve terle öre öre ve vura vura bugüne getirdiği birikimi sırf lafzı
temellük ederek, ele geçirebileceğini zannedenler var. Yani hesap şu: illegal
mücadelenin legal alana da taşan kısımlarını lafız düzeyinde mülk edinmek ve
legal alana yedirmek. Bu, dolaylı olarak, legalin illegale karşı direnci,
savunması. Legal-illegal arasındaki ayrımsa düşmanın sınır çizgilerine göre
yapılıyor. Bu alanda ilgili lafız temellük edilse bile, eylem olmayınca
gevezeliğe dönüşüyor. Bireyle düşünen, polisi de tercihleri olan birey olarak
anlıyor.
Birey-merkezlilik, hemen insan-merkezliliğe dönüşüyor
ve o üniformanın altında kendinden menkul, mutlak bir “insan” olduğu
varsayılıyor. “Copunu, kaskını çıkart” diye başlayan tezahürat için de aynı şey
geçerli. Üniformanın altında insan aramak, yanılsamalara neden oluyor. Legalite
ve meşruiyet, hep, düşmanın “insan” ve “birey”i üzerinden hesaba katılıyor ya
da katılmıyor.
Doksanlardan beri sol örgütler arasındaki zımni, adı
konmamış tartışma platformunun Haziran Kıyamı ile batıl ve hükümsüz olması
gerekiyor. Ama özneler, öznelik sertifikalarını aldıkları bu platformu asla
terk edemiyorlar. Mücadelenin yenildiği ve geri çekildiği parklar, nihai
kurtuluş/cennet olarak tasvir ediliyorlar. Geri çekilmenin kendisine bin bir
güzelleme yapılıyor. Bu esnada, lafla peynir gemisini yürüteceğini, “beden,
özne” gibi batılı gevezelikleri ısıtıp satınca yol alacaklarını zannedenler çıkıyor
sahneye. Geri çekilme, bunlar şahsında, hurucu katlediyor.
Bireyi ezdiği düşünülen askerî kavramlar, “kimsenin
askeri olmayacağız” diyenler eliyle çöpe atılıyor. Bu mesaj, içe dönük aslında:
“Asker ya da askerleşmek isteyen varsa aramızda, defolup gitsin” deniliyor.
Parklar, yaraların sarıldığı, daha geniş ve kitlesel
bir kalkışmanın örgütleneceği kolektif mevziler değil, bireylerin fikir ve
kitap yarıştırdıkları yerler hâline geliyor. Ama devlet boş durmuyor; parkları
kuşatıyor, kendiliğinden kalkışmanın ortaya çıkardığı açıkları kapatmanın
yollarını buluyor. Park romantizmi, durmanın ölmek olduğunu fısıldıyor.
Sonra birileri çıkıp, Avrupa’dan nostaljik bir
ithalata girişiyor ve diyor ki, “DHKP-C aslında RAF’a benziyor.” Son süreçte
Cephe’nin elde ettiği popülerliği bu sayede istismar edebileceğini zannediyor.
RAF, Sovyetler’in istihbarat birimleri üzerinden,
Soğuk Savaş hamlelerine karşı bir hamlesi. Sovyetler dağılınca da tasfiye olmuş
bir hareket. Cephe ise her zaman kitle çalışmasını gözetmiş, Sovyetler’in
dağılması sürecinde savrulmamış bir örgüt. Günahı-sevabıyla, küçük burjuvanın
“proleterleştirilmesi” için çabalamış, kendisini “devrimci bir halk hareketi”
olarak kurmaya gayret etmiş bir yapı.
RAF’la yapılan kıyas, kasıtlı. Onu küçük görmek ve RAF
üzerinden, “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” hesabıyla, Cephe’ye akıl
vermek, amaç bu. Özetle deniliyor ki, “silâh iyi de kitleselleşmeye mani
oluyorsun, senin elindeki silâh, sakıncalı.” Onca RAF güzellemesi, demek ki
bunun içinmiş: “Ey Cephe, silâhın kitleselleşmeye engel. Biz al diyene dek
bırak onu.” Teorik evrenleri, batılı kimi düşünürlere koşmaları, hep bu “Cephe”
denilen gulyabaniyi bu topraklardan kovmak için.
Bu dönemde bir de legal-reformist kanaldan yeni
başlangıçlar yapanlar var. Bunlar da, bu RAF’çılar gibi, “iyi hoş da siyaset
yok” deyip duruyorlar, siyaset kuşanmaktan dem vuruyorlar. Siyaset, afili
cümlelere, allı pullu taleplere indirgeniyor. E tabii, bu cümlelerin ve
taleplerin üretimi için belirli, yetkin bir akla ihtiyaç var. Dolayısıyla yeni
başlangıçlar yapanlar, belirli bir imayla, “o akıl bizde, arkamıza dizilin”
demiş oluyorlar. Tıpkı RAF’çılar gibi, mücadeleyi, bir tür yuppie’liğin orta
sınıf pratiğine kul etmek istiyorlar. Sırf başarı ve nicel hesaplar peşinde
olduklarından, verilen mücadeleyi eksik ve yanlış buluyorlar.
“Okmeydanı’ndaki silâh bozucu, bunların içinde MİT
var, o örgütleri batılı ülkeler yönetiyor” türünden cümleler duyuluyor
bugünlerde. Haziran Kıyamı’nın kendi bireyliklerine yakışır bir eyleyiş, bir
performans olmasını istiyorlar. “Sosyalizm de faşizm de bireyi eziyor”
teraneleri, “devletle devrimcinin elindeki silâh aynı” cümlesine dönüşüyor. Öte
yandan, “silâh” güzellemesi yapan da aynı liberalizmin kurbanı, devrimcinin
devletle eşit bir dövüşte bir taraf olmasına bakıyor. Silâhtaki
tarihsel-toplumsal fazla, “devlet-birey” kurgusu üzerinden siliniyor. Arzu
edilen, bugün elindeki silâhla önde görünen örgütlerin boşa düşürülmesi ve
kendi bireysel aklının galebe çalması.
Demek ki RAF gibi uluslararası devrimci şiddet
öznelerine yönelik atıflarda bu türden bir hinlik gizli. Onlar da “akıl bizde.
Sadece sokakta dövüşecek aparatçiklere ihtiyacımız var” demiş oluyorlar.
Janjanlı cümlelerin arkasındaki niyet bu. Ve gene, kendilerine layık bireylere
sesleniyorlar, gene onları çağırıyorlar. Bunların Gezi coşkusuyla, “Ey Kürt
hareketi, gölge yapma, başka ihsan istemem” deyip durmalarının nedeni burada.
Kürt legal, reformist, sağ bir siyaset icra ediyor, onlara göre. Özünde, legalizm
ve reformizmle ilgili tartışma, o alana doğru esnemekle bağlantılı. Pazar
kavgası veriliyor sadece. Kürt’e kızılmasının, onun kenara itilmesinin nedeni,
yeni siyaset alanının baronu olma istemi. Birey, ideolojik olarak, Kürt ve
Cephe gibi tüm kolektiviteleri tasfiye etmeye yeminli ve sol hâlâ o “birey” ve
o “insan”la düşünüyor.
Mecazen, Haziran Kıyamı’nın gene Gezi Parkı’na
kapatılmak istendiği bir momentte, bir Cepheli ile şöylesi bir diyalog
yaşanıyor: Gazi Mahallesi’nde yaşayan birine, “Silâhlanmaya karşı sivil
itaatsizlik önerenler var. Bu konuda ne düşünüyorsun?” Cevap: “Sivil
itaatsizlik mi? Faşizmin bu koşullarında mı? Polisin sokak ortasında insanları
öldürdüğü ortamda mı? Gezi’de de ‘duran adam’ olmuşlardı. Durursan ölürsün.”
Bu gencin kişisel varlığını faşizme karşı mücadele
içinde erittiği açık. Anlaşılmayan bu. Ona, “ama baksana hayata, başka
seçenekler, tercihler de var” demek, boşa kürek ve özünde tasfiyeci bir işlem.
Bunu diyenler, Tayyip’in “büyüyen Türkiye” masalına sessizce inanıyorlar
aslında ve o devrimciyi atık, kişiliksiz, beceriksiz, işe yaramaz görüyorlar.
İlerlemecilik ve aydınlanmacılık buradan dil buluyor. Tayyip’te karşılık bulan,
efendilerin mevzilerindeki ilerleme, solun diline tercüme ediliyor, zihinlere
yerleşiyor böylelikle.
Nesnel ve kolektif planda, Haziran Kıyamı ile bir
huruc gerçekleşmiştir. Bu huruç, kendi mecrasında ilerlemektedir. Sol
örgütlerin bir türlü bitiremedikleri tartışma süreci, bu momentte
anlamsızlaşmıştır. Onun mevzilerindeki ilerlemenin fikrî, teorik ve pratik
karşılıkları örgütler nezdinde cılızdır. Bugün, “devlete karşı demokrasi ve/ya
birey” yanılsamasından uzakta, sömürülenlerin ve mazlumların kavgasına iştirak
etmek zaruridir. Mevzilerin ilerleyişi bunu emretmektedir.
Eren Balkır
24 Mayıs 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder