Pages

23 Nisan 2014

Parti-Devlet vs. Cemaat Demokrasisi


Ülke, sermayenin bölgesel ve dönemsel çıkarları uyarınca yeniden kuruluyor. Kuruluş, doğudan gerçekleşiyor. Kuruluşun doğudan gerçekleşmesi, kuruluşta Kürd’ü ve Müslüman’ı öne çıkartıyor. Hangi Kürd’ün ve hangi Müslüman’ın eleğin altında kalacağını, mücadele tayin ediyor.

Kürd’ün belirli bir gücü var ve kendisini oradan teşkil ediyor. Ama Müslüman âlemin elinde, yıllarca antikomünist hareketin içinde ajanlık ifa etmekten başka bir iş yapmamış kadrolar mevcut. Gücünü onlar tayin ediyor. Bu unsurlar, kendilerine geçmişte emirler yağdırmış, DP geleneğinden gelen ağabeyleriyle-ablalarıyla iktidar koltuğuna yapışmışlar, olan bu.

Dolayısıyla, kuruluş momentinde eskinin koltuk sahipleri, ön planda. Bu anlamda, ilgili momentte bir tür İslam’dan söz etmek mümkün değil. İslam’ın biçimi, sadece kurucu bir devlet ideolojisi olarak yeniden formüle ediliyor, özü ise köpeklerin önüne atılıyor.

İslam karşıtlığı ile kendi öznelliğini, failliğini bu momentte kurmak isteyenleri, demek ki, hüsran bekliyor. Onlar, Demokrat Parti geleneğiyle geçmişte işbirliği kurmuş ecdadını koruma altına alıyor. Müslüman’ı marjinalleştirdiğinde kendisini merkeze oturtacağını sanıyor. Sol, kendisini buradan kuruyor. Son operasyonlar bahanesiyle, İslam ve Kürd karşıtlığı, solda cisimleşiyor. Sol, kendisini İslam ve Kürd kirinden arınık olduğunu satmayı, efendilerine işmar etmeyi iş zannediyor.

AKP, ülkenin yeniden kuruluşuna, doğudan gerçekleşen inşa faaliyetine “parti-devlet” olarak cevap vermek demek. O, esasında devletin eteğinin dibindeki tarikatları, grupları ve cemaatleri devlete ram ediyor. Onları dize getirmek gibi bir role, misyona sahip. Bugün “rol”den ve “misyon”dan bahsedenlerin AKP’ye işaret etmesi bu yüzden.

Parti, fukara Müslüman halkı mevcut Kemalist iktidar ilişkilerine kul etmeye çalışıyor, onun için var. Yani AKP, İslamcılığın tüm tartışmalarının stabilize edilmesi, tüketilmesi ve ezilmesi demek. Kuruluş sürecinin iktisadî yapısını tabiî ki neoliberalizm tayin ediyor, ama buradan bir ekonomizm türetmemek lazım. Zira ekonomizm, üstyapısal unsurları dokunulmaz kılıyor.

“Ekonomi-politik” formülünde politik özne, iktisadî olan üzerinden tesis ediliyor. Bu da AKP’nin siyasetine eklemlenmekle sonuçlanıyor. İktisadî özneler, politikaya düşman olan kısmıyla ele alınıyorlar. Ulus-devlet türünden kurguları ezdiği için iktisadî öznelerin varlığını alkışlamak, politiklik zannediliyor. Tam da bu nedenle, “Tayyip Erdoğan’ın 2050 ufku”ndan dem vuruluyor. Müslüman halk, ancak egemenlerin ideolojisi uyarınca “ümmet” denilen cennete erişebileceklerine inandırılıyor. Buna, saf politik öznellikle karşı çıkıp, iktisadî olanı nesneleştirerek cevap vermek bir sonuç üretmiyor.

Faşizan ya da totaliter, iktidarın ideolojik argümanlarına karşı tam boy cepheden bir karşıtlık üretmek gerekiyor. Belki de ümmetin bugünün mazlumlarının-sömürülenlerinin boynunun borcu olduğunu dillendirmek gerekiyor.

Bugün AKP ile Fethullah arasında cereyan eden kavgada AKP tetikçileri, açıktan Cemaat’e parmak sallayıp, “CHP’yi desteklerseniz, bu ülkede devrimcilere yol açarsınız” diyorlar.[1] İşareti buradan almak gerekiyor. İlgili ideolojik balonun patlayacağı yerin işareti, devrimcilerin bizatihi varlığı oluyor. Zira Cemaat, ABD-İsrail eliyle edindiği özerklik imkânı sayesinde, alternatif bir hattı temsil ediyor. O, ancak antikomünistlik yapmak kaydıyla hapisten çıkartılmış Said-i Nursi’yi takip ederek, devletin girmediği yerlere giriyor, devletin ajanı olarak. Özal’dan bugüne iktidarın hep bir yerinde var oluyor ve bu varoluş, emperyalizmin sopası olmaya yazgılı. Dilipak’ın tespitiyle[2], Cemaat köksüz bir hareket, balon misali şişiriliyor.

Cemaat, bu tartışmada AKP’ye diyor ki[3], “Sen de doğuya doğru büyürken, içine İran giriyor, farkında değilsin.” Bu aşamada “İdris-i Bitlisî’nin ülkesi yıkılıyor” yaygarası kopartılıyor ve özünde “Sizin yüzünüzden İran’a karşı oluşmuş varlığımız boşa düşüyor” denilmiş oluyor. Batı ajanlığı ve batılı ajanlık, alan kavgası veriyor. Aslında iki taraf açısından içe giren İran’ı ve içe giren devrimciyi içeride boğmak. Taktik bu.

İran’a uzanan el, ona karşı olan kafanın kendisi kadar tehlikeli. Ülkenin doğudan kurulması, doğunun da yıkılmasını şart koşuyor. “Ümmet” denilen cennet için buranın cehenneme çevrilmesi gerektiği, millete inandırılmak zorunda. Bunun için herkesin ekmeğe, suya kul edilmesi gerekiyor. Suyun başına geçip herkesi yönetmenin yolları aranıyor. Ama tersten, meselenin dolarlara, avrolara indirgenmesi, kitlelerin paraya kulluğa devam etmesini anlatıyor.

Kavga, İran hattından kopuyor. İran düşmanlığı, Fethullah çizgisinde esasen İran Devrimi düşmanlığı ile tanımlı. O, İslamî devrimin önünü almak için görevlendirilmiş bir dalgakıran. İdris-i Bitlisî türünden tarihsel referansların bulunması, zarftan ibaret. Cemaat, temelde efendilerine, “bu topraklarda yeni bir devrim olmasın istiyorsanız, ben size lâzımım” mesajı vermiş oluyor. AKP de “ben varken sana iş düşmez” diye restleşiyor ve karşı-devrimci pratiğine alan açmak için uğraşıyor, zira Marx’ın tespitiyle, “karşı-devrim de sonuçta bir devrim”. Bu “devrim”in ilerlemesi, Fethullah’ın sinir uçlarına dokunuyor.

Mesele, suyun başını tutmak ve herkesi susuz bırakıp bu suya mecbur etmek. Bu noktada mevcut gerilimin ne sebeple açığa çıktığının analiz edilmesi zorunlu. İlk elden verilerle, gerilim ve çatışmanın devletin parti nezdinde toplaşması ve milletin “kontrol dışı” unsurlarının törpülenmesinden kaynaklı yaşandığını söylemek mümkün. Ama verili hâlde Fethullah’a kontrol dışılık tespiti üzerinden, “solculuk” atfetmek, büyük yanılsama.

Bir komplo teorisine göre AKP, devlet ideolojisinin bir kanadıyla anlaşıyor. Deniz Baykal’ın da içinde olduğu bir mekanizma sayesinde Tayyip, başbakan yapılıyor. Burada bir şey verildiğine göre, bir şey de istenmiş olmalı. Burada istenenin, “Fethullah’ın kellesi” olduğu iddia ediliyor. Zira Fethullah, yeni konsolidasyon momentinde ıskartaya çıkartılmış bir isim.

Tayyip, özünde CHP’nin iç ve dış siyasetinin taşıyıcılığını yapıyor. Dış siyasette İsmail Cem, iç siyasette Kemal Derviş politikaları İslamî kılıfla sunuluyor. Bu kurguda Fethullah, Öcalan’ın ifadesiyle, merkeze çekilen polis şefi. Bu noktada Ergenekon yargılamaları üzerinden Fethullah’a bir alan açılıyor. Ordu, kendi artıklarından kurtuluyor. Yollar temizleniyor. Süreç içerisinde devlet mekanizması, muhtaç olduğu parti-devletine kavuşuyor. Bu kurguda artık cemaat demokrasisinin terbiye ediciliğine ihtiyaç kalmıyor. Disiplin ve terbiye, tek elde toplaşıyor.

Parti-devlet olarak AKP, kendi demokrasisini kurmak için kontrol dışı unsurları bertaraf ediyor ya da onu hizaya sokuyor. “Paralel devlet” terennümlerinin dile dolanması, buna işaret ediyor. Bu kavramı dillendiren ilk kişinin Öcalan olduğunu hatırda tutmak gerek. Demek ki doğudan kuruluş batılı ajanlarını vuruyor, doğunun faillerini öne çıkartıyor.

AKP, Mısırlı şehide Esma’yı anlatmak için kullanılan “4” işaretini ideolojik bir müdahale ile tek devlet, tek millet vs. yalanına dönüştürüyor. Müslüman halk, bu kâfir devletin kulu olmaya zorlanıyor. Onu sorgulama ihtimalleri bir bir siliniyor. Açık kapılar hızla kapatılıyor. Devletin partisinden parti-devlete evrilen bir oluşum, kaotik, belirsiz, her türlü unsuru dışarıda bırakıyor. Nusaybin’de dikilen duvar ne ise, polise ve savcıya getirilen yetki sınırı da o. Sınırların çekilmesi için önce kılıçların çekilmesi gerekiyor. Bu kılıçlar ve sınırlar çekilince, AKP’nin kitle kaybedeceğini düşünmek yanılsamalı. Zira AKP, tam da kitlesine olan güveni için ve bu güven üzerinden ilgili hamleleri yapıyor.

Eskiden Fethullah’ın yüzde sekizlik oyundan bahsedilirken, bu kitlenin yüzde bire gerilediği iddia ediliyor. Tam da bu nedenle Fethullah’a parti kurması söyleniyor. “Her partiye eşit mesafedeyiz” diyen bir hareketin parti-devlet için tehlike arz ettiği açık. Kontrol edilmesi gereken bu hareketin verdiği terbiye, devlet disiplinine sokulmak zorunda. Disiplin, yağma, talan, sömürü ve zulüm için önşart. İkinci şart olarak terbiyenin de imkânlarının devletin eline geçmesi mecburi. Yani AKP’yi her şeyden yalıtık, basit bir özne olarak okumak çıkışsız. Onun ardına, mazrufuna, derûnuna bakmak gerekli.

Konsolidasyon sürecinin en önemli tehdidi, esasında Kürd hareketi. Kavganın fitilini ateşleyen de, bir ölçüde, Öcalan’ın hamleleri olsa gerek. Çünkü AKP ile yaşanan geçici yakınlaşma, Cemaat’in bölgesel planlarda boşa düşmesine neden oluyor. Karşı-devrimci süreç, Cemaat’i ıskartaya çıkartıyor. Kürdistan’da dershanelerle gençliği devlete ve sermayeye hizmet eri yapma projesi, Kürdlerin manevralarıyla değersizleşiyor. Kürd’e uzanan el, diğer el ile Cemaat’in iteklendiğini anlatıyor.

Doğudan batıya doğru kuruluş, doğunun stabilize edilmesini, kontrol altına alınmasını dayatıyor. Doğuya sefer oluyor, zafer olmuyor. Bir yanıyla doğuda zafer olamadığından, Fethullah’ın “batı ajanı” olduğuna dair sözler işitiliyor. Doğudan kuruluş, Fethullah’ın mevcudiyetini tehlikeli ya da faydasız kılıyor. Yaşananı bir “iç” temizlik olarak okumak mümkün bu açıdan.

Fethullah, “tam da bize hizmet ettiği için Özal öldürüldü” diyerek, esasında “bize hizmet etmeyen de ölür” demiş oluyor ve bir yerlere işmar ediyor. Onun tasfiyesinin de belirli yerlere atıfta bulunuyor olması gerek.

“Faşizm, emperyalizmin içe dönük olan hâlidir” tespiti doğru ise, Türkiye alt-emperyalist olduğu değil, olamadığı için AKP merkeze çekilmiş olmalı. Biri içteki, diğeri dıştaki “İsrail”e bağlı. İçteki İsrail’in bugün Ortadoğu’ya kama niyetine sokulmuş gerçek, dışta olan İsrail’le bir tür rekabet içine girdiği momentler var. Demokrat Parti’nin ve Menderes’in tam da “ümmetin birliği” gibi şişirme bir hedefle öne çıktığı durumda tasfiye edildiği biliniyor. İç Siyonizm, dış Siyonizmi kimi zaman hasım, kimi zaman rakip kimi zaman da düşman olarak görüyor. Bu durum, kimseyi yanıltmamalı.

Bugün AKP tetikçileri, açıktan “kurtuluş savaşı” yaşandığını ilân ediyorlar. Bu savaşın “yerli, güçlü, bu toprakların bağrından çıkmış, özgün ve dik duran bir halk önderi” şahsında gerçekleştiğine inanıyorlar. İlk kurtuluş savaşı, savaşlardan yılmış halka rağmen, birkaç Siyonistin, Sabetayistin ve masonun tetiklediği bir hareket. Bu da öyle olmalı. Aynı jargona başvuruluyorsa, başka bir seçenek mümkün değil.

Tayyip, bir imge olarak parti-devlete işaret ediyor. İttihatçıların kurduğu devlet, yeni Kemal’ini buluyor. Dolayısıyla ülke, efendiler için yeniden koruma altına alınmış oluyor. Yıkılma ihtimali, zamansal olarak ötelenmiş oluyor. Bu kurtuluş savaşında kurtulan şeyin işgalciler ve hainler olması gerek.

Bir ânda Fethullah’ın işgalci ve hain seviyesine çekilmesi bu açıdan manidar. Mevcut momentte birden Yunan, İtalyan ve İngiliz sermayesiyle ilişkili olan batı Anadolu toprak ağalarına ve tefecilerine dönüşüveriyor. Eski gerilim, yeni bir biçim altında, tekrar su yüzüne çıkıyor. Batı Anadolu hattına çekilmek, onu bugün CHP-MHP hattına doğalında zorluyor. AKP ise alt sınıfsal katmanlara doğru evrilerek, gücünü oradan konsolide etme imkânı buluyor.

Yolsuzluk operasyonlarının tersten, halkta aksi bir tepkiye yol açtığı biliniyor. Üç beş orta sınıf bond çantalı, safları terk ediyor, ama mütedeyyin fukara kesim, çeşitli gerekçelerle AKP’ye bağlanıyor. Esasında devlet mekanizması, AKP şahsında, bu kesimlerle kopan ya da esneyen ilişkilerini tamir etme şansına kavuşuyor. Fethullah, cemaatten camiaya evrilerek, o fukaranın dininin dışına çıkacağını söylemiş oluyor. Bir fikir etrafında görece daha esnek ve liberal bir yapıya işaret ediyor. Ama düne kadar hizmet ettiği devlet, onu içerip aşarak farklı bir kompozisyona evriliyor.

Solda da bu sürecin benzer bir seyri var: orada da parti-devlet anlayışına karşı anarşizmden rol çalan tuhaf demokratik cemaat ilişkileri çıkartılıyor. Benzer bir süreci, cemaat ile AKP arasındaki gerilimde de görmek mümkün. Parti-devlet anlayışına karşı bir tür cemaat demokrasisi savunusu yapılıyor. Bu noktada, parti-devletin de cemaat demokrasisinin de efendilerin elindeki kılıcın iki keskin tarafı olduğunu bilmekte fayda var. Son operasyonla cemaat, vurucu gücünden, AKP de hegemonik gücünden ödün vermeye zorlanıyor.[4] Aynı operasyon, sola da çekiliyor esasında.

Camialaşma, partileşmenin karşısına çıkartılıyor. Bu türden sosyologlar eliyle sol, iktidar mücadelesinden alıkonulmak isteniyor, yedeğe çekiliyor.

Kıyamet, İran’la gizli yapılan doğal gaz ithalatı yüzünden kopuyor. Bu kanalda Fethullahçıların suyun başına geçmeleri mümkün değil. Bugün AKP tetikçileri[5], tam da bu meseleyle bağlantılı olarak, “İran’ın Türkî cumhuriyetlerdeki etkisinin kırılmasına mani olmak için Fethullah okullarının desteklendiğini” ikrar ediyorlar. Türkiye “büyüyorsa” ve bu büyüme, doğudan batıya doğru bir kuruluş üzerinden gerçekleşiyorsa, esasen İran’ın meselenin merkezine yerleştirildiği iddia edilebilir. İsrail ve ABD’nin yapılan “operasyon”un arkasında olması, AKP’lilerin gördüğü biçimiyle, tam da İran’ın ağırlığı ile ilgili.

Muhtemelen yeni dönemde Tayyip’ten yerli ve Müslüman bir “Mustafa Kemal” karikatürü çıkartacaklar. Bu karikatürün eskinin Rıza Şah’ıyla ilişkilendirilmesi daha bir mümkün.

Mustafa Kemal’in Bektaşî ya da Mevlevî fetvacıları vardı, bugünkü karikatürse Hayrettin Karaman[6] türünden hocalara ihtiyaç duyuyor. Her ikisini de mutlak iktidar sahibi olarak görmek hatalı. Ana ittihatçı gelenek, parti-devlet ve cemaat demokrasisi arasında belirli bir gerilimde ifadesini buluyor. Biri içi konsolide etmeye, diğeri dışı düzlemeye mecbur. Dönemin “mazlum halkların önderi” olarak lanse edilen Mustafa Kemal ve Türkiye’nin yerini Tayyip ve “Yeni Türkiye”[7] masalları alıyor. Yeni savaş kabinesinde bir Jitemcinin olması, tesadüf değil.

Demokrasi, aslında devletin parçaladığı bireylere devletin dolaylı olarak yedirilmesi anlamına geliyor. Dolayısıyla, cemaat demokrasisinin açtığı kanala girmek, buna sevinmek, devletin mikro alana nasıl yerleştiğini görmezden geliyor. Emniyet ve yargı alanındaki tüm çatlakların kapatılması ile bu sürecin kapanacağı açık.

“Amerikan polisi” eleştirisi, polisin Amerikanlaşmasını gizliyor.[8] Taktiklerin İsrail askerlerinden aşırma olduğunu örtbas ediyor. Silâhların menşei unutuluyor.

Cemaat demokrasisinin açtığı yarıktan ilerlemek, sadece huzuru ve rahatı örgütlüyor. Huzursuzluk ve rahatsızlık terörize ediliyor. Sol, bu kanala girmekle kendi topuğunu nişanlıyor. “Hükümet istifa” söylemi, Gezi sürecini lime lime etmiş solun ağzında yalana dönüşüyor. Zira gerekli güç odakları ve ocakları oluşmadığı için bu slogan, en fazla, erken seçime ve CHP-MHP koalisyonuna işaret etmiş oluyor.

Kitlelere “paranızın peşine düşün” demek, onları paraya kul ediyor; kitleleri hükümet karşıtlığında cisimleştirmekse, kitlelerin politik varlığını soyut kabul etmekten ileri geliyor. Dolayısıyla somut, elle tutulur güç ilişkileri ya görülmüyor ya da bu yönde bir ihtiyaç zuhur etmiyor.

Parti-devlet eleştirisi, devletin partileşmesini; cemaat demokrasisi eleştirisi, demokrasinin cemaatleşmesini görmüyor. Bir tür “cambaza bak” oyunu oynanıyor. Bu eleştiriler, esasında birer koruma biçimi. AKP, kendisini devletin partisi olarak inşa ediyor oluşunu gizliyor. Fethullah ise, demokrasiyi cemaatleştirme niyetlerini saklıyor.

Eleştiriler, bu minvalde tek taraflıdır ve suyun başına geçenlerin çıkarları uyarınca biçimleniyor. Fethullah, devletin partileşmesi sürecinde kadrolarının tasfiye oluşuna karşı direnç geliştirmiştir. Muhtemelen demokrasinin cemaatleşmesi karşısında Tayyip, altının oyulduğunu düşünmüştür. Direnen de altının oyulduğunu düşünen de aynı güçlerdir. Tartışma, yöntemseldir. Özetle AKP devletleşmiştir. Ama bu süreç, devletin de partileşmesine doğru evrilmiştir, demokrasi de cemaatleşmiştir.

Fethullah Gülen, cemaat ve camia[9] arasında ayrım yapıyor ve kendi hareketini “camia” olarak tarif ediyor. İlki, bitmiş tamamlanmış olana, ikincisi, bir iradeye, toplama iradesine işaret eder. Demek ki itiraz, “tek parti” ya da “diktatör” eleştirileri, devletin partileşip demokrasinin cemaatleşmesine izin verilmemesiyle ilgilidir.

Camia hareketi, Gezi’den, hatta Hakan Fidan krizinden beri ortaklık teklif ediyor. Bir tür Selçuklu sultanının yanı başında onu ikaz eden Nizamülmülk olma hevesindedir. Bu, “bu kadar böbürlenme padişahım, halkın içinde yaptıklarının bir karşılığının olmasını istiyorsan bana muhtaçsın” demektir. AKP ise yeni kuruluşta bu türden bir ortaklığa kapalıdır. Bu devletin “serseri” ya da “alt-emperyalist” olmasından değil, tam aksine, neoliberal hegemonyanın basit ve aktif bir aktörü olma gayretiyle ilgilidir.

Devletin serseri ya da alt-emperyalist olma imkânı, şansı yoktur. Yapılanlar, olanlar, piyasaların, paranın akış hattının, emperyal projelerin, bölgesel tasarımın dışında asla gerçekleşmez. Sol özneler açısından meseleyi soyut bir kapitalizm eleştirisine indirgeyenlerin devleti olandan büyük göstermeleri zaruridir. Böylelikle kitleler, devlete karşı mücadelenin nafileliğine ikna edilmiş olurlar.

AKP mülkün, metanın iktidarı, Fethullah paranın demokrasisi peşindedir. AKP devletin şirket gibi, Fethullah, şirketin devlet gibi yönetilmesidir. Demokrasi çığırtkanlığı yapmak, kitleleri o mülkün iktidarına bağlamak demektir. İktidar üzerinden siyaset yapmak, kitlelerin iradesini iğdiş etmektir. Bu çürümeyi kökünden söküp atacak, it dalaşına son verecek olan, mülksüz, parasız pulsuz kitlelerdir.

Tayyip Erdoğan Samsun mitinginde, “biz sistemdeki bozuk çarkları düzeltmek için geldik” diyor, böylelikle, bir yerlere mesaj veriyor. Halkın kadîm mesajı ve tokadı ise şudur: “Bozuk düzende sağlam çark olmaz.”

Siyonist-emperyalist şebekenin tetikçisi olarak Fethullah, milletin birliğine kastetmiştir. Millet, bu saldırıyı savuşturacaktır.

Siyonist-emperyalist şebekenin faili olarak AKP, hak-batıl ayrımına küfretmiş, halkın ikiliğine kastetmiştir. Halk, bu cerahati içinden söküp atacaktır.

Eren Balkır
21 Aralık 2013

Dipnotlar:
[1] “Fatih Tezcan: Asıl Hedef Erdoğan”, 1 Aralık 2013, Yeni Akit.

[2] “Tetikçileri de Vururlar”, Abdurrahman Dilipak, 19 Aralık 2013, Yeni Akit.

[3] “Şah Diyen Şah İsmail Olmasın!”, Kerim Balcı, 20 Aralık 2013, Zaman.

[4] “(…) bu sürecin bu denli ağır geçmesinin temel nedeni, yukarıda bahsedilen üç sosyalleşme mecrasını tamamlaması gereken bir dördüncü mecranın son otuz yıldır Türkiye’de baskı altına alınmış olmasıdır. Bu sosyalleşme mecrası, cemaat ya da cemiyet değil ‘camia’dır.” (“Camia Cemaate Karşı: Halk Meclisleri Neyi Hedeflemeli?”, Utku Balaban, 23 Haziran 2013, Bianet.)

[5] İsmail Nacar’dan aktaran: a.g.m., Abdurrahman Dilipak.

[6] “Türkiye’nin Dostları ve Düşmanları”, Hayrettin Karaman, 19 Aralık 2013, Star.

[7] “Bu, Çokuluslu Bir Operasyondur”, İbrahim Karagül, 20 Aralık 2013, Yeni Şafak.

[8] “Affedersiniz, Siz ABD Polisi misiniz?”, Ali Karahasanoğlu, 19 Aralık 2013, Yeni Akit.

[9] “Cemaat Değil, Camia”, Ekrem Dumanlı, 20 Şubat 2012, Zaman.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder