Durmadan eksik ve yanlış bulmak için uğraşıyoruz.
Bunu yaparak, tamın ve doğrunun bizde olduğunu satma şansını elde ediyoruz.
Genel anlamda teoriyle, ideolojiyle ve politikayla
ilişki biçimimiz bu. Oysa teorik, ideolojik ve politik mücadele, tam da bu
tamlıkta ve doğrulukta değersizleşiyor, anlamsızlaşıyor. Demek ki teoriyi,
ideolojiyi ve politikayı eksik ve yanlışa doğru
değil, eksik ve yanlıştan kurup
yıkarak, yıkıp kurarak ilerletmek şart. “Ben tamım ve ben doğruyum” demek,
hiçbir şey yapmamak…
Eksiklik oluşla, yanlışlık eylemle ilgili. Peki ama oluşun
eksik, eylemin yanlış olduğunu nereden öğreniyoruz, anlıyoruz?
Oluş konusunda mülkiyet, eylem konusunda rekabet konuşuyor
içimizde. Dolayısıyla, oluş'umuzun eksik, eylem'imizin yanlış olduğunu bunlar
öğretiyor olmalı. Marksist oluşun kendisini mülk edinmek ve rekabete sokmak,
ister istemez, hâlihazırda popüler olana boyun eğmeyi dayatıyor. Eylemli
görüneyim derken, oluş, basit bir kimliğe doğru kapanıyor. Dolayısıyla teoride,
ideolojide ve politikada her şey düzleniyor, sürekli eksik ve yanlış aranıyor,
daha doğrusu, her şey düzlendiğinden, tekil bir unsur bir ânda pürüz, sapma,
eksilme, leke olarak görünüyor. Öznenin kendisi ise Allah gibi, tam ve doğru
olarak kodlanıyor. Allah olan, kulluk yükünden kurtuluyor.
Olmak isteyen, eylemden kaçıyordur; sürekli eyleme
koşanın, olmak gibi bir derdi yoktur.
Oluş, ummanda, harmanda, aşkta, damarda,
dârda olmaktır, gerisi yalan. Olmak isteyen, özünde ummana, harmana, aşka,
damara, dara karşıdır, düşmandır.
Olmak isteyenin derdi sınırdır; eylemek
isteyeninse sınıf. Oluşa abanan, umman, harman vd. onu sınırlayacağından onları
sevmez. Eyleme yüklenense, sınıfsal varlığından kaçıyordur. Sahte bir cennet
peşindedir, barikat, tam da bu nedenle yapay cennettir.
Olan, oluşu kendisine kapatan, her türlü eylemi
bozucu, dağıtıcı bulur. Yapan, eylemi kendisine kapatan, her türlü oluşu
boğucu, sınırlayıcı kabul eder. Oluşta konuşan mülkiyet, eylemde konuşan rekabet
ideolojisidir.
Eylem, ummanda dalga, harmanda rüzgâr, aşkta
vuslat, damarda kan, dârda teslimiyettir. Yapmak isteyen, eylemini
mutlaklaştıran, özünde bunlara karşı ve düşmandır.
Mülk sahibi olan, rekabet etmek zorundadır;
rekabet içine giren, mülk edinmek istiyordur. Dolayısıyla ilki oluşu, ikincisi
eylemi göğe çıkartır. İlki eksiklik, ikincisi yanlışlık görür sürekli. Olmak
isteyen, eylemi bitirmek, eylemek isteyen, oluşu sona erdirmek zorundadır.
Kişilere ve sözlere takılmamak gerek. Yapısal,
maddî süreçler, dinamikler işliyor. Birileri sözcü oluyor, sözün taşıyıcısı
hâline geliyorlar. Ağızdan ve kalemden çıkanın önemi yok, ardına, dibine,
derûnuna yoğunlaşmak gerek. Ya mülkiyet ya da rekabet konuşuyor sol öznelerin
dilinde, başka bir şey değil.
Özne, eksiğe ve yanlışa sadece kendi tamlığı ve
doğruluğu üzerinden bakıyor. Bu noktada eksik ve yanlış, anlamını yitiriyor.
Oysa bu gayret, öznenin hep eksik ve hep yanlış olduğunu ifşa etmekten başka
bir şeye yaramıyor.
“Teori tam, pratik doğru, bize sadece kitle lâzım”
hesabını yapanlar, o kitlenin teorik, ideolojik ve politik eyleyişine teslim
oluyorlar bir süre sonra. Özünde tamlık ve oluş mülkiyete; doğruluk ve eylem
rekabete dair. Mülkiyet galebe çaldığında, oluşumuzu tamamlama; rekabet galebe
çaldığında, eylemimizi doğrultma derdine düşüyoruz.
Mülkü olan, rakip buluyor hemen. Rekabet içine
giren, her şeyi mülk edinmek istiyor. Eylem, oluşu bozup parçalayacağı için
etkisizleştiriliyor; oluş, eylemi durdurduğu için kimse bir şey olmuyor.
Herkes, bir “beden” olduğundan, Gezi ruhundan bahsediyor.
Rekabete kilitlenmiş özne, eksiklikleri katiyetle
görmüyor. Mülkiyete kilitlenmiş özne ise yanlışları asla anlamıyor. Tasfiye
işlemi de bu noktada gündeme geliyor. Her klik, içeriden ya da dışarıdan, bir
tasfiye girişimi özünde. Örgütler, kolektif oluşun ve hareketin birer kliği,
sadece birbirlerine siyaset yapıyorlar.
Olmak isteyen, kitleye; yapmak isteyen, kadroya
bakıyor. Kadrodaki kitle bağları kesiliyor; kitledeki kadro dinamikleri
köreliyor. Kadro, sürekli eksik; kitle, sürekli yanlış bulunuyor.
Demek ki solun eksik ve yanlış bulduğunu
örgütlemek ve ona örgütlenmek gerekiyor.
Tam, bütünlüklü bir oluşun en doğru eylemi
üreteceği düşüncesi, saçmalık. Doğru, kesin bir eyleyişin en doğru oluşu
üreteceği de aynı şekilde zırvalık. Bugün solun önemli bir bölümünün
akademisyen bireylerin tahakkümüne girmesinin nedeni burada: akademisyen, işi
gereği, hep eksik olanı arayıp bulmak zorunda. Hatta kimi zaman yanlış olanın
bile anlamı kalmıyor.
Solun bir diğer bölümü de “eski kuşaklar yanlış
yaptı, doğruyu biz bulduk” havasında. Eylemsiz bir oluş, oluşsuz bir eylem,
düşmanın tuzağı, tasfiye girişimi sadece.
Düşmana karşı mücadelede dost güçlerin içine sızan
düşmanla uğraşmamak olmaz. Aksi de geçerli: düşmanın içinde mücadele ederken,
dost güçlere de vurmak lâzım. Pirüpak, steril ve mutlak bir teorinin veya
pratiğin herkesi önünde diz çöktüreceği bir yanılsama, küçük burjuvalara özgü
bir yanılsama.
Eksikliğimizi ve yanlışlığımızı sürekli sorgulamak
gerek. Bu, “tam ve doğru bende” diyerek olmuyor. Eksiklik oluşumuzla, yanlışlık
yapışımızla alakalı. Oluşu kendinde bütünlediği, tamamladığı vakit, tüm
yapışları, tüm eylemleri önünde diz çöktüreceğini zannedenler, fena
yanılıyorlar. Aynı şekilde, yapışı ve eylemi kendinde doğrulttuğunda, kendi
doğrultusunu, güzergâhını yegâne doğru olarak sunduğunda, tüm oluşu karşısında
diz çöktüreceğini düşünenler de aynı yanılgı içerisinde.
Bize özünde, birbirine benzeyenlerin teşkil ettiği
masonik localar, arkadaş kulüpleri değil, oluşunu ve eylemini devrime ve
sosyalizme örgütlemiş bir örgütler kolektifi ve kolektif hareket lâzım.
“Tam benim, doğru benim” diyen, hareketin ve
örgütlü kitlelerin içinden sadece tam ve doğru olana biat eden bireyleri
çağıracaktır. Bu da tasfiyeden başka bir şey değildir. Zira tam veya doğru
olduğunu zanneden bireyler, ya oluşa ya da eyleme asla alan açmayacaklardır. Bu
bireylerin fiilî ağırlığında hareket duracak, kitleler örgütsüzleşeceklerdir.
Bugün var olan örgütlerin, örgütsüzlüğü ve
hareketsizliği kendi bünyelerine almalarından dolayı, açmazda olmaları
şaşırtıcı değildir.
Eksik ve yanlış, örgütlenme açısından zaruri, zira
eksik ve yanlış olduğunu düşünmeyen, örgütlenmeyi de gerekli görmez. Eksiğin
tam, yanlışın doğru olduğu yegâne koşul, bireyin ta kendisidir.
Demek ki, eksikliği mutlak gidermek, yanlış olanı
düzeltmek, ancak bireycilikte mümkündür. Bireycilik, zaten eksiklik ve yanlış
ile mücadeleyi (eksiği, yanlışıyla bir mücadeleyi) gözü kesmeyenlerin ideolojik
yönelimidir.
“Tek doğru ve tam olan benim, gerisi yalan”
diyenin çoğalması da mümkün değildir. O, her şeyi zaten kendisinde bitirmiştir.
Bitmiş, tamamlanmış olanın bugünde bir şey yapması imkânsızdır. O, oluşunun
herhangi bir “serseri” eylemle bozulmasına asla izin vermez. Ya da eyleminin
herhangi bir “ucu açık” oluşla tehlikeye girmesini istemez.
Bizim derdimiz, bir eksik ve yanlış gördük, orayı
tamama erdirelim, yanlışı düzeltelim, değil. Olarak eylem, eyleyerek oluş
içinde, eksiğimizi ve yanlışımızı namluya sürmek, mesele bu.
“Solun müslümanla ilişkisi eksikti”, demiyoruz.
Solun “Kürd’le, müslümanla ilişki kurmaması yanlıştı” da demiyoruz. Bunlar, en
fazla, solun Kürd ve müslümana karşı kendisini koruma biçimi olabilir. Biz, naçiz varlığımızı buna teksif edemeyiz. Bizim düşmanın kurduğu, oldurduğu solu
parçalamamız, dünyevî komünist hareketin doğulu eyleyişi ve oluşu olarak iştirakçiliğe alan açmamız şart.
Bu topraklarda İslamî olanın oluşu ve eyleyişi, bizde eksik. Kürd’ün ve mazlum halkların mücadelesi, bizden ırak. Mesele, lafta
müslümanla ve Kürd’le temas kurup zevahiri kurtarmak, süreci niceliğe kapatmak
olamaz. Hele, “AKP değil, siyasal İslam bitti, önce İnsan olmak lâzım vs.”
demek hiç olmaz. Teoride ve pratikte bunlara örgütlenmek, bunları örgütlemekten
ayrıştırılamaz. Burada örgütlenme, niteliksel mânâda peşinden sürüklenmek,
“yap” dediğini yapmak demek değil, onların tarihsel-toplumsal derdiyle hemhal
olmak, yüreğimizi ve aklımızı onların örsünde dövmek demek.
Sadece dövülenler iştirakçi, sadece onlar yoldaş!
Kendisini tam ve doğru kabul eden öznelerin buna
tenezzül etmeleri mümkün değil. En fazla, istismar ve zulüm caridir, bu
öznelerin pratiğinde. Özneliğinin tam ve doğru olduğunu düşünenin, kendisini
eksik ve yanlıştan kurması ve yıkması imkânsız.
Oluş, kimlikçilikle ilgili. Oysa oluşun ne’liğe
bakması şart. Örneğin İştirakî’nin
kim değil, ne olduğu önemli. Buradan ne yaptığı daha net anlaşılacak.
Kimlikçilerin işçi sınıfını kimliğe indirgeyip,
onu küçük görmesi, oradan da her kimliğe aynı, ayrımsız muameleyi göstermek
için “ezilen” sığınağına sığınması, kaçınılmaz. Burada olan olmuştur, sadece
yapanların, yapması muhtemel olanların güdülmesi, temel mesele hâline
gelmiştir.
Eşcinselle işçinin, müslümanla işçinin, Kürd’le
işçinin aynılaştırılması, eskinin işçici-kimlikçi zihniyetinin diğer kimliklere
dayatılmasından başka bir şey değildir.
İşçiden tiksinilmesinin nedeni, işçiliğin “ben
oldum” veya “her şeyi ben yaparım” demeye asla fırsat vermemesidir.
Örgütlerine ve geleneğine karşı kin ve düşmanlıkla
hareket edenlerin tasfiyecilik dışında başka bir şansı yoktur. “Tek, tam, doğru
teori, politika, marksizm, leninizm, komünizm ve parti bende” diyenin, tüm bu
unsurların kesişim kümesinin sadece kendisini vereceğini anlaması gerekir. Yani
bu kişi, aslında ne eksiğe ne de yanlışa odaklanmaktadır. Herkes ve her şey
eksik ve yanlıştır, kendisi tam ve doğru. Bu düzleyici yaklaşımda herkes ve her
şey eksik ve yanlış olunca, eksiklik ve yanlışlık her yere yayılmakta, eksiklik
ve yanlışlık ortadan kaybolmaktadır. Dolayısıyla eksikliği ve yanlışlığı
giderecek kolektif bir çaba da boşa düşmektedir. Aralar, araçlar, arada yapılması
gerekenler anlamsızlaşmaktadır. “Komünizme bugün geçtik geçtik, geçmiyorsak
komünizm de yalandır”, ona göre.
Örgütlerine ve geçmişlerine kin ve düşmanlıkla
yaklaşan birisi, “benim örgütüm Mao’yu marksist görmüyordu, ben hayatımı
Mao’nun marksist olduğunu ispatlamaya adadım” diyebilir. Bu, ona göre örgütün
temel eksikliğidir. Ama Mao’nun marksist olduğunu ispatlama gayreti, ister
istemez Mao’yu hâlihazırda popüler ve güncel olanla tanımlı kılmakla
sonuçlanacak, buradan da Mao’nun içi boşalacaktır. Bu pratik, marksizmin
bozucu, yıkıcı ayıracını devre dışı bırakmak ve kendinden menkul, sadece
kendisine Maocu bir maoculuk üretecektir. Cehenneme giden yol, iyi niyetli
taşlarla örülüdür. “Semanın altında kopmuş kıyamet, ne âlâ!” diyen Mao, cennette arazi
satan papaza dönüşecektir birden. O, lime lime edilecek, Mao’suz bir maoculuk
güncellenecektir. Esasında mesele, Mao’nun marksist olup olmaması da değildir,
burada geride kalan klik, dışlayan diğer kliğe kendisini ispatlama derdindedir
sadece. Söz konusu rekabet, dışlayan kliğin tasfiyesiyle sonuçlanacaktır. Olan,
bu hengâmede Mao’ya olacaktır. âlâ
Buradan ideolojik planda kimi İslamcılarda görülen
şu eğilim su yüzüne çıkar: “Hz. Âdem ilk insandır ve ilk müslümandır.” Bu
yaklaşım, Hz. Muhammed’in pratiğini boşa düşürmekten, anlamsızlaştırmaktan,
iğdiş etmekten, tarihten silmekten başka bir anlama gelmez.
Marksizmi devlet-ezilen ikiliği ve karşıtlığına
kapatmak da aynı sonucu verecektir. Marx’tan uzaklaşmak, doğal olarak gündeme
gelecektir. Lenin, Marx’ın karşısına konulacaktır. O, eksik ve yanlış olana
dönük teorik ve pratik mücadelesinden ayrıştırılacaktır.
Hz. Muhammed, İbrahimî gelenek içerisinde devrim
yapmışsa, Lenin de marksist ve genel olarak komünist gelenek içerisinde bir
devrime tekabül eder. Lenin’cilik, bu devrimi silmektir. Kendi doğrusuna
kilitlenip, liberal sulara yelken açanların, böylelikle uçsuz bucaksız hareket
alanı edindiklerini zannedenlerin Lenin’de tasfiye etmek istedikleri, devrim
olmaktır.
Salt hareket alanını sınırlıyor diye devletle
dövüşenler, demokrasiyi devrimin yerine ikame etmektedirler. Bizim için önemli
olan, devrimci ya da sosyalist demokrasi değil, devrimin “demokrasi”sidir. O da
elbette birilerine göre eksik ve yanlıştır. Eksik ve yanlışa odaklanmak yerine,
o birilerini ezmek gerekir.
Marksizmin ve leninizmin tam ve doğru olarak
sunulması, özneye (özne burada bireyden başka bir şeye denk düşmez)
kapatılması, onları öldürmenin, tasfiye etmenin başka bir biçimidir. Bu
yaklaşım, hatasız olma derdiyle hiçbir şey yapmayacaktır, çünkü sadece hiçbir
şey yapmayan hatasızdır.
Devlet ve demokrasi
bahsinde de aynı işlem yapılmaktadır. Devlet yanlış, demokrasi eksiktir. Bu
sebeple, sadece “doğru devlet” veya “tam demokrasi” çığırtkanlığı
yapılabilmektedir. Bu çığırtkanlık, eksik ve yanlıştan uç verecek devrimin
çığlığını bastırmaktadır.
Eren Balkır
1 Şubat 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder