Dinin
halkın afyonu olduğuna ilişkin o iğneli söz herkesçe bilinmesine karşın, çok az
kişi bu sözün öncesindeki satırlara aşinadır. Marx burada şu tespiti yapar:
“Dinî ıstırap aynı zamanda
gerçek ıstırabın bir ifadesidir ve gerçek ıstıraba karşı bir protestodur. Din
mazlum mahlûkun iç çekişi, kalpsiz dünyanın kalbi ve ruhsuz koşulların
ruhudur.”
Marx’a
göre afyona yapılan bu atıf, kendi döneminde, bir batakhanede hayal âleminde
yaşayan, Poe türünden, kayıp ruhlardan daha fazlasına işaret eder. Esasında
dinle afyon arasındaki bu analojiye, diğer başka filozoflar yanında, Kant ve
Nietzsche de başvurmuştur. Din, bir yandan afyon ve kalpsiz dünyanın kalbi
olarak nitelenmiş, böylesi bir kalp nihayetinde aldatıcı bulunmuş, bir yandan
da nesneleşme ve metalaşmanın profan hegemonyasından kurtulmayı isteme ile
belirli bir ihtilaf ve ayrım koyma alanı oluşturmayı ifade etmiştir. Ayrım
koymaya, “çıkış kapısı”na dönük bu hareket, direniş ve dayanışmaya dair başka
bir hareketin uç verme ihtimaline, dünyanın hâkim verili durumu içinde itiraz
ve aynı zamanda tasdik etmeye dair bir hamleye denk düşmektedir.
Marx’ın
dine yönelik aslî eleştirisi, dinin ruh ve kalbin bir panoptikonu oluşu, ayrıca
ideolojik bir matriks dâhilinde dinin yürüttüğü faaliyetle ilgilidir. Bu tanım,
dini, dünyanın hakikatini çarpıtmakla kalmayan, ayrıca bu “bağ”ın (dinin)
üyelerine ait ahlâkî yükümlülükleri ortadan kaldıran bir şey olarak gösterir.
Din, insanların kalplerine bir düzensizlik aşılayarak, onları profan ve kutsal
“çıkarlar”ına karşıt bir davranışa mecbur eder. Klasik Niçeci eleştirinin
ardından din nihilizmi beslemiş, ötedünyanın ödül ve huzuruna ait Janus suratlı
değerlendirmeyi meşrulaştırmaya dönük, budünyaya has bir hastalığı
koşullamıştır. Sonuçta din, bu noktada sopayı gizleyen havuç gibidir. Dine dair
bu resim herkesin bildiği bir şeydir. Ama şu sorunun da sorulması gerekir:
Marx, kurtuluşu savundukları için birçok vakada katledilmiş ve hâlâ katledilen
“materyalist” Hristiyanlara, yerli dinlerine hatta yeni-paganlara karşı nasıl
bir cevap üretirdi?
Marx’ın
bu aşamada o bilim insanı pozuna geri çekilmesi ya da bunu istemesi mümkün
değildir. Marx, tam da kurtuluş teologları gibi, pratikle meşgul olan bir
isimdi. Dahası Marx, insan özgürlüğü ile direniş ve tasdiklenmeye dönük
varoluşsal kapasiteye dair incelikli bir perspektife sahipti. Bu perspektif,
determinist veya yapısalcı klişelerin genelde pek izin vermeyecekleri türden
bir perspektiftir. Bu perspektiflerin Marx’ın ilk yazılarında daha açık biçimde
ifade edildiğini görüyoruz. Ancak söz konusu yaklaşımların müteakip tüm çalışma
boyunca zuhur ettiğini söyleyebiliriz. Marx’ın saf anlamda bir bilim insanı
addedilmesi imkânsızdır. Belki de “bilim” onun toplam eserini teşkil eden
örgüde kullanılan iplerden biridir ama gezegenlerin etrafında döndükleri bir
güneş asla değildir. Böylesi bir görüş Marx’ı “tek boyutlu bir insan”a
dönüştürme riskini taşır. Bu yaklaşım üzerinden, Marx belki de kendi ideolojik
matriksinin orta yerinde, kutsalın özgür tasdikinin bir biçimde patlamasına
imkân verebilir. Marx ile kurtuluş teolojisi arasındaki yakınlık, o
dinî-politik indirgeme gayretlerine ait “büyük anlatılar” bolluğunun ötesinde,
“adalet” ile ilgili bir bağlılığa ve yükümlülüğe dairdir. Kurtuluş teolojisi de
Marx gibi bu türden anlatılara, yaşanan hegemonyanın destansı ifadelerine ve
geleneksel öğelerine karşı belirgin bir direnç gösterir.
Esasında
her ne kadar hâkim dinî çıkarlar genelde “hâkim sınıf”la müttefik olmuşsa da
Marx’tan önce, onun yaşadığı dönemde ve bugün “dinî ıstırap” zulüm koşullarına
yönelik direnişe imkânlar sunabilmiş ya da kutsala belirgin bir yakınlık
dâhilinde bu direnişe duhul etmiştir. Bu noktada, Alman köylülerinin isyanı,
köleliğin kaldırılmasına karşı yürütülen politik faaliyet, sömürgeci ve ırkçı
zulme karşı şiddet dışı Gandici sivil itaatsizlik hareketi, Nelson Mandela,
kurtuluş teolojisi ve sivil haklar hareketi ile son dönemde, özellikle görece
daha militan ifadeleri dâhilinde, İslam başlığı altında yaşanan politik
başkaldırılar gibi muhtelif tarihsel isyanlar akla gelebilir. Bu olayların her
birinde öncelik, tıpkı Zerdüştlük, Yahudilerin Eski Ahit’i, milattan önce
altıncı yüzyılda yaşamış Buda, İsa ile ilk dönem Hristiyanlık ve Kur’an’da dile
geldiği biçimiyle, fakirlere verilmiştir. Söz konusu olaylarda kutsal direnişin
örneklerine tanık olunmuştur. Bu türden olaylar, dinin yönetici sınıflarla
ittifaklar kurduğu, onların çıkarlarını sahiplendiği tarih içinde birer
istisnayı teşkil etmişlerdir. “Marx”ın böylesi bir kavgayı pek tatmin edici
bulmama ihtimali olsa da şurası açık ki, (dinî) ıstırap salt iktidar ve
servetin çıkarlarına hizmet eden bir şey değildir.
Kurtuluş
teolojisi, kapitalist sömürünün operasyonel matriksine ilişkin Marx’ın
analizinin açık biçimde tasdik edilmesi noktasında en çok öne çıkan harekettir.
Tersten Gandi, emek ve sermaye arasındaki karşıtlığa dair Marksist yorumu asla
kabul etmemiştir. Onun görüşü daha çok uzlaşmaya dayalı teolojik-korporatist
bir stratejiye dayalıdır. Kutsal Savaşçı isimli makalesinde tarif ettiği
üzere, tıpkı Nelson Mandela gibi o da, mazlumla zalimi ortak Hakikat arayışına
dâhil etmek niyetindedir. Kurtuluş teolojisi ise sömüren sınıfla onun
faillerinin ahlâken dönüşme ihtimali konusunda daha az çocuksu bir tavır içindedir.
Gutiérrez ve Miranda gibi, söz konusu hareketin önde gelen teorisyenlerinin de
dillendirdiği biçimiyle, öncelik açıktan fakire verilir; kavgada, fukaranın
sömürü ve zulmün teşkil ettiği labirentvari sistemden kurtarılmasından yana saf
tutulur. Bu, tam da Marx’ın çalışmasının açıktan tasdik edildiğini gösterir.
Ancak bu Hristiyan düşünürlerin her biri Marx ile ilgili olarak farklı bakış
açılarına sahiptir. Gutierrez Marx’ı bir bilim insanı olarak görürken, Miranda
onu peygamber mertebesinde kabul eder.
“Marx”ın
“ateist-materyalist” olduğuna dair o yaygın kanaat üzerinden bakıldığında, Protestan
ve Katolikleri içerecek biçimde bir Hristiyan hareketinin patlak vermesi
tasavvur dahi edilemeyecek bir husustur. Aynı durum, yeni-paganlar ve yerliler
için de geçerlidir. Oysa bu kesimlerin de Marx’ın kapitalist sömürü analizini
benimsemesi mümkündür. Ancak bu kabullenme meselesi tabii ki dinin mistifiye
edici idealizmine işaret eden “Marx”ın açık muhalefetini de sorgulamak zorunda
kalacaktır.
Burada
önemli olan, kurtuluş teolojisinin zulmün maddî koşullarıyla yüzleşmesi ve
bunları incelemeye dönük bir gayret içine girmesidir. Kurtuluş teolojisi bunu
İsa’nın tefecileri tapınaktan dışarı atması üzerinden yapmakla kalmaz, ayrıca
profan (dindışı) kapitalist hegemonyanın o yalana dayalı dünyasının orta
yerinde, kutsal eyleme dayanan bir tefekkür üzerinden, söz konusu pratiğin
içine girer. Sömürü koşullarının tanınması ve onlar üzerine gerçekleştirilen
tefekkür hareketi, “adalet”e ve “dünyada kurulacak cennet”e dönük arzunun
yönlendirdiği bir pratiğe sevk eder.
James Luchte
2009
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder