Tasfiye
Tarihsel planda Kemalizm, İslam meselesini çözmek için
Türkçüleri ve solcuları kullanıyor. Bunları sobanın üzerindeki kestaneleri
almak için gerekli maşa olarak devreye sokuyor. Türkçülük ve solculuk
kullanıldıktan sonra tasfiye ediliyor. Öncesinde Türkçülük, sahneye “Muhammed
Türk’tü” diye girip “İslam Arapların uydurduğu bir hikâye” diye çıkıyor.
Solcular, örneğin “Şeyh Bedreddin” şiiri ile giriyor tartışmaya ve sonrasında
batı aydınlanmasının klasiklerinin yeminli tercümanları olarak iniyorlar sahneden.
Kemalizm, her bir düşmanını birbirine kırdırarak ilerliyor, kendisini bu
şekilde kuruyor.
Kemalizmin cisimleşmiş hâli ve 28 Şubat’ın ürünü
olarak AKP, bu araçları liberalizmin dahliyle zenginleştiriyor. Sonuçta İslam
davası zararsız, tehlikesiz bir mecraya çekilmiş oluyor. AKP, tasfiye sonrası
artakalan solculuğu ve Türkçülüğü liberalizmde birleştiriyor.
Antikapitalist Müslümanlar (AKM) bu gerilimde varlık
alanı buluyor. Özünde Kemalist projenin modernist ve aydınlanmacı saldırısı ile
İslam’ın ilgili mecraya çekilmesine katkı üzerinden yaşama hakkı bulabiliyor.
Yani İslam, Allah’ın otoritesi, Kur’an’ın zamanı ve mekânı kuşatan hikmeti ve
Peygamber’in rehberliği meselesi ise, Kemalizm kendi otoritesi, hikmeti ve
rehberliği adına İslam’ı tasfiye ediyor. AKM, özünde bu tasfiyeye denk düşüyor.
Esbab-ı mucibesi bu oluyor. “İktidarla mücadele edip de ona benzemeyelim”
diyenler, tam da ona benziyorlar. Sömürülenleri ve ezilenleri iktidara,
dolayısıyla AKP’ye karşı mücadeleden alıkoyuyorlar.
İnsan Haber’e verdikleri röportajda AKM’ci arkadaşlar,
“Dini de, demokrasiyi de, sanatı da, hukuku da egemenler kullanırsa, bu zulüm
aracına döner, aynı unsurları, ezilenler, yoksullar kullanırsa, bunu hayata
geçirirlerse, buradan özgürlük, eşitlik, adalet çıkar.” diyorlar.[1] Eskiden
“ezilenlerin iktidarını kuracağız” diyen bu arkadaşlar, bugün artık “özgürlük,
eşitlik ve adalet”in iktidar ve otorite dışı olduğunu iddia ediyorlar ve
ezilenlerin/yoksulların elinde iktidarın ve otoritenin başka bir hâl alacağını
nedense söyleyemiyorlar. Gezi’de birkaç gün süren “komün” pratiğinin halesine
kendilerini fazla kaptırmış görünüyorlar ve her yeri park zannediyorlar.
Gezi
Sol öznelerin hemen hemen hepsi, Gezi ve toplamda
Haziran Direnişi’nin birleştirdiklerini dağıtmak ve kendi dükkânına istediği
kadar insanı kapatmak üzerine kurulu bir siyaset yürütüyor. Herkes bir “Gezi
ruhu”ndan söz ediyor ve bu ruh, illâki öznenin mevcut ruhuyla birlikte
tanımlanıyor. Yani Gezi ruhunu herkes, mülk edinmeye ve başkalarıyla bu sayede
rekabet edebilmeye çalışıyor.
Ama bu noktada Gezi ile Haziran Direnişi’ni teorik
planda ayrıştırmak gerekiyor. Çünkü sol özneler, devletin iki ay süren
operasyonu dâhilinde yaptığı bu ayrıştırmayı teorik planda yapıyorlar.
“Doğrudan demokrasi”, “komün” gibi laflar, tam da Haziran Direnişi’nin kirini
pasını, otoriterliğini ve melun karakterini Gezi’den ayrı tutmak için
dillendiriliyor.
Oysa komün, İstiklâl’in ara sokaklarından birinde
kitleye polisin saldırısı sonrası, insanlar sokağın ortasındaki çukura düşmesin
diye çukurun etrafında kenetlenip duranlarda zaten cisimleşiyor, kendi bireysel
hikâyelerini sürece dayatanların kaprislerinde değil.
Gezi Parkı ile ilgili benzer yanılsama AKM’ci
arkadaşlarda da var. Onlar da bu ruhun “anti-otoriter” olduğunu söylüyorlar. Bu
genel söylem, özelde tam da bugün mevcut otoriteye karşı mücadeleyi boşa
düşürmek için dillendiriliyor. Oysa tersten, Gezi ruhunun gayet otoriter olduğu
da iddia edilebilir. Gezi’de aradığını bulmak ve kendisini oradan kurmak, tam
da Haziran Direnişi’ne yönelik devlet şiddetinden kaçmakla tanımlı. Artık taş
alıp atmak, doğrulmak, dik durmak, maskesiz-baretsiz dövüşmek, örgütlenmek bile
otoriter olarak damgalanıp çöpe atılıyor. Devlet kulaklara “hepinizi süpürürüm,
diklenmeyin” diye fısıldıyor, bu emri birileri kitle içinde açıktan bağırmayı
siyaset zannediyor.
AKM’ci arkadaşlar, tam da direniş sürecinde AKP’nin
söylemlerine benzer şeyler söylüyorlar. “Gezi Parkı içindeki gençler masum ama
onun dışındakiler terörist” yaygarası kopartan iktidar gibi AKM de hareketin
“sivil” olduğunu ve “sivil kalması” gerektiğini söylüyor verdikleri röportajda.
(“Hepimiz o sivil hareketin içinde kaybolmalıydık. Ama olmadı.”[2]) ama öte
yandan da şehit düşen “beş kardeşimiz”den bahsediyorlar. Oysa beş kardeş
iktidarın suratına iniyor ve bu tokat hiç de sivil bir biçimde gerçekleşmiyor.
Sivil vurgusu, özünde, “tağuta karşı mücadele etmeyin” demek oluyor. AKM,
AKP’nin muktedir olduğu dönemde, her türlü iktidar mücadelesinin altını oymayı
görev olarak belliyor. Anarşizmin cenneti, kardeşlik edebiyatı bozulmasın diye
herkes mücadele alanından kaçırılıyor. Dolayısıyla AKM, kendi içine hasbelkader
girmiş ve Allah’ın otoritesine, Kur’an’ın hikmetine ve Peygamber’in
rehberliğine tabi olmuş unsurlarını birer birer tasfiye etmek zorunda kalıyor.
Sola kaybolmayı emrettiği gibi, kendi İslamcı köklerini de kurutmayı öngörüyor.
Cehennem
İslam’da herkesin öldükten sonra ilkin cehenneme
gireceği varsayılır. Bu, anarşizmin koşulsuz herkesin doğrudan cennete
gireceğine dair “iyi niyetli” yaklaşımına aykırıdır. Cehenneme giden yolun
taşıdır iyi niyet zira. Dolayısıyla İslam, mücadelenin ideolojisi olarak, maddî
ve diyalektik olana açık iken, anarşizm külliyen kapalıdır. O bireyi, Marx’ın
tabiriyle, sahte peygamberlere kul eder ve onları budünyacı cennet tasavvurları
ile kandırır. Zulme ve sömürüye karşı mazlumların ve sömürülenlerin ördükleri mevzileri
dağıtmakla yükümlüdür. Tüm mevzilerin bireyi ezdiğini ve sömürdüğünü söyler,
bir boş gösteren, bir tür sahte tanrı olarak bireye işaret eder ve mevzileri
anlamsızlaştırır. Başkası için olmayı ve dövüşmeyi boşa düşürür.
Allah-Kur’an-Peygamber, ümmet dolayımıyla, “biz”e ve “başka hayat”a işaret
ederken, anarşizm bunları düşman kabul eder. Anarşizm, tüm muhalifliği ve
reddiyeci görünümüne karşın, mazrufta sinik, teslimiyetçi ve idealisttir.
Doğduğu günden beri din düşmanı bir karaktere sahip
olan anarşizm, bugün ancak Allah’ı birey, bireyi put yaparak İslam’la ilişki
kurabiliyor. “La ilahe illallah” anarşist bir yerden tefsir ediliyor.
Dolayısıyla bir mevzi olarak Müslüman mahallenin dağıtılması operasyonuna katkı
sunuyor. Allah’ın otoritesi kabul edilirmiş gibi yapılıp, “zaten Allah da yok
ki” denilerek, bireye dolaylı olarak işaret edilmiş oluyor.
AKP şahsında iktidar, bugün kendisini anarşizm gibi uç
biçimleri dâhil, tüm bir liberalizm felsefesiyle koruma altına alıyor. Aslında
devletin zoru ve faşizmi liberalizme yol açmak için ifa ediliyor.
Tertil ile, sindire sindire idrak edilmesi gereken, bu
nedenle 23 yılda nazil olmuş olan Kur’an, bu liberalizmin elinde, içeriğinden
ve bağlamından soyutlanıyor. AKM’ci arkadaşlar, dolayısıyla Allah’ı kendilerine
bağlıyorlar, Kur’an’ı tarihselleştirip kendi dönemine hapsediyorlar ve bugünün
tüm rehber olma iradesini, hakiki olan Peygamber’den başka bir imge olarak,
kendi “Muhammed”lerine kilitleyip eziyorlar.
AKM’ci arkadaşlar, Gezi’nin yarattığı popülerlik
üzerinden, “biz artık olduk” diyorlar ve giderek anarşist sol bir özneye
dönüşüyorlar. Söz konusu kanaat üzerinden, “eşitlik, özgürlük, adalet… İşte biz
bunun hepsine Allah diyoruz” diyorlar. Allah’ı (kendilerinde) tanımlıyorlar.
Ama öte yandan Fransız Devrimi’nin öne çıkardığı bu kavramları sonrasında
tartışmaya açmış tüm birikimi bu Allah’çılığı ile çöpe atıyorlar. İlgili
kavramları ilahi kata taşımakla onları buranın kavgasından kaçırıyorlar.
Allah’la dövüşülemeyeceğinden, bu kavramları ilahi bir koruma altına almış
oluyorlar. Solcuyu buradan avlayacağını zannediyorlar. Solu buradan tasfiye
edeceklerini düşünüyorlar. Galebe çalmayı düşündükleri iki alan olarak sol
mahalle ve Müslüman mahalleyi kendinden menkul anarşist bir
Allah-Kur’an-Muhammed okumasına bağlamak istiyorlar. Muhafazakâr halkı bu
“Allah” söylemi ile kandırabileceklerini düşünüyorlar. Fransız Devrimi sonrası
anarşist felsefede kurgulanan eşitlik, özgürlük ve adalet söylemini kendilerini
korumak adına, tarih dışına atıyorlar. Bunu yaparak, söz konusu kavramların
arkasındaki maddî diyalektik sürecin Muhammedî hareket, Zenc İsyanı, Karmatîler
ve Bedreddin Kıyamı’nı kesmesine mani oluyorlar. Oraları asla görmüyorlar.
Özünde hareket, isyan, kıyam “otoriter”, “iktidarcı”, “bireyi ezen melânet”
olarak damgalanıp tarihin çöplüğüne atılıyor. Gezi pratiği, “Ama doğru olan
şuydu: Gezi'de de o anti-otoriter duruştu.” denilerek anti-otoriterliğe
kapatılıyor. Öte yandan İstanbul valisi de parkı her türlü eyleme kapatıyor.
İki tavır ortaklaşıyor.
Aynı şekilde söz konusu röportajda, benzer bir
tanımlama üzerinden, bir arkadaş, “Kuranda mülk Allah'a aittir der. Biz de
mülkün tüm azınlıklara ait olduğuna inanıyoruz”, bir başkası, “Mülk
Allah'ındır, Taksim Gezi Parkı bütün İstanbullularındır” diyor. Buna göre, biri
azınlıkları, diğeri İstanbulluları Allah yapıp, onları ikna edebileceğini
zannediyor. Özünde “herkes Müslüman nasılsa” kibriyle, kısa vadede kolayca,
uğraşsız ve tersiz, dövüşmeksizin, hemen kitleselleşebileceğini düşünüyor. Bir
yanılsamaya kul oluyor, Allah’a değil.
Kibir
AKM sola konuşuyor, kimi yerde hakaret ediyor, bazen
de onu küçük görüyor. Karşısındaki kişiyi küçülttüğü vakit kendisinin
büyüyeceği yanılsamasına kapılıyor. Bu tavır, ilk dönem AKP’nin tavrına
benziyor. Yanına liberalleri alan AKP sola saldırıyor ve orayı ezmeyi görev
biliyor. Örneğin AKM’ciler “Taksim’e muhafazakâr semtlerden gelmek
isteyenler, sol grupların meydanda bulunan pankartlarını görünce irite oldu.
Fikir öne çıkmalıydı, figürler değil. Nasıl ki İslam'da peygamberin neye
benzediği belli olmuyorsa, fikir ön plandaysa, sosyalistler de komünistler de
böyle yapmalıydı. Vazgeçsinler... Che, İbrahim Kaypakkaya, Mahir Çayan, hepsi
çok kıymetli insanlar, hepsi çok ciddi mücadeleler vermiş, kimsenin
ödeyemeyeceği bedelleri ödemiş insanlar ama artık bunların arkasına sığınıp
mücadele etmekten vazgeçsinler. Ortak bir mücadele dili oluşturup hareket
edelim, yoksa üstesinden gelemeyeceğiz.” diyor ama öte yandan aynı kişi, “Ben
36 yaşındayım, hep kendi hâlinde sakin sessiz olmayı tercih ettim. Fakat dile
getirdiğimiz söz öyle güçlü bir söz ki, o sözün arkasında durmak da bizi güçlü
kıldı. Biz o sözü aslında kalkan edindik biraz da kendimize.” tespitini
yapıyor. Oysa eleştirdiği solu da o pankartlar, cümleler ve isimler güçlü
kılıyor ve sol da onları birer kalkan olarak kullanıyor. Kendi cümlesini kalkan
olarak görüp aynı şeyi neden sola reva görmediği sorusunun cevabı yok.
Özünde AKM’ci arkadaşlar, “bu ülkede komünizm de
Türkçülük de yapılacaksa biz yaparız” diyen dönemin Kemalist valisi gibi
konuşuyor. Eksiği gediği, günahı sevabıyla bir birikime sahip sola
“vazgeçsinler” diye talimat ve akıl veriyor, “yola gelin” diyor, “bu işi de biz
yaparız” deyip tam da küçük burjuva solcular gibi, herkesi kendisine mecbur ve
tabi kılmaya çalışıyor. Bu yanılsamanın kendisini teori ve ideoloji zannediyor.
Kibirle, sola liberallerin eleştirisi sivriltilip saplanıyor, mızraklarının
ucuna gene Kur’an sayfaları asılıyor. “Öncülük yapmayın, halkın öncülüğü içinde
eriyin” emri veriliyor. Kendi siyasî geçmişleriyle ilgili olarak hiç tövbe
etmemiş olanlar, sermayeye ve devlete teslim olmuş eski geleneklerinin
akıbetini sola öğütlüyorlar.
AKM’ci arkadaşlar, bu aşamada, sol kütleyi avlamanın
bir yöntemi olarak tuhaf tevillere ve tefsirlere yöneliyorlar. Örneğin
“inanmamak da Allah’ın ayeti” diyorlar. Kur’an baştan sona inanmayanlara karşı
mücadeleye dair ifadelerle yüklü iken, birden onlar da herkes gibi Allah katına
çıkartılıyor. Bu söylem, dolayısıyla “devrimci peygamberlerin yolundayız”
lafını boşa düşürüyor. Zira peygamberler tam da inanmayanlara karşı mücadele
ediyorlar. Özünde Allah yeryüzünde bir puta, Kur’an basit bir slogan kâğıdına,
Peygamber de güzel hasletleri olan bir Hint gurusuna dönüştürülüyor. Geri
çekildikleri yer böyle olmayı emrediyor.
Ricat
Ricat, savaşta geri çekilmedir. Savaş taktiği
açısından anlamlı olan ricat, dövüşerek geri çekilmektir. Dövüşmenin olmadığı
bir geri çekilme, teslimiyettir. Haziran Direnişi’nin Gezi’ye boğulması, oranın
hülyalı âlemine kapatılması, iktidarın istediğidir. Cem-i cümleyi bu geri
çekilmeye katılmaya çağırmak, tehlikelidir.
Bugün Gezi’nin gazıyla Antikapitalist Müslümanlar,
“Yusuf Tavaslı, hurafeler, muhafazakârlık” düzlemine geri çekilmişlerdir.
Buradan, bir çıkışın, hurucun adı iken, ricatın sıfatı hâline gelmeye karar
vermişlerdir. Artık cümlelerini kendinden menkul, bölünmemiş, devrimci politik
müdahaleden kaçırılmış bir “muhafazakâr halk” öznesi ve buna uygun yüklemlerle
kurmaktadırlar. Söz konusu ricat, özünde, bu ülkede egemenlerin iktidarını
pekiştiren ve o iktidarın ürünü olan ilericilik-gericilik, laiklik-muhafazakârlık
ayrımlarına tabi olmak demektir. AKM, huruçla birlikte diyalektiğin içinde bir
madde olmayı reddetmiş ve ricat sonucu metafiziğin içinde, her şeyden münezzeh
bir ruh olmaya karar vermiştir. Bu, temelde Gezi etkisidir. Parktan çıkıp sokak
çatışmalarına girememenin sonucu budur. Girseler, maddî olarak geri dönmeleri
imkânsızlaşırdı. Geri döndükleri mahallenin onları kabul etmesi mümkün
değildir. Oradaki huruc imkânı, patlama potansiyeli, AKM şahsında,
ertelenmiştir. Anneannesinin dinine gerisin geri bağlanmak, anneanneye
ihanettir. Çünkü anneannenin ihtiyacı olan, maruz kaldığı sömürü ve zulme
yoldaş olacak evlâtlardır. Dövüşmeden, yırtmadan, uğraşmadan, dönüştürmeden,
itiraz etmeden girilen muhafazakâr mahalle, bu sığınmacı tutumu reddedecektir.
Zaten AKM, Gezi sonrası tecrit edilme, yalnızlaşma korkusuyla bu hamleyi yapma
kararı almıştır.
Söz konusu geri çekilme, eski yuvasına sığınma hâli,
tüm öznelerin Haziran Direnişi’nin şiddetinden korkması ile ilgilidir. Herkes
kendi yuvasına geri dönmüştür. Şiddet mevzi kazanmak içindir oysa, ilerleyen
mevziler, devletin mevzileridir.
Eski mahalleye geri dönmek, eski arkadaşlara tekrar
sarılmak hoştur ama politik değildir. Mahallenin dövüşme istidadı yoksa, bu
dönüşün ve sarılmanın kendisi fizik dışıdır. Sömürü ve zulmün fizikî
gerçekliğinden kaçıştır. Müslüman mahallenin sömürüye ve zulme karşı mücadele
alanına açılan kapısı olan AKM, kapanmıştır, zira mahalle süreçten ürkmüştür.
Metafizik
Sol mahalle ile Müslüman mahalle arasındaki duvarların
yıkılması için bu ayrımın redde tabi tutulması gerekir. Lehülmülk kapısından
girmek bu reddin imkânlarını taşır. Her iki mahallenin nizamın, egemen kurgunun
iki yüzü olduğunu görmek ve her iki tarafta İslamî bir davanın neferliğini
yapmak mümkün iken, AKM maalesef Nizamülmülk kapısından girmeyi tercih etmiş,
kurguya, nizama muhalif bir ses olarak dâhil olmuştur.
Gezi süreci, şiddetin de etkisiyle, metafizik manada,
varlığı kendinden menkul olmayı, durağanlığı, varlıkların ilişkisizliğini
yücelten bir eğilimi öne çıkartmıştır. Kadın, LGBT, solcu bireyler, örgütler
gibi kendinden menkul, kendine kapalı varlıklar havada uçuşmaktadır. Sol
örgütler gibi AKM de bundan mustariptir. O da varlığını kendine kapatmayı,
durmayı, başkalarıyla her türlü ilişkiyi zararlı kabul etmeyi seçmiştir.
Bugün itibarıyla AKM, artık bu aşamada doğal olarak
fiilî politik, ideolojik ve teorik düzeylerde, İhsan Eliaçık ile rabıtalarını,
muhabbetlerini kesmiştir. Bu bağın kopmasının bahanesi olarak, tam da Emek ve
Adalet, aynı şekilde Ayhan Bilgen gibi isimlerin eleştirilerinde de dile gelen,
hurafe meselesidir. Oysa bu, bahaneden ibarettir. Zarftır ve aslolarak mazrufa
bakılmalıdır. Asıl mesele, Müslüman mahallenin durağanlığının verili, mutlak
kabul edilmesi, onun iktidar ve sömürü/zulüm tarafından kurulan tarafları da
içerecek biçimde korunmasıdır.
Aslında burada tek İslamcı politik tavrı İhsan Hoca
sergilemektedir. Hoca, sömürü/zulmün tesis ettiği yapının çözülmesi için
hurafelere yönelmekte, bunu teorik, ideolojik ve politik planda devrimci bir
zemin kurgulayarak gerçekleştirmekte ve kitleleri meselenin özüne vakıf kılma
derdiyle hareket etmektedir. Söz konusu zemin, La ilahe illallah ve Lehülmülk
üzerine kuruludur. Bu noktada “Marx’sız Marksizm” ya da “Ali’siz Alevilik” gibi
“İhsan Eliaçık’sız İhsan Eliaçıkçılık” yapmanın bir kıymeti de yoktur.
AKM, Gezi süreciyle birlikte fazla görünür olmuştur.
Tam da bu gerçeğin altında kalmıştır. Maddî görünürlük ruhu sıkıştırmakta, ruh,
hareketin varolduğu, maddî diyalektik süreçten kaçmaya çalışmaktadır. Sonuçta
bu süreçten kaçan ruh, aynı süreçten kaçan başka kardeş ruhlar bulmaktadır.
Doğalında bugün Antikapitalist Müslümanlar, İslam ve Sol yazısında başka
bir biçimde ifade ettiğimiz üzere, “oh oh şu lânet Müslüman mahalle çözülüyor”
diye sevinen, o soyut ezilenin ya da işçinin nihayet prangalarından
kurtulacağını düşünen bir tür liberal sol ile AKP eliyle yetiştirilmiş, kentin
huzur ve refahına gark olmuş ama İslamcılık denilen “pislik”ten kurtulmayı tek
hedef gören, liberalleşmiş Müslüman’ın “kardeşleştiği” bir mekân hâline
gelmiştir.[3] Yani özetle, zulme ve sömürüye karşı hakiki bir mücadele
vermeyen, vermek istemeyen iki mahalle ortak bir zemin bulmuştur. İki mahalle
arasındaki duvar, ezilenlerin-sömürülenlerin üzerine yıkılmıştır.
İştirakî olarak dost, yoldaş kabul ettiğimiz
Antikapitalist Müslümanlar’la muhabbetimiz, gene bu gerilimde ve ayrım
üzerinden, elbette sürecektir. Bu noktada mevcut gerilim ve nesnel ayrım ise şu
tespitte dile gelmektedir: bu topraklarda sömürülenler-mazlumlar safında, İslam
davasını komünistçe, komünizm davasını Müslümanca yürütmek mümkündür. Mesele,
ortaklığın dava hâline gelmesi, davanınsa ortaklaşmasıdır.
Eren Balkır
25 Ağustos 2013
Dipnotlar:
[1] AKM Söyleşisi, 22 Ağustos 2013, İnsan Haber.
[2] AKM Söyleşisi.
[3] Eren Balkır, “İslam ve Sol”, 23 Ekim 2009, İştirakî.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder