Bir meselenin en dip noktasına vakıf olma meselesi,
idrak. Dereke de aynı kökten ve “merdivenin en alt basamağı” anlamına
sahip.
“Her şeyi ben başlatırım, ben bitiririm” deyip duran
küçük burjuva öznelerin başlangıcı, dibi, çıkışı anlamaları mümkün değil.
Onların elinde bu anlama ve eyleme pratiği de geçersiz. Zira onlar, başlangıcı
kendilerine kapatıyorlar ve onu sadece kendilerinin kavrayabileceğini iddia
ediyorlar. Böylelikle başkalarını –o da kerhen- kendilerine benzemeye mecbur
ediyorlar. Yani başlangıca ipotek ve hüküm konduğu vakit son da ele geçirilmiş
oluyor. Sona dair bir şey yapmak isteyen, başlangıcın sahibinden icazet almak
zorunda kalıyor. Aradaki pratik de giderek daraltılıyor. Ortada herkesin eşit
ve âdil bir pratik olarak omuz vermesi gerektiği iş, anlamsızlaşıyor.
Merdivenin en alt basamağı kendisi(nin) olduğundan, çıkışın kendisini ve diğer
basamakları anlamak da geçersizleşiyor.
Bu yaklaşımın soldaki tezahürü bizzat kendisidir. Sol,
liberal ya da muhafazakâr, bilcümle burjuva siyasetin adıdır. Burada mülkiyet
ve rekabetin öne çıkartılmasına ilişkin, basit bir çekişmeden başka bir şey
yoktur. İdrak yolları tıkalıdır, birlikte yürünecek yollar da. Teoride ve
pratikte her şey ya mülk edinmenin ya da rekabet etmenin yansımalarıdır. İşte
ortaklaşma ve işin ortaklaştırılması türünden proleter vurgular, çocuksu,
romantik, boş ve değersiz kabul edilip kenara itilir. Ortalığı artık “yoldaş”
sözcüğünü arkaik bulup eleştiren solcular kaplamıştır.
“Komünistlerin birliği benim, o benim işte” diyenle,
“devrimci özne inşa ediyorum, işte o da benim” cümlelerinin sahipleri, aynı
bağın bağbanıdır. İlki, bir zamanlar hasbelkader içinde yer aldığı kitlesel
başkaldırıya, 15-16 Haziran İşçi Ayaklanması’na ipotek koyar, mülk edinir,
diğeri ise özünde hâlâ “kitlesini arayan ama bulamayan parti”dir. 15-16 Haziran
Direnişi o öznede ölmüştür oysa, “partisini arayan kitle” ise ikinci öznenin
altındaki toprağı kaydırmıştır. Her ikisi de kendi gölgesine tutunmaktan başka
bir şey yapmamaktadır.
İlk örnek, Sırrı Öztürk’tür. İmalı salvolarla bize de
tariz oklarını fırlatan Sırrı Hoca, sadece kendisini proleter, başkalarını
küçük burjuva kaleminden sayan, eleştiri çıkını öz itibarıyla epey sığ ama
şekil olarak zengin bir solcudur. Sırrı Hoca, biraz da 15-16 Haziran direnişini
boşa düşürecek kaygısıyla son Haziran Direnişi’ne saldırmaktadır. Uzun zaman
yazılarına olmayan bir “15-16 Haziran Kadroları” imzası atan Hoca, bugün
komünist hareketimizin zaaflarına ait ve dair bir delil gibidir. Kişisel pratiğine
saygı ve reverans ile birlikte söylenmelidir ki o, ilk Haziran direnişinin
geriye çekilme momentine aittir maalesef. İlkinin geriye çekilme momenti bir
yayınevi pratiğinde karşılığını bulmuşsa, ikinci Haziran direnişinin geriye
çekilme momenti de kendisini yaşam alancılık ve internet ağında ele
vermektedir.
Evet, ikinci örnek Fraksiyonistlerdir. İnternet
âleminden devrimci özne inşa eden bu çevre Alman RAF’ına şeklî, edebî bir
gönderme dâhilinde, bugün kendi “inşa” pratiğini her şeyin başı ve sonu olarak
tayin etmiş gibi görünmektedir. Bu kadar öznelliğin ahlâkî ve hukukî zaafa
düşmesi elbette ki kaçınılmazdır. Zira o, kendisinin ahlâkı ve hukuku dışında
bir ahlâk ve hukuk asla tanımamaktadır. Tam da bu nedenle devrimci pratiğe
dönük eleştirilerimiz üzerinden, arkasına saklandığı devrimci örgütü ve diğer devrimcileri
bize karşı kışkırtma gayreti içine girişmiştir. Sorun da polemik de buradadır:
kendisine yönelik eleştiriyi “bakın ey devrimciler, sizin şanlı tarihinize
küfrediyorlar” diye karşılamak ciddi bir öznel zaaftır. Oysa asıl küfür, “ben
devrimci özne inşa ediyorum” demektedir. Çünkü bu söz, “bugün ülkede devrimci
özne yoktur”dan başka bir anlama gelmez. O arkasına sığındıkları devrimci örgüt
ve örgütlere küfreden, onları örtbas eden, aslolarak bu sözün ve eylemin
kendisidir. Tıpkı herkese hakaret edip kendisine laf söylendiğinde “ben Türkiye
Cumhuriyeti’nin başbakanıyım, bana laf söyleyemezsiniz” diyen Tayyip Erdoğan
gibi, başkalarını, eleştirinin kendisini çapulcu ya da marjinal ilân etmek,
çıkışsızdır.
Bu öznel kapatma işlemi Soruncularda da mevcuttur.
Onlar da “Devrimci hareketin en ileri unsurlarını “Devrimci Oturum” yapmaya
zorlamak ve sonuçlarına katlanmaya ikna etmek gerekiyor.” demektedir. Oturumun
başına “devrimci” sıfatını koyduğumuzda o işin devrimci olacağının bir
garantisi yoktur. Oturma eylemi, Soruncuların postunun önünde gerçekleşmek
zorundadır, başka bir yerde değil. Oturumu da aslen “devrimci” kılacak olan da
budur zaten. Eylemsiz, maddesiz ve diyalektiksiz bir tasavvur söz konusudur burada.
Direnişin eylemi, maddesi ve diyalektiği bu oturum salonunun eşiğinden bile
geçemeyecektir.
Sırrı Hoca imalı ifadelerle tıpkı Fraksiyonistler
gibi, bizim Redhack, Çarşı ve Antikapitalist Müslümanlara ilişkin tespitimizi
eleştirmekte ama öte yandan da “Muhalif Hasan” kimliği ile her olay ve olguyu
acımasızca eleştirenler ise devrimci halk hareketlerini ya anlamamıştır ya da
bilerek/bilmeyerek (fark etmiyor) devrimci harekete zarar vermiştir.” deyip
bahsini ettiği “muhalif Hasan” konumuna düşmektedir. Bizim değil, direnişin öne
çıkardığı üç unsuru Sırrı Hoca ya devrimci halk hareketi içinde görmemektedir
ya da bunlara eklemlenmeyi zûl addetmektedir. Bizse basit anlamda şu
iddiadayız: bugün komünist parti yoktur ama bugün bu üç unsur dağınık da olsa
partinin bugünde yapması gereken işlerin önemli bir kısmını ifa etmektedir. Bu
tespit tabii ki Fraksiyonistler ve Soruncular gibi ultra öznecilerin tüylerini
diken diken etmektedir. Bu tespit, ne üç unsuru (ultra öznelcilerin herkesi
kendileri gibi zannetmeleri üzerinden) kendimize kapatma istemini ne de onların
verili hâllerine biat etmişliği ifade eder. Geri çekilme momentinde ileriye
çıkışın, hurucun imkânlarını direnişin diyalektiğinde ve maddesinde aramaktır
dert.
Bir yerde ne kadar çok komisyon, atölye varsa, orada
hiçbir iş yapılmak istenmiyor demektir. En fazla, birileri kendi kimlikleri,
benlikleri, çıkarları için ortada olan direnişi, eylemi, şehidleri, kazanımları
istismar ediyorlardır. Bu da “ben başlatırım, ben bitiririm”ciliğin bir
yansımasıdır. Bu pratiğin özneleri asla müdrik değildir. Yani sürecin en dibini
kavramak istememektedirler. Lenin’in ifadesiyle, dip akıntılarla değil,
yüzeydeki köpüklerle ilgilidirler.
Bugün örgütler, esasen bu direniş sürecinde birer alt
komisyon ve atölye derekesine düşmüşlerdir. Bu hariçten değil, içeriden,
meselenin şahdamarından yapılan bir eleştiridir. Söz konusu tespit, “örgütler
hep öyleydi” gibi bir anlamı içermez. Ama direnişin gücü örgütleri bu düzeye
düşürmüştür. Bu türden tespitler de hâlâ örgütlülük içre düşünmenin ürünüdür ve
direnişin geri çekilme momentine yönelik birer müdahaledir. Basit bir pankart
hazırlama ya da bildiri dağıtım işini onlarca atölyeye havale etmek, bireyleri
küstürmeyeyim diye birey üzerinden (geri çekilmeye ait) hareketi inşa etmek,
bir aydır sokak sokak direnen kolektif ruhu kapı dışarı edecektir. Yani
yüzlerce kişiyle bildiri dağıtımı yapmak varken, bu atölyeci, Hollanda
tedrisatından feyz alanların pratiği bu işi bir iki kişiye havale edecek ve
onlar da tatile çıktığından basit bir bildiri dağıtımı işi bile
yapılamayacaktır. Esasen buradaki hamle kastîdir, zira birileri geri çekilme
momentinde ileriye dönük hiçbir iş yaptırmamak derdindedir. En devrimci olan
bile bu süreçte likide olacak, bireysel hazlarının peşinde koşmayı siyaset
zannedecektir. Bu tür oluşumlarda söz konusu bireyciliğin baskın hâle gelmesi
kolektif mücadelenin öldüğüne ilişkin bir emaredir. Bu söylendiğinde “birey
tanrısı”na tapan yobazların saldırısına uğramak elbette ki kaçınılmazdır.
Yayınevi pratiği de internet ağına adam düşürmek de
benmerkezci bir pratiktir. Bu direniş, soyut ya da somut, halkın kendi
evlatlarını kapatıldıkları yerden kurtarma girişimidir de. Bu kadar
benmerkezcilik, ortak iş yapmayı bilmeyecektir. Kendisini devrimci örgüt
zannedip, direnişin doğrudan öznesi olan kitlelere ve devrimci örgütlere ait
duvarlara yazılamalar yapmayı matah bir şey zannedecektir. Bu direniş,
kendisinin sırtına basıp yükselmeyi, buralardan rant elde etmeyi, ellerini
ovuşturup dükkân büyütmeyi düşünenleri toza dumana beleyecek bir kuvvete
sahiptir. Direnişin içinde ve ondan alınan coşku ile yazılanları kişisel
haznelere kapatmak ve kişiselleştirmek, ne direnişe ne de mücadelenin
öznelerine katkı getirecektir. “Anlatılan, hepimizin hikâyesidir.”
Bu bapta, “Direniş süreci üç pratiği kendiliğinden öne
çıkarmıştır: Redhack, Çarşı ve Antikapitalist Müslümanlar. Bu, direnişin ilk
temel dersini özetler aslında. Halk teslim alınamayan, çözülemeyen, meşru bir
illegalite talep etmektedir. Redhack bunun imgesidir. Halk, “bize 100 gaz
maskesi verin, Taksim’i alalım” diyebilen ve asla diz çökmeyen bir vurucu güç
istemektedir. Çarşı’nın çağrıştırdığı budur. Halk, yüreği kendisinden yana atan
bir yürek, onun derdiyle yanan bir vicdanı çağırmaktadır. Antikapitalist
Müslümanlar tam da bu yüreğin ve vicdanın yansımasıdır. Bu üç pratiğe göre
kendisini yıkıp kurmayan bir solun ağzındaki yaşam edebiyatı düşmanın öldürme
pratiğine aittir.” (Fenafillah) cümlelerini idraksiz
karşılayanların yüzeyden topladıkları köpükleri dağıtmak zorunludur.
Zira bu cümlelere dönük alerjileriyle Fraksiyonistler
ve Soruncular, Redhack’i, Çarşı’yı ve Antikapitalist Müslümanları anlama
derdinde olmadıklarını ifşa ediyorlar. O kadar öznelciler ki kendi
öznelliklerinden başka öznellik tanımıyorlar. Bu kadar öznelcilikse, nesnelliğe
teslim olmaktan başka bir şeyi ifade etmiyor.
Yukarıdaki tespitte halkın kolektif direnişi
içerisinde öne çıkmış üç unsurun hatırlattıkları ve öğrettikleri hakikate
işaret ediliyor. Burada basit anlamda bir kitle kuyrukçuluğu ya da onlara körü
körüne bir teslimiyet yok. Üstelik belirli bir momentte bu da yapılabilir.
İleriye dönük olarak, geri çekilme momenti içinde, devrimci bir idrak gayreti
içine giriliyor ve halkın kurtuluş davasını göğüsleyebilecek niteliğe
sıçrayabilmek için muhayyel ve müstakbel komünist partinin muhtaç olduğu temel
bazı dayanaklara söz konusu üç unsur üzerinden işaret edilmiş oluyor. Halk
düşmanı olup, halkın pratiğinden hiçbir şey öğrenmemeye ahdetmiş olanların
anlamak istemediği de bu.
Bizim RSDİP’imiz, Marx gibi I. Enternasyonalimiz ya da
kominternimiz yok. Eksik olan bunlardır. Bunlar olmadan her özne ezbere ve puta
dönüşür. Ancak öte yandan da muhayyile olarak bunlar vardır. Yani devrimci özne
inşa ettiğini söylemek ve “bu ülkede devrimci özne yok” demek anlamsızdır.
Çünkü bu yaklaşım liberal burjuva bir yaklaşımdır ve özünde
sömürü-burjuvazi-rekabet zincirine bağlanır. Bu lafı eden kişi her şeyi
sömürecek, her şeye sahip olup yönetecek ve kendi özneliğini başkalarıyla
rekabet ettirecektir. Bu özne, ister istemez etrafında kendisiyle rekabet
ettiğini düşündüğü özneler görecektir. Böylesi bir öznelik dağıtıcıdır,
tasfiyecidir, zorunlu olarak.
Bizim komünist partimiz yoktur. Komünist parti
oluşacaktır. Onun oluşumu geleceğin devriminin önhabercisi olacaktır. Bu,
elbette ki “bugün komünist parti yok” demektir. Ama “bugün komünist parti yok”
demek, var olan örgütleri bugünde söz konusu komünist partinin işbölümü,
disiplin ve hiyerarşisi dâhilinde, tüm birikimleri ve pratikleriyle kabul
etmeyi öngörür. Bu ise sömürü-burjuvazi-rekabet ile zulüm-devlet-mülkiyet
zincirlerini sol ve genel siyaset içinde paramparça edecektir.
Bu ülkede sol özneler, devletin ve burjuvazinin
şiddeti sonucu en geriyi kabul eder hâle gelmiştir. Ekim Devrimi ve daha birçok
devrim silinmiş, herkes bir biçimde Fransız Devrimi’nin savunucusu olmuştur.
Öyle ki sol örgütler kızıl renginden utanmış, bayraklarını maviye
çevirmişlerdir. Alanlarda “özgürlük istiyoruz” sloganları atmışlardır.
Bugünkü Fransa’nın bayrağındaki kızıl işçi sınıfını,
mavi burjuvaziyi, beyaz da köylülüğü simgeler. Bugün sol, tam da bu bağlamda,
sınıflararası uzlaşma zeminine teslim olmuş durumdadır. Kimileri burjuvazinin
düşürdüğü bayrağı taşımayı devrimcilik zannetmektedir sadece. O nedenle sol
örgütler, bayraklarının rengini maviye çevirmişlerdir. Dolayısıyla herkes
“özgürlük mücadelesi” verir hâle gelmiştir. Geri çekilme momentinin somut
tezahürü mavileşmek ve mozaikleşmektir.
Oysa aslolan özgürlük mücadelesi değil, mücadelenin
özgürleştirilmesidir. Bugün yaşanan halk direnişi bu özgürleşmenin emareleriyle
yüklüdür. Tekrar aynı zincirlere teslim olmak, eski kısır tartışmaları,
bireyci, öznelci yaklaşımları canlandırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Bugün zorunlu olan, bireysel rekabet dürtülerimizden kurtulmak, mülk
edindiklerimizi kolektivize edip o kolektife ait olabilmektir.
Mesele, müstakbel ve muhayyel komünist partiyle
düşünüp ortaklaşa hareket edebilmektir. Direnişin ilk dersi budur.
Eren Balkır
15 Temmuz 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder