Pages

15 Temmuz 2013

İdrak


Bir meselenin en dip noktasına vakıf olma meselesi, idrak. Dereke de aynı kökten ve “merdivenin en alt basamağı” anlamına sahip.

“Her şeyi ben başlatırım, ben bitiririm” deyip duran küçük burjuva öznelerin başlangıcı, dibi, çıkışı anlamaları mümkün değil. Onların elinde bu anlama ve eyleme pratiği de geçersiz. Zira onlar, başlangıcı kendilerine kapatıyorlar ve onu sadece kendilerinin kavrayabileceğini iddia ediyorlar. Böylelikle başkalarını –o da kerhen- kendilerine benzemeye mecbur ediyorlar. Yani başlangıca ipotek ve hüküm konduğu vakit son da ele geçirilmiş oluyor. Sona dair bir şey yapmak isteyen, başlangıcın sahibinden icazet almak zorunda kalıyor. Aradaki pratik de giderek daraltılıyor. Ortada herkesin eşit ve âdil bir pratik olarak omuz vermesi gerektiği iş, anlamsızlaşıyor. Merdivenin en alt basamağı kendisi(nin) olduğundan, çıkışın kendisini ve diğer basamakları anlamak da geçersizleşiyor.

Bu yaklaşımın soldaki tezahürü bizzat kendisidir. Sol, liberal ya da muhafazakâr, bilcümle burjuva siyasetin adıdır. Burada mülkiyet ve rekabetin öne çıkartılmasına ilişkin, basit bir çekişmeden başka bir şey yoktur. İdrak yolları tıkalıdır, birlikte yürünecek yollar da. Teoride ve pratikte her şey ya mülk edinmenin ya da rekabet etmenin yansımalarıdır. İşte ortaklaşma ve işin ortaklaştırılması türünden proleter vurgular, çocuksu, romantik, boş ve değersiz kabul edilip kenara itilir. Ortalığı artık “yoldaş” sözcüğünü arkaik bulup eleştiren solcular kaplamıştır.

“Komünistlerin birliği benim, o benim işte” diyenle, “devrimci özne inşa ediyorum, işte o da benim” cümlelerinin sahipleri, aynı bağın bağbanıdır. İlki, bir zamanlar hasbelkader içinde yer aldığı kitlesel başkaldırıya, 15-16 Haziran İşçi Ayaklanması’na ipotek koyar, mülk edinir, diğeri ise özünde hâlâ “kitlesini arayan ama bulamayan parti”dir. 15-16 Haziran Direnişi o öznede ölmüştür oysa, “partisini arayan kitle” ise ikinci öznenin altındaki toprağı kaydırmıştır. Her ikisi de kendi gölgesine tutunmaktan başka bir şey yapmamaktadır.

İlk örnek, Sırrı Öztürk’tür. İmalı salvolarla bize de tariz oklarını fırlatan Sırrı Hoca, sadece kendisini proleter, başkalarını küçük burjuva kaleminden sayan, eleştiri çıkını öz itibarıyla epey sığ ama şekil olarak zengin bir solcudur. Sırrı Hoca, biraz da 15-16 Haziran direnişini boşa düşürecek kaygısıyla son Haziran Direnişi’ne saldırmaktadır. Uzun zaman yazılarına olmayan bir “15-16 Haziran Kadroları” imzası atan Hoca, bugün komünist hareketimizin zaaflarına ait ve dair bir delil gibidir. Kişisel pratiğine saygı ve reverans ile birlikte söylenmelidir ki o, ilk Haziran direnişinin geriye çekilme momentine aittir maalesef. İlkinin geriye çekilme momenti bir yayınevi pratiğinde karşılığını bulmuşsa, ikinci Haziran direnişinin geriye çekilme momenti de kendisini yaşam alancılık ve internet ağında ele vermektedir.

Evet, ikinci örnek Fraksiyonistlerdir. İnternet âleminden devrimci özne inşa eden bu çevre Alman RAF’ına şeklî, edebî bir gönderme dâhilinde, bugün kendi “inşa” pratiğini her şeyin başı ve sonu olarak tayin etmiş gibi görünmektedir. Bu kadar öznelliğin ahlâkî ve hukukî zaafa düşmesi elbette ki kaçınılmazdır. Zira o, kendisinin ahlâkı ve hukuku dışında bir ahlâk ve hukuk asla tanımamaktadır. Tam da bu nedenle devrimci pratiğe dönük eleştirilerimiz üzerinden, arkasına saklandığı devrimci örgütü ve diğer devrimcileri bize karşı kışkırtma gayreti içine girişmiştir. Sorun da polemik de buradadır: kendisine yönelik eleştiriyi “bakın ey devrimciler, sizin şanlı tarihinize küfrediyorlar” diye karşılamak ciddi bir öznel zaaftır. Oysa asıl küfür, “ben devrimci özne inşa ediyorum” demektedir. Çünkü bu söz, “bugün ülkede devrimci özne yoktur”dan başka bir anlama gelmez. O arkasına sığındıkları devrimci örgüt ve örgütlere küfreden, onları örtbas eden, aslolarak bu sözün ve eylemin kendisidir. Tıpkı herkese hakaret edip kendisine laf söylendiğinde “ben Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanıyım, bana laf söyleyemezsiniz” diyen Tayyip Erdoğan gibi, başkalarını, eleştirinin kendisini çapulcu ya da marjinal ilân etmek, çıkışsızdır.

Bu öznel kapatma işlemi Soruncularda da mevcuttur. Onlar da “Devrimci hareketin en ileri unsurlarını “Devrimci Oturum” yapmaya zorlamak ve sonuçlarına katlanmaya ikna etmek gerekiyor.” demektedir. Oturumun başına “devrimci” sıfatını koyduğumuzda o işin devrimci olacağının bir garantisi yoktur. Oturma eylemi, Soruncuların postunun önünde gerçekleşmek zorundadır, başka bir yerde değil. Oturumu da aslen “devrimci” kılacak olan da budur zaten. Eylemsiz, maddesiz ve diyalektiksiz bir tasavvur söz konusudur burada. Direnişin eylemi, maddesi ve diyalektiği bu oturum salonunun eşiğinden bile geçemeyecektir.

Sırrı Hoca imalı ifadelerle tıpkı Fraksiyonistler gibi, bizim Redhack, Çarşı ve Antikapitalist Müslümanlara ilişkin tespitimizi eleştirmekte ama öte yandan da “Muhalif Hasan” kimliği ile her olay ve olguyu acımasızca eleştirenler ise devrimci halk hareketlerini ya anlamamıştır ya da bilerek/bilmeyerek (fark etmiyor) devrimci harekete zarar vermiştir.” deyip bahsini ettiği “muhalif Hasan” konumuna düşmektedir. Bizim değil, direnişin öne çıkardığı üç unsuru Sırrı Hoca ya devrimci halk hareketi içinde görmemektedir ya da bunlara eklemlenmeyi zûl addetmektedir. Bizse basit anlamda şu iddiadayız: bugün komünist parti yoktur ama bugün bu üç unsur dağınık da olsa partinin bugünde yapması gereken işlerin önemli bir kısmını ifa etmektedir. Bu tespit tabii ki Fraksiyonistler ve Soruncular gibi ultra öznecilerin tüylerini diken diken etmektedir. Bu tespit, ne üç unsuru (ultra öznelcilerin herkesi kendileri gibi zannetmeleri üzerinden) kendimize kapatma istemini ne de onların verili hâllerine biat etmişliği ifade eder. Geri çekilme momentinde ileriye çıkışın, hurucun imkânlarını direnişin diyalektiğinde ve maddesinde aramaktır dert.

Bir yerde ne kadar çok komisyon, atölye varsa, orada hiçbir iş yapılmak istenmiyor demektir. En fazla, birileri kendi kimlikleri, benlikleri, çıkarları için ortada olan direnişi, eylemi, şehidleri, kazanımları istismar ediyorlardır. Bu da “ben başlatırım, ben bitiririm”ciliğin bir yansımasıdır. Bu pratiğin özneleri asla müdrik değildir. Yani sürecin en dibini kavramak istememektedirler. Lenin’in ifadesiyle, dip akıntılarla değil, yüzeydeki köpüklerle ilgilidirler.

Bugün örgütler, esasen bu direniş sürecinde birer alt komisyon ve atölye derekesine düşmüşlerdir. Bu hariçten değil, içeriden, meselenin şahdamarından yapılan bir eleştiridir. Söz konusu tespit, “örgütler hep öyleydi” gibi bir anlamı içermez. Ama direnişin gücü örgütleri bu düzeye düşürmüştür. Bu türden tespitler de hâlâ örgütlülük içre düşünmenin ürünüdür ve direnişin geri çekilme momentine yönelik birer müdahaledir. Basit bir pankart hazırlama ya da bildiri dağıtım işini onlarca atölyeye havale etmek, bireyleri küstürmeyeyim diye birey üzerinden (geri çekilmeye ait) hareketi inşa etmek, bir aydır sokak sokak direnen kolektif ruhu kapı dışarı edecektir. Yani yüzlerce kişiyle bildiri dağıtımı yapmak varken, bu atölyeci, Hollanda tedrisatından feyz alanların pratiği bu işi bir iki kişiye havale edecek ve onlar da tatile çıktığından basit bir bildiri dağıtımı işi bile yapılamayacaktır. Esasen buradaki hamle kastîdir, zira birileri geri çekilme momentinde ileriye dönük hiçbir iş yaptırmamak derdindedir. En devrimci olan bile bu süreçte likide olacak, bireysel hazlarının peşinde koşmayı siyaset zannedecektir. Bu tür oluşumlarda söz konusu bireyciliğin baskın hâle gelmesi kolektif mücadelenin öldüğüne ilişkin bir emaredir. Bu söylendiğinde “birey tanrısı”na tapan yobazların saldırısına uğramak elbette ki kaçınılmazdır.

Yayınevi pratiği de internet ağına adam düşürmek de benmerkezci bir pratiktir. Bu direniş, soyut ya da somut, halkın kendi evlatlarını kapatıldıkları yerden kurtarma girişimidir de. Bu kadar benmerkezcilik, ortak iş yapmayı bilmeyecektir. Kendisini devrimci örgüt zannedip, direnişin doğrudan öznesi olan kitlelere ve devrimci örgütlere ait duvarlara yazılamalar yapmayı matah bir şey zannedecektir. Bu direniş, kendisinin sırtına basıp yükselmeyi, buralardan rant elde etmeyi, ellerini ovuşturup dükkân büyütmeyi düşünenleri toza dumana beleyecek bir kuvvete sahiptir. Direnişin içinde ve ondan alınan coşku ile yazılanları kişisel haznelere kapatmak ve kişiselleştirmek, ne direnişe ne de mücadelenin öznelerine katkı getirecektir. “Anlatılan, hepimizin hikâyesidir.”

Bu bapta, “Direniş süreci üç pratiği kendiliğinden öne çıkarmıştır: Redhack, Çarşı ve Antikapitalist Müslümanlar. Bu, direnişin ilk temel dersini özetler aslında. Halk teslim alınamayan, çözülemeyen, meşru bir illegalite talep etmektedir. Redhack bunun imgesidir. Halk, “bize 100 gaz maskesi verin, Taksim’i alalım” diyebilen ve asla diz çökmeyen bir vurucu güç istemektedir. Çarşı’nın çağrıştırdığı budur. Halk, yüreği kendisinden yana atan bir yürek, onun derdiyle yanan bir vicdanı çağırmaktadır. Antikapitalist Müslümanlar tam da bu yüreğin ve vicdanın yansımasıdır. Bu üç pratiğe göre kendisini yıkıp kurmayan bir solun ağzındaki yaşam edebiyatı düşmanın öldürme pratiğine aittir.” (Fenafillah) cümlelerini idraksiz karşılayanların yüzeyden topladıkları köpükleri dağıtmak zorunludur.

Zira bu cümlelere dönük alerjileriyle Fraksiyonistler ve Soruncular, Redhack’i, Çarşı’yı ve Antikapitalist Müslümanları anlama derdinde olmadıklarını ifşa ediyorlar. O kadar öznelciler ki kendi öznelliklerinden başka öznellik tanımıyorlar. Bu kadar öznelcilikse, nesnelliğe teslim olmaktan başka bir şeyi ifade etmiyor.

Yukarıdaki tespitte halkın kolektif direnişi içerisinde öne çıkmış üç unsurun hatırlattıkları ve öğrettikleri hakikate işaret ediliyor. Burada basit anlamda bir kitle kuyrukçuluğu ya da onlara körü körüne bir teslimiyet yok. Üstelik belirli bir momentte bu da yapılabilir. İleriye dönük olarak, geri çekilme momenti içinde, devrimci bir idrak gayreti içine giriliyor ve halkın kurtuluş davasını göğüsleyebilecek niteliğe sıçrayabilmek için muhayyel ve müstakbel komünist partinin muhtaç olduğu temel bazı dayanaklara söz konusu üç unsur üzerinden işaret edilmiş oluyor. Halk düşmanı olup, halkın pratiğinden hiçbir şey öğrenmemeye ahdetmiş olanların anlamak istemediği de bu.

Bizim RSDİP’imiz, Marx gibi I. Enternasyonalimiz ya da kominternimiz yok. Eksik olan bunlardır. Bunlar olmadan her özne ezbere ve puta dönüşür. Ancak öte yandan da muhayyile olarak bunlar vardır. Yani devrimci özne inşa ettiğini söylemek ve “bu ülkede devrimci özne yok” demek anlamsızdır. Çünkü bu yaklaşım liberal burjuva bir yaklaşımdır ve özünde sömürü-burjuvazi-rekabet zincirine bağlanır. Bu lafı eden kişi her şeyi sömürecek, her şeye sahip olup yönetecek ve kendi özneliğini başkalarıyla rekabet ettirecektir. Bu özne, ister istemez etrafında kendisiyle rekabet ettiğini düşündüğü özneler görecektir. Böylesi bir öznelik dağıtıcıdır, tasfiyecidir, zorunlu olarak.

Bizim komünist partimiz yoktur. Komünist parti oluşacaktır. Onun oluşumu geleceğin devriminin önhabercisi olacaktır. Bu, elbette ki “bugün komünist parti yok” demektir. Ama “bugün komünist parti yok” demek, var olan örgütleri bugünde söz konusu komünist partinin işbölümü, disiplin ve hiyerarşisi dâhilinde, tüm birikimleri ve pratikleriyle kabul etmeyi öngörür. Bu ise sömürü-burjuvazi-rekabet ile zulüm-devlet-mülkiyet zincirlerini sol ve genel siyaset içinde paramparça edecektir.

Bu ülkede sol özneler, devletin ve burjuvazinin şiddeti sonucu en geriyi kabul eder hâle gelmiştir. Ekim Devrimi ve daha birçok devrim silinmiş, herkes bir biçimde Fransız Devrimi’nin savunucusu olmuştur. Öyle ki sol örgütler kızıl renginden utanmış, bayraklarını maviye çevirmişlerdir. Alanlarda “özgürlük istiyoruz” sloganları atmışlardır.

Bugünkü Fransa’nın bayrağındaki kızıl işçi sınıfını, mavi burjuvaziyi, beyaz da köylülüğü simgeler. Bugün sol, tam da bu bağlamda, sınıflararası uzlaşma zeminine teslim olmuş durumdadır. Kimileri burjuvazinin düşürdüğü bayrağı taşımayı devrimcilik zannetmektedir sadece. O nedenle sol örgütler, bayraklarının rengini maviye çevirmişlerdir. Dolayısıyla herkes “özgürlük mücadelesi” verir hâle gelmiştir. Geri çekilme momentinin somut tezahürü mavileşmek ve mozaikleşmektir.

Oysa aslolan özgürlük mücadelesi değil, mücadelenin özgürleştirilmesidir. Bugün yaşanan halk direnişi bu özgürleşmenin emareleriyle yüklüdür. Tekrar aynı zincirlere teslim olmak, eski kısır tartışmaları, bireyci, öznelci yaklaşımları canlandırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bugün zorunlu olan, bireysel rekabet dürtülerimizden kurtulmak, mülk edindiklerimizi kolektivize edip o kolektife ait olabilmektir.

Mesele, müstakbel ve muhayyel komünist partiyle düşünüp ortaklaşa hareket edebilmektir. Direnişin ilk dersi budur.

Eren Balkır
15 Temmuz 2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder