Mustafa Suphi ve 1920 konjonktürü ile ilgilenmek,
basit anlamda bir entelektüel tarih merakının neticesi değil. Olmamalı.
Bu momentte var edilen komünist hareketin temel
zeminini anlamak zorunlu. Neo-ittihatçılık olarak Kemalizmle ve neo-Kemalizm
olarak tayyibî rejimle mücadelenin ipuçlarını burada aramak gerek. Aydın,
bürokrat ve asker zemininden çıkıp işçi-köylü kitlesi ile hemhal olmanın işaret
fişeği orada.
Söz konusu konjonktüre bakıldığında, Kemalizmin nasıl
bir karşı-devrim ideolojisi olarak teşkil edildiği daha açık görülüyor. Ülkenin
inşası sürecinde ilkin sosyalistler, ardından Müslümanlar, sonrasında da
Kürdler tasfiye ediliyorlar. Komünist hareket, bu tasfiye sürecinde daha başta
başsız kalmanın cezasını çekiyor. Hareket, zamanla Kemalist kadroların Balkanlı
ve Avrupalı gerçeğine göre hizaya çekiliyor. Kaderi bu momentte çiziliyor.
Bakû, Çerkes Ethem, Karadeniz’in “kanlı karanlık sular”ı, Müslümanlarla kurulan
ilişkiler, Kürdistan gerçeği, ekalliyet ve “işçi-köylü safındayız” diyen
bildiriler unutuluyor.
Unutma hâli bugünü koşulluyor ve kendisine “sosyalist
ya da komünist” diyenler, son referandumda Kemalist safta hizalanarak, “hayır”
diyorlar. Müslüman’ın “evet”ine, Kürd’ün “boykot”una karşı Kemalist yuvasına
kaçıyorlar. AKP’ye karşıtlık, emredilen AKP karşıtlığı siyaseti, herkes gibi
onları da kör ediyor. Aslen neyle ve ne için mücadele edildiği, bir kez daha
unutuluyor. Bir kısmı Kürd’ü, bir kısmı da Müslüman solu AKP karşıtlığı
düzleminde önemsermiş gibi görünüyor. Ama buradaki hinlik, anında gün yüzüne
çıkıyor. Kürd’e ve Müslüman’a karşı tiksinti, bunların alamet-i farikası
oluyor. Çünkü bunlar, Kemalist elite göre, bizzat bu elitin dünyasına
örgütlenmiş solcular. Her şeyden arınmış, diyalektikten kopartılmış, maddeden
soyutlanmış, biricik bireyliklerini satmayı solculuk olarak pazarlamaya
mecburlar.
İktidarı alma hedefi, kendinden menkul bir değer ve
anlam taşımıyor. Ancak AKP karşıtlarında kızgınlık ve haset, tam da “göbeğini
kaşıyan” adamlardan ya da “takunyalı gericiler”den nefret eden Kemalistlerin
kibrine örgütleniyor. Batılı, modernist ve aydınlanmacı kafa, komünist hareketi
bir kez daha ele geçiriyor. İşgal harekâtının ve asimilasyon politikasının
neticesi olan bu fetih, söz konusu kafayı kırarak ilerleyen Suphilerin ve yanı
başında getirdiği Kızıl Alay’ın güzergâhını siliyor. Ama Kemalizmin örgütlediği
solcular, Suphileri “basit bir iktidar imkânı”, “devlete memur olma şansı” ya
da sıradan bir “cinayet vak’ası” düzeyinde ele alıyorlar. Suphiler, bunun
dışında bir değer taşımıyorlar.
İkbal, gündelik çıkarlar, huzur, güvende olma, kısa
vadeli amaçlar vs. için Kemalist siyasete örgütlenmek, bu ülkede devrim olmasın
diye uğraşan Kemalizmi besliyor, esasta görülmeyen bu. Kürdlerle ve
Müslümanlarla ilişkilenme, kendini örgüt zanneden güdük bir birlikteliğin zarar
görmemesi ya da tersten büyüyüp şişmesi üzerinden değerlendiriliyor. Oysa tam
da ölçü, hiza, göz-kulağın kilitlendiği nokta ve hedef, devrim olmalı.
Kemalizme örgütlenenler, “nasılsa devrim olmayacak” ya
da “olsa bile ben görmeyeceğim” diye düşünüyorlar ve efendilerinin huzurlu
kucaklarına sığınıyorlar. Birgül Ayman Güler’in dilindeki “Türk Ulusu”nun bir
gün sosyalist olacağı beklentisiyle, kitleleri avutmayı siyaset zannediyorlar.
Kemalizm, o biricik küçük burjuva bireyin imgesi, simgesi veya mecazı hâline
geliyor.
Entelektüel gıdasını Odatv’den, Yalçın Küçük’ten ya da
Silivri’den alanların anlamadıkları ve asla anlamayacakları hakikat işte bu.
Onlar, vazgeçmişliklerini ya da hiç olmamışlıklarını genele yayarak
meşrulaştırmak istiyorlar. Devrim’siz kafa, her şeyi düzlüyor ve politik bir
iki laf bilmesi üzerinden kendisini politik zannediyor, politika yaptığını
düşünüyor. Komünist içinse devrim’siz politika, politikasız devrimcilik,
anlamsız.
Kemalizmi “mazlum bir milletin örgütlü ideolojisi”
olarak satanlara kanmamak gerekiyor. Bu topraklarda millet ideolojik planda
örgütlenirken esas dert, Osmanlı ve Batı emperyalistlerinin ezdiği canların
üzerine bir saray inşa etmek. Faşizmin sırrındaki liberalizm de burada. Batıcı,
ilerlemeci, aydınlanmacı akıl, milleti birey nezdinde inşa ediyor. O bireye de
kutsal bir put olarak “Atatürk” adı veriliyor. Komünist hareketin putun
önündeki sunakta kimlerin kurban edildiğini görüp anlamadan yol alması mümkün
değil. Sarayda yaşama arzusu komünist hareketi içten çürütüyor. Tarih ise
sarayları yakmayan devrime “devrim” demiyor.
Dolayısıyla, AKP’ye kızıp CHP’nin koltuk altına
sığınanların, Suphilerin, Dersimlilerin, Ağrılıların, 12 Eylül’de toprağa düşen
yiğitlerin katilleriyle ortaklaştıkları gerçeğini anlamaları zorunlu. Gündelik
çıkarlar için işlenen bu günahın kefareti yok.
Mustafa Suphi’lerin yolunda, mazlum milletlerin,
işçilerin, köylülerin kurtuluşu için “inkilâbî cehennem ocakları” kurmak
yazılı. Kemalizmse inkilâptan, cehennemden, ocaktan kaçanların sığındığı yerin
adı. Onu unutup, sığ AKP eleştirilerine bel bağlamak, orta sınıf şehirli
korkakların işi.
“Bu vatan bizim” diyerek, üç kuruşluk mülküne sıkı
sıkıya sarılmayı yüceltmenin ve mülkiyetçi bir ideoloji üzerinden mülk
sahiplerinin duygularına oynamanın komünist siyasetle bir ilişkisi yok. Çek
senetleri ve para kasalarını “vatan” olarak görenlerin çıkarlarına işçileri,
köylüleri, mazlumları örgütlemek, karşı-devrimcilik. Komünistlerin bu vatanı
mutlak, ezeli-ebedi malı-mülkü olarak görenlerin siyasetine devşirecek tek bir
kadrosu olmamalı.
Onların, vatanın mevcut sahiplerine yaranarak, onlara
hoş görünerek atabilecekleri tek bir adım yok. Bu açıdan Kürd ile nasıl
savaşılacağına dair kontrgerilla talimnameleri hazırlayan, öğreti güncelleyen
Doktrin Merkezi’nde subaylara “sizin tek çıkış yolunuz var, o da sosyalizm”
diye akıl verenlerin bahsini ettikleri sosyalizm, savaşmayan, bölmeyen, mazlum
işçi-köylü ekseninde bütünlemeyen küçük burjuva bir gevezelikten ibaret. Bu
sosyalizm, Kürd’e ve Müslüman’a düşman.
Kimse, “aslında faşist olan İnönü idi, Kemal
devrimciydi” türünden entel salvolara kalkışmasın. Kemalizme karşı sınıfsal
kinini bileylemeyen, kendisini devrimci ya da komünist addetmesin.
Çünkü söz konusu sosyalizm, Ankara hükümeti ya da
Kemalist cumhuriyet ile süreç içerisinde Moskova hükümeti ya da Sovyetler
arasında kurulan ilişkilerin tanımladığı bir ideoloji. Bu ideolojinin gündelik
çıkarlar üzerinden şekillendiği açık. O nedenle, işçi-köylü-asker şuraları
olarak gerçek zeminde, toprakta kavga veren sovyetlerle bir devlet olarak
“Sovyetler”i ayırmak lâzım. İkincisini düşmana karşı savunmak ama birincisini
bugünde somutlayarak bu savunuyu yapmak zorunlu. Aksi takdirde, mücadele bir
yanıyla eksik olacak. Devletler katındaki müzakerelerin ve anlaşmaların
koşulladığı bir tür sosyalizm fikriyatına karşı, yerde, avamda, tüm kiri
pasıyla, kanıyla teriyle ilerleyen hatta varolmak şart. Evet biliyoruz; düşman,
işçi-köylü-asker şuralarının Anadolu ve İran’a uzanan koçbaşını kırdı. Böyle
diye Kemalizmin çoban olduğu sürüye kurt ya da kuzu olunamaz. Teorik ve pratik
düzeyde işçi-köylü-asker şuralarının hakiki mücadelesi, kendi komünist
militanlarını yetiştirmeli. Bu, geleceğin devriminin bugüne yönelik verdiği bir
emir.
Eren Balkır
6 Şubat 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder