“Yan yana durmak, ortaklaşmak demek
değildir.”
5 Ocak 2013 tarihli “Siyasal Karar Süreçleri ve
Toplumsal Muhalefet Dinamikleri” başlıklı panelde Beytullah Önce bu manada bir
söz ediyordu.
Paneli müteakip başlayan forum, Kur’an’da “ateist”
kelimesini bulup onun kellesinin alınmasını emrettiği düşünülen “Allah”a
küfretmekle başladı ve bu laik müdahale, salona epey bir süre hükmetti.
Ardından “devrimci” müdahale geldi, “devrim için biz öldük, ey İslamcılar siz
ne yaptınız?” diye hesap soruldu. Tüm tartışmalar esnasında “liberal” müdahale
boş durmadı ve o da yan yanalığa, kesrete övgü düzdü, kış ortasında hava
ılımanlaştı birden.
“İşçici” müdahaleyi de unutmamak gerek. “Emek-sermaye
çelişkisini tanıyor ve bizim safımızda oluyorsanız, sizinle iş yaparız” (TSİP) denilip
kürsüden inildi.
Yan yana ya da karşı karşıya bir muhatap olarak iki
İslamcı bulununca tüm ezberler cilâlandı, sivriltilmiş kılıçlar çekildi,
onlardan daha bilgili ve zeki olduklarına dair birileri, ukalalık ve kibir
üzre, telkinlerde bulundu. Dert, İslamcının derdiyle dertlenmek değil, kendi
bilgisinin onunkinden üstün olduğunu ispatlamaktı. Pratikte bu tür yan
yanalıklar, daha da uzaklaşmanın mazereti olarak iş görmekteydi. Bugündeki
ortaklıkların değil, en fazla, karşılıklı üstünlüklerin hatırlatılması ile, bir
tür pazarlığın peşinde koşulmuş olunuyordu. Oysa ne İslamcının burjuvazinin
teknesinde yoğrulmuş solculuk hamuruna ne de solcunun devletin teknesinde
yoğrulmuş İslamcılık hamuruna ihtiyacı vardı. Pazarlık, dolaylı olarak tekne
sahipleri ile ilişkiliydi.
Panel ve forumu müteakip yapılan akşam sohbetinde
“devrimci” müdahale, “biz sizin cemaz-ül evvelinizi biliriniz” manasında
Nureddin Şirin’e akıl vermeye devam etti. “Ezilenci” (Teori ve Politika
dergisi) müdahale ise ek olarak “ezilen” kategorisi içinde ehlileştirip
makulleştirdiği bir İslamcı hayali ile konuşup durdu, konuştuğu esasen gerçek
İslamcı değildi, olamazdı. Ondan nefret etmek ve tiksinmek dışında bir şey
yapılamadığı için ezilenciydi o zira. Bu kafa için İslamcı, sobanın üstündeki
kestaneleri toplamakta kullanılan maşadan başka bir şey değildi.
Bu dil, “politik ikbal” ile Muhammed İkbal arasındaki
köklü farkı bile bilmez, bilemezdi! Bu zihniyet (Türkiye Gerçeği), 1 Mayıs’ta
“armut piş ağzıma düş” taktiği ile Taksim ağzında Müslüman gençleri sotede
bekleyip kitlesini kalabalık, Müslüman gençleri kendi mülkü gibi göstermeyi
akıl edebilirdi ancak. İçlerine giren bir genç ise “beni kendilerine
benzetmekten başka bir şey yapmadılar” diyordu öte yandan. Bu, ol İslamcının
rahle-i tedrisi önüne diz çökmeyi zul kabul etmekle ilgiliydi. Söz konusu
entrizm, yani içeri sızıp adam koparma, “yana yana ilerleyelim” diyemez, “yan
yana duralım” deyip kısa günün kârını düşünebilirdi ancak.
Öte yandan, haftalar önce Mazlum-Der’de Ümit Aktaş ile
yapılan sohbette bir bayan arkadaşın ifadesiyle, “eğer Muhammed Mursi İslamcı
ise ben İslamcı değilim” demekteydi mesele. Ümit Aktaş, örtük olarak cemaati ve
Ak Parti’yi müdafaa ettiği konuşmasına cevaben sarf edilen bu söz, aslında
“Tayyip İslamcı ise ben İslamcı değilim” anlamına geliyordu. Bu sözü söyleyene
eski İslamcılık eleştirilerini sivriltip saplamanın gereği yoktu. Ya da bu İslamcıyı
yana alıp onu ısrarla dışsallaştırmak da anlamsızdı. Aslolan, onunla birlikte
İslamcılığın, yani risalet üzerinden iktidarla ilişki kuranların değil, abdiyetle
Peygamber’in kulluğuna öykünenlerin davalarına yoldaş olmak elzemdi.
Elçiliğe öykünenlerin sahiplik ve mülkiyet üzerinden
bugüne bakması kaçınılmazdı ancak abdiyet yani kulluk üzerinden bugüne
bakanların derdi aidiyet üzereydi.
Yani “laik”in, “devrimci”nin, “işçicinin” ve
“ezilencinin” kılıç salladığı veya gül uzattığı İslamcı ile onların kafasındaki
İslamcı, aynı kişi değildi. Bazı İslamcılar, bugün Ak Parti’yi ve iktidarı
eleştiriyor diye onlara kaba manada “ayar” vermenin, onları hizaya çekmenin,
“bizim alanımıza giriyorsunuz, haddinizi bilin” demenin kıymeti yoktu. Hele ki
böyle diye, yani “alan ihlali” var diye, kendi mülkü zannettiği alanın giriş
kapısına badigard gibi yerleşip parola sormak da değersizdi.
“Lehül mülk” kılıcı, Zülfikar misali, her iki
ideolojinin bekçilerine ve sahiplerine çalınmayı beklemekteydi.
Dolayısıyla, her ne kadar akşam toplantısında “o
eskiden liberaldi” diye küçümsense de İhsan Eliaçık’a atıfta bulunalım bu
noktada: burada mesele, gene mülk meselesidir. Alana hüküm koyan ve
kendi iradesini alanın tek, yegâne varoluş biçimi olarak satanlara karşı hassas
olmak gerekmektedir bu anlamda.
Yan yana durmak
yetersiz hatta tehlikelidir bu açıdan. Yana yana ilerlemek, sömürü ve
zulme karşı ortak mücadelenin ocağında birlikte yanmak ve ortak mevzilerimizin
neferi olmak şarttır. Bu yol, Komintern’in kuruluş kongresinde “doğu
müslümandır, orada devrim olmaz” diyen yoldaşlarına “hayır, doğuda devrim
ocakları kurulacaktır” diye cevap veren, İştirakiyyun Fırkası’nın önderi
Mustafa Suphi’nin de tarihsel planda anımsattığı, üzerindeki tozu kaldırdığı
yoldur. Daha fazla yola ve daha fazla devrimci kavşağa ihtiyacımız var.
Burjuva siyaset pazarında tezgâh kapmak ya da o
pazarın tüccarı olmak isteyenler, üç beş kişiyi yan yana görünce, “parti,
dergi, platform” gibi hesaplar yapabilir. Ama hakikat savaşçılığı, devrim
ocaklarında yanmak, bu hesapların hep görmezden geldiği aslî dinamiktir.
İradenin tarif edileceği yer de burasıdır. Devrim ocağı olamayan parti, dergi
ya da platform değersizdir ve anneyi rahimde zehirleyen ölü bebektir.
Birileri tezgâhlarını terk etmek, ticarî kariyerini
silmek istemeyebilir ve bu nedenle, gene o tezgâhlar ve ticarî kariyer
üzerinden birliktelik hesapları yapabilir. Bu hesapların her daim sömürü ve
zulme karşı mücadelenin mas edilmesi, sindirilmesi, ezilmesi ya da lime lime
edilmesi ile sonuçlanacağı açıktır. Bu, kişilerin iyi niyetinden bağımsız bir
sonuçtur.
Bir partide, dergide ya da platformda yan yana gelmek
kolay, halkın kılcal damarlarında akan bir damla kızıl kan olmak zordur.
İkincisi için birlikte yanmak şarttır. Birlikte yanmak, burjuvazinin ve
devletin üzerimize sinen kokusundan bizi kurtaracaktır. İşte o vakit, cam
sanayinde çalışan işçilerin öfkeli bildirisini okuyacak cami imamlarımız olur;
işte o vakit, halkımızın devrimi zulmün tüm kalelerine diker bayrağını. Bize
aritmetik değil, kavganın ortak kimyası, fiziği ve biyolojisi lâzımdır.
Mevlânâ’nın o çok popüler sözünün hep yanlış tercüme
kurbanı olduğu söylenir. Bu yanlış, kasıtlıdır ve Kemalist diktatörya ile
mutlaka ilişkisi vardır. “Ne olursan ol gel” diye başlayan sözün doğrusu “tövbe
et öyle gel”dir. “Tövbe”, pişmanlıkla, günahtan dönmeyle ilişkilidir.
Kendi alanlarımızı, geçmiş birikimlerimizi, gelecek
tasavvurlarımızı mülk edinmemiz, temel günahımızdır. Bu kadar mülkiyet,
rekabeti tetiklemekte, rekabet solcu ya da İslamcı öznelerin hem kendi
aralarında hem de kendi içlerinde mevcut olan parçalanmayı derinleştirmektedir.
Bu kafa, bu zihniyet üzerinden yan yana gelmiş bir sol ile İslam birbirine
ancak kötü yanlarını, günahlarını öğretebilir. Zira, temel günahımız, onca
sömürü ve onca zulüm varken hiçbir şey yapmayacak düzeyde kendi bencil
irademizin kölesi olmamızdır.
Bir eşiğe, Farsçadaki karşılığı ile bir dergâha gelip
dayandık. Şeyhimiz halktır, mazlum ve sömürülen o halk. Che Guevara’nın
sözüyle, “halk en iyi öğretmendir.”
Burjuva siyasetinden içeri girerken eşikte
bıraktıklarımızı yeniden kuşanmalıyız. Yeniden öfkemizin, umutlarımızın,
düşlerimizin kılıcını kınından çıkarmalıyız. Burjuva siyasete giriş bileti
hüviyetindeki parti, platform ya da dergi gibi lafızlardan uzak durmalıyız.
Daha doğrusu, bunları sömürülen-mazlum halkların ortak mücadelesine ait bir
mevzi olarak örebilmeliyiz. Bunlar neden değil, sonuçtur ve halkın ortak
mücadelesinin işbölümüne, disiplinine ve hiyerarşisine tabidir.
Eren Balkır
5 Ocak 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder