Pages

25 Ocak 2013

Mustafa Suphi ve Hikmet Kıvılcımlı

İşin başı ve sonu olma niyeti, işin ve işe ortaklaşmanın hakikatini asla görmez. Bu yaklaşım, süreç içinde en fazla esnaf-zanaatkâr zihniyetine doğru kapanmak zorunda kalır. İlgili yaklaşım üzerine kurulu bir siyasetin ve teorinin iş yapma ve ortaklaşma istidadı yoktur. O siyaset ve teori, devrim ve sosyalizm olmasın diye vardır.

“İlk teorik Marksist” ya da “ilk politik Marksist” türünden tespitlerin küçük burjuva bir nitelik arz ettiği açıktır. “İlk olmak” isteyenler, küçük burjuvalardır, zira sonu da tayin etmek istiyorlardır. Proletarya ise başını sonunu bilmediği bir iş sürecinin doğal parçası olduğunun bilincindedir. 

Küçük burjuva, siyasetinde ve teorisinde proletaryaya dönük nefretini ve tiksintisini konuşturur. Her daim kendi üstlerine bağlılık yemini eder.

Bu anlamıyla, Demir Küçükaydın öncülüğünde büyük bir yürek ve takdire şayan bir emek ile somutlanmış “Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu”ndaki genel havanın bu küçük burjuvalıkla malul olduğunu net bir biçimde dile getirmek şarttır.

Teorik, akademik ve/veya siyasî planda Kıvılcımlı’nın biricikleştirilmesi gayretleri, söz konusu küçük burjuvalığın tecessümünden ibarettirler. Kıvılcımlı’nın genel bağlamından kopartılması, kişilerin kendi hırslarını, arzularını ve niyetlerini Kıvılcımlı’ya konuşturmak istemeleri, onun TKP içi husumet politikası sonucu ülke ülke gezerken çektiği çilenin derinleşmesinden başka bir şeyi ifade etmez.

Sempozyumda “Kıvılcımlı” derken bir kez bile “TKP”den söz edilmemesi, ülkedeki komünist faaliyetin eksikleri, zaafları ve güçlü noktalarına değinilmemesi, Kıvılcımlı’nın Komintern-TKP bağlamında değerlendirilmemesi, ciddi bir marazdır. Kıvılcımlı şahsında yüceltilen, parlatılan, altı çizilen, övülen, esas olarak bugündeki bazı bireylerin enfüsü, şahsî mevcudiyetleridir. Kıvılcımlı’nın yaldızlanması, Kıvılcımlı ile ilgili malumatın ve malumatın sahibinin öne çıkartılması amacını gütmektedir. Kıvılcımlı, bu noktada bir tür nişandan, süsten veya ambalajdan ibarettir.

Kıvılcımlı denildiğinde akla gelen, TKP, Komintern, Lenin ve kısmen Sovyetler olmalıdır. Ama onun da parti içerisindeki mücadelede Türkiyeci kanatta kaldığı, hatta bu kanadın öncülüğünü yaptığı görülmelidir. Türkiyeci kanat, devrimle değil, devletin Sovyet devletiyle kurduğu ilişkinin eseridir. O eser, tartışılmamıştır. İsmail Bilen’le yaşanan sürtüşme, basit bir Moskova-Ankara kavgasıdır.

Osmanlı’da sol-sosyalist mücadele, temelde ekaliyyet üzerinden ilerler. Ermeni, Rum ve Yahudi halkın mücadeleleri ayrı veya birleşik alanda sürerler. Söz konusu mücadelenin İkinci Enternasyonalci yanı barizdir. Ancak bu niteliği Ekim Devrimi ile birlikte dönüşüme uğramıştır. 

Döneme dair değerlendirmelerde ana eğilim, Ekim Devrimi’nin ağırlığının yok sayılması yönündedir. Bu kasti eğilim, dönemin ittihatçıları ile ilgili değerlendirmelerde de hâkimdir. Sanki ittihatçılar, hiç dönüşmeden ve etkilenmeden, 1917 Kasım’ını aşmış gibilerdir.

Bilindiği üzere, 1918’de Moskova’da uç veren iştirakiyyun faaliyeti, 1920 Mayıs’ı ile birlikte ittihatçıların Sovyetler’le yaptığı anlaşmanın sonucu kurduğu Türk Komünist Partisi’ni tasfiye eder ve Mustafa Suphi, Kırım, Kazan, Taşkent gibi noktalarda, kendi tabiriyle “Garb kapitaline karşı inkilâbî cehennem ocakları” olarak kurduğu iştirakiyyun teşkilâtlarını birleştiren bir kongre tertipler. Kongreye Anadolu ve İstanbul’daki ekipler de katılır. Ancak 1921 Ocak’ındaki katliam sonucu parti, temel olarak söz konusu kongreye katılmamış olan ve esasta Avrupaî bir sosyalizme meyli bulunan Şefik Hüsnü’nün eline geçer. Şefik Hüsnü, Avrupa çizgisidir.

Partinin Ankara’da tertiplediği ikinci, legaldeki kolu olan Halk İştirakiyyun’un birinci kongresine Ermeni örgütlerinin katıldığı söylenmektedir. 1923 yılında sonradan Yunanistan Komünist Partisi genel sekreteri olacak olan Niko Zaharyadis TKP üyesi olur. Ancak Rum ve Ermenilerle olan bu ilişki, partinin 1925 sonrası ülke içine doğru kapanması ve Şefik Hüsnü çizgisinin Kemalist cumhuriyeti tanıması gibi sonuçlar üzerinden kopar. 1929 tevkifatı sonrasında bu ayrışma, özellikle hapishanelerde derinleşir, sonuçta Ermeniler ve Rumlar, hem partiden hem de ülkeden koparlar. Kıvılcımlı’nın bu kesimlerin arkasından savurduğu “küfür”, herkesin malumudur.

Bu ayrışmaya parti içinde alınan tüzük kararları yol açar. Tüzükteki değişikliklerin altında Hikmet Kıvılcımlı’nın imzası da vardır.

Alınan kararlar, Şefik Hüsnü çizgisinin Kemalist siyasî sınırlara tabi olması ile ilişkilidir. Söz konusu çizgi, salt sendikal faaliyete endeksli bir politika öngörmekte ve Kemalist diktatöryanın ilerlemeciliğini onaylamaktadır.

KUTV mezunu kadroların bir kısmı, sonrasında Kemalist safa geçer. Örneğin bu damar, Şeyh Said isyanı ile ilgili olarak Kemalizme destek çıkar. Ancak öte yandan, partide Kemalist siyasete karşı çıkan, onu diktatörlük olarak gören, hatta silâhlı mücadele yürütülmesini öneren başka bir damar daha vardır. Kıvılcımlı, esas olarak Şefik Hüsnü hattına örgütlenmiş, o hat üzerinden partili olmuş bir komünisttir.

Türkiye’nin kuruluş sürecinde Balkanlar ve Kafkasya’dan gelen politik ve sosyolojik iki ayrı akımın etkili olduğu söylenir. Çerkeslerin Ethem ile birlikte tasfiye edilmesi, Şeyh Servet gibi isimlerin kenara itilmesi, Balkanlardan gelen isimlerin öne çıkması ile sonuçlanır. Bugün sanıldığının aksine, Balkan hattı İkinci Enternasyonalci ve reformist iken, Doğu’dan gelen hat, Bolşeviktir.

Balkanlar-Kafkasya yarılmasının TKP içine de yansımaları olduğu açıktır. Şefik Hüsnü, Avrupa’da sosyalizm eğitimi görmüş, buranın idealleriyle yüklü bir isimdir ve esas olarak Mustafa Suphi damarından pek haz etmemektedir. Haz etmeyen, Avrupa solculuğudur.

Karadeniz’de Suphilerle birlikte katledilen yoldaşı Ethem Nejat, 10 Eylül’deki kongrenin esasında “emperyalizme karşı bir ittifakın ürünü” olduğunu söylemekte, faniliği ve geçiciliği üzerinde durmaktadır. Yani bu kongrede komünistler birleşmemiş, sadece işgale karşı bir araya gelmişlerdir. Kurulan, gerçek bir parti değildir. Biraz da olmadığı için Karadeniz’de boğulmuştur.

Doğudan özelde Kafkaslardan gelen hattın İstanbul hattı tarafından pek desteklenmediği, içselleştirilmediği açıktır. Bu tartışmalar, Şefik Hüsnü’nün yoldaşı Ethem Nejat ile ilgili tespitine de yansımaktadır: “Ethem Nejat, Suphi’den farklı olarak, ittihatçıların kim olduklarının farkındaydı.”

Oysa Suphi, millici olduğu dönemde, 1910’ların başından beri, ittihatçıların kim olduğunu, neler yapabileceklerini ve neleri yapamayacaklarını gayet net bilmektedir. Şefik Hüsnü’nün ittihatçılık eleştirisi, bir miktar onun kemalizmin safına düşmesiyle ilişkilidir. Öte yandan, Suphi’de eleştiri kılıcı her iki tarafı da hem neo-ittihatçılar anlamında Kemalistleri hem de eski ittihatçı paşaları kesmektedir.

Bu ortamda Hikmet Kıvılcımlı’nın Yol çalışmasında Suphileri “maceracı, anarşist” olarak nitelemesi, tam da Suphilere karşı ciddi bir tertibat içerisinde olan Kemalistlerin ifadeleri ile benzeşmektedir. Onlar da “burada bir devlet, hükümet var, nizam kuruldu, bu Suphiler gelip ortalığı karıştıracaklar” demektedirler. Yani esasında “marjinal” edebiyatı yapanlar, bu eleştiriyi yönelttikleri kişileri marjinalleştirmek niyetindedirler.

Şefik Hüsnü’nün de değerlendirmesi bu yöndedir. Bugün özel ellerde toplaşmış tarihî belgelerin yeni yeni günışığına çıkmasıyla o dönem Suphilerin marjinal olmadıkları, aksine Anadolu’da güçlü bir tabana sahip bulundukları görülmektedir. Biraz da mesele, maddenin kendi diyalektiğine kavuşmasıdır. Suphilerin Ankara’ya gelip konuşlandığı vakit birçok dinamiği örgütleyeceğini sınıf düşmanları Suphilerden önce görmüş ve önlemini almıştır.

Sınıf düşmanlarının gördükleri şudur: İttihatçıların sol kanadıyla ittifak kurulmuştur, Müslüman çevrelerle organik ilişkiler geliştirilmiştir. Komünist faaliyet, işçi ve köylü tabanına doğru gelişme kaydetmeye başlamıştır. Basit aydın, bürokrat ve asker tabanı üzerinden halk içerisinde sağlam ilişkiler kurulmaya başlanmıştır. Kabuk, duvar çatlamış, toprak çatallanmıştır.

Özelde iştirakiyyun hareketi işçi-köylü merkezli iken; Şefik Hüsnü ve Aydınlık çizgisi aydın tabanlıdır. Şefik Hüsnü ve Kıvılcımlı, ikisi de birden, Fransız aydını Henri Barbusse’ü önemsemektedir ve Barbusse’ün çıkardığı dergiyle aynı isimde bir yayın organı çıkartılmıştır (Clarté-Aydınlık). Barbusse’ün genel teorik vurgusu, aydınların toplumsal dönüşümde öncü olmaları ve aydınlanmanın muzaffer olması ile ilişkilidir.

Dolayısıyla Kıvılcımlı Sempozyumu’nda onun İslam ve yerel tarihle kurduğu ilişkilerin biricik olduğunu iddia etmek, ciddi bir yanılsamayla maluldür. Bu türden ilişkiler çok öncesinden tesis edilmiş, Anadolu’nun çeşitli noktalarında yayınlanan Bolşevik-Müslüman gazetelerde bu türden meseleler tartışılmıştır. Bu ilişkilerin ilk kez Kıvılcımlı ile kurulduğunu iddia etmek, “Kıvılcımlı” dükkânlarını terk etmek istemeyenlerin bir pazarlama yöntemi olmalıdır. Bu yönteme başvuranlar, Kıvılcımlı’nın kendisini önceleyen, Bolşeviklerin ve Anadolu sosyalistlerinin Müslüman halkla kurduğu politik ve ideolojik ilişkiden kopartmanın, biricikleştirip satmanın derdindedirler.

Elimizde, Misak-ı Milli ve Kemalist kuruluşun verili olarak benimsenmesi siyaseti içinde düşünen bir Kıvılcımlı vardır. Daha önce ifade edildiği üzere, partinin bu topraklarda sosyalizm bayrağını kesintili ve sürekli olarak taşıyabilmiş azınlıkları dışlayan karar, doğrudan Kıvılcımlı ile de bağlantılıdır. Bu eğilimin TKP’nin doğrudan İstanbul ekibinin eline geçmesiyle bir ilişkisi olması gerekir.

Özetle; esasta sempozyuma dönük itiraz, belirli kişilerin bugündeki teorik faaliyetlerini Kıvılcımlı istismarı üzerinden aklamaya çalışmaları, Kıvılcımlı’yı bu amaçla biricikleştirmeleri ve onu genel tarihsel bağlamdan soyutlamaları ile ilgilidir. Kıvılcımlı külliyatı, Suphilerin 1918’lerden başlayan iştirakiyyun hareketine ait kılınmalı, o akan suya yatırılmalı, oradaki mevcudiyeti üzerinden yeniden değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Tarihten ve toplumdan azade, basit bir akademik figür statüsünde tutulan Kıvılcımlı’nın ne eksikleri, zaafları görülebilir ne de meziyetleri. O Kıvılcımlı, karikatürleştirilir ve ancak akademide, örgüt tepelerinde, yayın köşelerinde koltuklarına kurulmak isteyenlere hizmet eder. Bize, geçmişten geleceğe, dövüşen Kıvılcımlı lazımdır.

Eren Balkır
25 Ocak 201
3

05 Ocak 2013

Yan Yana ya da Yana Yana



“Yan yana durmak, ortaklaşmak demek değildir.”

5 Ocak 2013 tarihli “Siyasal Karar Süreçleri ve Toplumsal Muhalefet Dinamikleri” başlıklı panelde Beytullah Önce bu manada bir söz ediyordu.

Paneli müteakip başlayan forum, Kur’an’da “ateist” kelimesini bulup onun kellesinin alınmasını emrettiği düşünülen “Allah”a küfretmekle başladı ve bu laik müdahale, salona epey bir süre hükmetti. Ardından “devrimci” müdahale geldi, “devrim için biz öldük, ey İslamcılar siz ne yaptınız?” diye hesap soruldu. Tüm tartışmalar esnasında “liberal” müdahale boş durmadı ve o da yan yanalığa, kesrete övgü düzdü, kış ortasında hava ılımanlaştı birden.

“İşçici” müdahaleyi de unutmamak gerek. “Emek-sermaye çelişkisini tanıyor ve bizim safımızda oluyorsanız, sizinle iş yaparız” (TSİP) denilip kürsüden inildi.

Yan yana ya da karşı karşıya bir muhatap olarak iki İslamcı bulununca tüm ezberler cilâlandı, sivriltilmiş kılıçlar çekildi, onlardan daha bilgili ve zeki olduklarına dair birileri, ukalalık ve kibir üzre, telkinlerde bulundu. Dert, İslamcının derdiyle dertlenmek değil, kendi bilgisinin onunkinden üstün olduğunu ispatlamaktı. Pratikte bu tür yan yanalıklar, daha da uzaklaşmanın mazereti olarak iş görmekteydi. Bugündeki ortaklıkların değil, en fazla, karşılıklı üstünlüklerin hatırlatılması ile, bir tür pazarlığın peşinde koşulmuş olunuyordu. Oysa ne İslamcının burjuvazinin teknesinde yoğrulmuş solculuk hamuruna ne de solcunun devletin teknesinde yoğrulmuş İslamcılık hamuruna ihtiyacı vardı. Pazarlık, dolaylı olarak tekne sahipleri ile ilişkiliydi.

Panel ve forumu müteakip yapılan akşam sohbetinde “devrimci” müdahale, “biz sizin cemaz-ül evvelinizi biliriniz” manasında Nureddin Şirin’e akıl vermeye devam etti. “Ezilenci” (Teori ve Politika dergisi) müdahale ise ek olarak “ezilen” kategorisi içinde ehlileştirip makulleştirdiği bir İslamcı hayali ile konuşup durdu, konuştuğu esasen gerçek İslamcı değildi, olamazdı. Ondan nefret etmek ve tiksinmek dışında bir şey yapılamadığı için ezilenciydi o zira. Bu kafa için İslamcı, sobanın üstündeki kestaneleri toplamakta kullanılan maşadan başka bir şey değildi.

Bu dil, “politik ikbal” ile Muhammed İkbal arasındaki köklü farkı bile bilmez, bilemezdi! Bu zihniyet (Türkiye Gerçeği), 1 Mayıs’ta “armut piş ağzıma düş” taktiği ile Taksim ağzında Müslüman gençleri sotede bekleyip kitlesini kalabalık, Müslüman gençleri kendi mülkü gibi göstermeyi akıl edebilirdi ancak. İçlerine giren bir genç ise “beni kendilerine benzetmekten başka bir şey yapmadılar” diyordu öte yandan. Bu, ol İslamcının rahle-i tedrisi önüne diz çökmeyi zul kabul etmekle ilgiliydi. Söz konusu entrizm, yani içeri sızıp adam koparma, “yana yana ilerleyelim” diyemez, “yan yana duralım” deyip kısa günün kârını düşünebilirdi ancak.

Öte yandan, haftalar önce Mazlum-Der’de Ümit Aktaş ile yapılan sohbette bir bayan arkadaşın ifadesiyle, “eğer Muhammed Mursi İslamcı ise ben İslamcı değilim” demekteydi mesele. Ümit Aktaş, örtük olarak cemaati ve Ak Parti’yi müdafaa ettiği konuşmasına cevaben sarf edilen bu söz, aslında “Tayyip İslamcı ise ben İslamcı değilim” anlamına geliyordu. Bu sözü söyleyene eski İslamcılık eleştirilerini sivriltip saplamanın gereği yoktu. Ya da bu İslamcıyı yana alıp onu ısrarla dışsallaştırmak da anlamsızdı. Aslolan, onunla birlikte İslamcılığın, yani risalet üzerinden iktidarla ilişki kuranların değil, abdiyetle Peygamber’in kulluğuna öykünenlerin davalarına yoldaş olmak elzemdi.

Elçiliğe öykünenlerin sahiplik ve mülkiyet üzerinden bugüne bakması kaçınılmazdı ancak abdiyet yani kulluk üzerinden bugüne bakanların derdi aidiyet üzereydi.

Yani “laik”in, “devrimci”nin, “işçicinin” ve “ezilencinin” kılıç salladığı veya gül uzattığı İslamcı ile onların kafasındaki İslamcı, aynı kişi değildi. Bazı İslamcılar, bugün Ak Parti’yi ve iktidarı eleştiriyor diye onlara kaba manada “ayar” vermenin, onları hizaya çekmenin, “bizim alanımıza giriyorsunuz, haddinizi bilin” demenin kıymeti yoktu. Hele ki böyle diye, yani “alan ihlali” var diye, kendi mülkü zannettiği alanın giriş kapısına badigard gibi yerleşip parola sormak da değersizdi.

“Lehül mülk” kılıcı, Zülfikar misali, her iki ideolojinin bekçilerine ve sahiplerine çalınmayı beklemekteydi.

Dolayısıyla, her ne kadar akşam toplantısında “o eskiden liberaldi” diye küçümsense de İhsan Eliaçık’a atıfta bulunalım bu noktada: burada mesele, gene mülk meselesidir. Alana hüküm koyan ve kendi iradesini alanın tek, yegâne varoluş biçimi olarak satanlara karşı hassas olmak gerekmektedir bu anlamda.

Yan yana durmak yetersiz hatta tehlikelidir bu açıdan. Yana yana ilerlemek, sömürü ve zulme karşı ortak mücadelenin ocağında birlikte yanmak ve ortak mevzilerimizin neferi olmak şarttır. Bu yol, Komintern’in kuruluş kongresinde “doğu müslümandır, orada devrim olmaz” diyen yoldaşlarına “hayır, doğuda devrim ocakları kurulacaktır” diye cevap veren, İştirakiyyun Fırkası’nın önderi Mustafa Suphi’nin de tarihsel planda anımsattığı, üzerindeki tozu kaldırdığı yoldur. Daha fazla yola ve daha fazla devrimci kavşağa ihtiyacımız var.

Burjuva siyaset pazarında tezgâh kapmak ya da o pazarın tüccarı olmak isteyenler, üç beş kişiyi yan yana görünce, “parti, dergi, platform” gibi hesaplar yapabilir. Ama hakikat savaşçılığı, devrim ocaklarında yanmak, bu hesapların hep görmezden geldiği aslî dinamiktir. İradenin tarif edileceği yer de burasıdır. Devrim ocağı olamayan parti, dergi ya da platform değersizdir ve anneyi rahimde zehirleyen ölü bebektir.

Birileri tezgâhlarını terk etmek, ticarî kariyerini silmek istemeyebilir ve bu nedenle, gene o tezgâhlar ve ticarî kariyer üzerinden birliktelik hesapları yapabilir. Bu hesapların her daim sömürü ve zulme karşı mücadelenin mas edilmesi, sindirilmesi, ezilmesi ya da lime lime edilmesi ile sonuçlanacağı açıktır. Bu, kişilerin iyi niyetinden bağımsız bir sonuçtur.

Bir partide, dergide ya da platformda yan yana gelmek kolay, halkın kılcal damarlarında akan bir damla kızıl kan olmak zordur. İkincisi için birlikte yanmak şarttır. Birlikte yanmak, burjuvazinin ve devletin üzerimize sinen kokusundan bizi kurtaracaktır. İşte o vakit, cam sanayinde çalışan işçilerin öfkeli bildirisini okuyacak cami imamlarımız olur; işte o vakit, halkımızın devrimi zulmün tüm kalelerine diker bayrağını. Bize aritmetik değil, kavganın ortak kimyası, fiziği ve biyolojisi lâzımdır.

Mevlânâ’nın o çok popüler sözünün hep yanlış tercüme kurbanı olduğu söylenir. Bu yanlış, kasıtlıdır ve Kemalist diktatörya ile mutlaka ilişkisi vardır. “Ne olursan ol gel” diye başlayan sözün doğrusu “tövbe et öyle gel”dir. “Tövbe”, pişmanlıkla, günahtan dönmeyle ilişkilidir.

Kendi alanlarımızı, geçmiş birikimlerimizi, gelecek tasavvurlarımızı mülk edinmemiz, temel günahımızdır. Bu kadar mülkiyet, rekabeti tetiklemekte, rekabet solcu ya da İslamcı öznelerin hem kendi aralarında hem de kendi içlerinde mevcut olan parçalanmayı derinleştirmektedir. Bu kafa, bu zihniyet üzerinden yan yana gelmiş bir sol ile İslam birbirine ancak kötü yanlarını, günahlarını öğretebilir. Zira, temel günahımız, onca sömürü ve onca zulüm varken hiçbir şey yapmayacak düzeyde kendi bencil irademizin kölesi olmamızdır.

Bir eşiğe, Farsçadaki karşılığı ile bir dergâha gelip dayandık. Şeyhimiz halktır, mazlum ve sömürülen o halk. Che Guevara’nın sözüyle, “halk en iyi öğretmendir.”

Burjuva siyasetinden içeri girerken eşikte bıraktıklarımızı yeniden kuşanmalıyız. Yeniden öfkemizin, umutlarımızın, düşlerimizin kılıcını kınından çıkarmalıyız. Burjuva siyasete giriş bileti hüviyetindeki parti, platform ya da dergi gibi lafızlardan uzak durmalıyız. Daha doğrusu, bunları sömürülen-mazlum halkların ortak mücadelesine ait bir mevzi olarak örebilmeliyiz. Bunlar neden değil, sonuçtur ve halkın ortak mücadelesinin işbölümüne, disiplinine ve hiyerarşisine tabidir.

Eren Balkır
5 Ocak 2013