Türkiye Cumhuriyeti, Kürd’ün, Müslüman’ın ve
sosyalistin kanı üzerine kurulu bir devlettir. Kuruluş sürecinde bu üç unsurun
kanı ve teri her yönüyle istismar edilmiştir. Geriye kalan posa ile birlikte,
bu üç dinamiğin dışında kalana “Türk” denilmiştir. “Türk”, ideolojik planda Kemalizmdir.
Bir biçimde bu dinamikler harekete geçtiği noktada,
belirli dönemler ve yerler paranteze alınmak kaydıyla, her zaman Kemalizmle
tanımlı olmak zorunda kalmıştır. İster maksimalist ister minimalist, belirli
bir devlet tasavvuru ile kitleleri harekete geçiren bu dinamiklerin Kemalist
olmak dışında bir şansı olmamıştır. Tersten, Kemalizm, diz çökmüş Kürd’ün,
Müslüman’ın ve sosyalistin öteki adıdır.
Bu açıdan, yüzeysel bazı benzerlikler dışarıda
bırakılırsa, Kürdî, İslamî ve sınıfî-sosyalist bir hareketlilikten söz etmek
mümkün değildir. Bu yönde iddialar, ilgili dinamiklerin düşmanlarına ait
abartılı yaklaşımlardır ve bu dinamikleri ezmek için bir bahane olarak
kullanılırlar. Kemalizmle hesaplaşılmadığı takdirde, Kürd’ün Türk’e,
Müslüman’ın Yahudi-Hristiyan’a, sınıfın da burjuvaya benzer yanları öne
çıkartılacaktır. Galebe çalan bu yanlar olduğundan, bir süre sonra ayakta ve
hayatta kalmak için Kemalist olmak kaçınılmaz olacaktır.
Kemalizm ise şudur:
“Arkadaşlar,
kılıçla fetihler yapanlar, sabanla fetihler yapanlara mağlup olmaya ve sonunda
mevkilerini bırakmaya mecburdular. Nitekim Osmanlı saltanatı da böyle olmuştur.
Bulgarlar,
Sırplar, Macarlar, Romenler sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar,
kuvvetlendirmişler; bizim milletimiz de böyle Fatihlerin arkasında serserilik
etmiş ve kendi ana yurdunda çalışmamış olmasından ötürü bir gün onlara mağlup
olmuştur.
Efendiler,
büyük ve hayali şeyleri yapmadan yapmış görünmek yüzünden bütün dünyanın
husumetini, garazını, kinini bu memleketin ve bu milletin üzerine celbettik.
Biz
Panislamizm yapmadık, belki ‘Yapıyoruz, yapacağız’ dedik. Düşmanlar da
yaptırmamak için ‘bir an önce öldürelim’, dediler.
Pantürkizm
yapmadık. ‘Yaparız, yapıyoruz’ dedik. ‘Yapacağız’, dedik ve yine ‘öldürelim’
dediler.
Bütün
dava bundan ibarettir. Biz böyle yapmadığımız ve yapamadığımız kavramlar
üzerinde koşarak, düşmanlarımızın adedini ve üzerimize olan baskılarını
güçlendirmek yerine doğal sınıra, yasal sınıra geri dönelim. Haddimizi
bilelim.” [Mustafa Kemal Atatürk]
Endonezyalı komünist Tan Malaka, bu sözlerin söylendiği günlerde
panislamizmi devrimci bir bayrak olarak selâmlamaktadır. Benzer bir damarda
ilerleyen Sultan Galiyev ise bir tür pantürkizmi methetmektedir. Bu iki isim,
düşmanın emrine uyan M. Kemal aksine, panislamizmin ve pantürkizmin kitlesel
karşılıklarını emperyalizme karşı örgütlemek derdindedir. Ama Kemalizm, sabana
yapışacak kullar peşindedir. Üstelik o saban da emperyalizmin sabanıdır.
Kemalizm, bu yönüyle, emperyalizme karşı çok boyutlu
mücadele içinde, bir had çizme hareketi, bir dalgakırandır. Bugünlerde
dizilerde kötü karakter olarak takdim edilen İstanbul’daki İngiliz subayı,
yıllar sonra, M. Kemal’i Samsun’a kendisinin gönderdiğini söylemekte, bu emrin
belgesi bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Bu subay anılarında, işgale son vermek
istediklerini ve örtük olarak ülkeyi İngiliz himayesindeki bir kesime
devretmeyi öngördüklerini söylemektedir.
Bu, İngilizci Talat Paşa emrindeki M. Kemal olacaktır.
Ülkeye dönük çalışma yürüten Almancı Enver Paşa ise Alman-Sovyet uzlaşmasını
fırsat bilip planları için Bolşeviklerin gözetiminde doğuya yönelir. Eski
Teşkilât-ı Mahsusa’yı İslam İhtilâl Cemiyetleri İttihadı’na dönüştürür. Bu
yönde M. Kemal’e de talimatlar verir. M. Kemal, bölgedeki ileri gelen Müslüman
liderlerin de iştirak ettiği, Sivas’ta toplanan bir cemiyetin yürütme kuruluna
girer. Muvahhidin Cemiyeti isimli bu örgüt, zamanla Yeşilordu içinde erir.
Mecliste 105 civarında milletvekilini Bolşevik çizgisine çeker.
Dolayısıyla, M. Kemal her hâlükârda yalan
söylemektedir, çünkü bu cemiyet, açıktan panislamist bir örgüttür. Sivas’taki
kongre sonrası M. Kemal’in Cemaatü’l İslam isimli bir örgüt kurduğu iddia
edilir. Talat Paşa’ya İslam İttihadı örgütüne ilişkin kanaatlerini aktardığı
mektubunda, Arapların bağımsız devletler olarak dâhil olacakları ve halifeye
bağlı olacak bir konfederasyondan söz eder.
Bu pratiklerde ağırlık merkezi esas olarak,
Moskova’dır. Söz konusu merkez dağılınca ilgili oluşumun mensupları kırklardan
sonra Amerikancı olurlar. Teşkilât-ı Mahsusa yemini ile adam örgütleyen
ülkücülerle millî bir İslam çizgisi çekenler, yer yer rakip yer yer dost,
bugüne kadar gelirler.
Yukarıda M. Kemal’den alınan had bildirici cümleleri,
geçenlerde Hakan Albayrak zikrediyordu. Albayrak yalana buladığı bu
konuşmasında, M. Kemal’in “pantürkizm, panislamizm ve bolşevizm yapmadık”
dediğini iddia ediyordu. Oysa M. Kemal o ifadesinde “bolşevizm yapmadık”
dememektedir. Belki de Albayrak, bu manipülasyonu ile, DSİP gibi, sol kesimden
belli isimleri adını andığı “Yeni Türkiye”ye devşirmek derdindedir.
Devamında Hakan Albayrak, tarihsel bir vurgu ile, M.
Kemal’in bu yaklaşımının “eski Türkiye”ye ait olduğunu söylemiştir. Ak Parti
ile Türkiye “yeni” bir döneme girmiştir, dolayısıyla, eski hududun dışına
çıkmanın tam zamanıdır. Albayrak, hayatı zihinden ve dilden ibaret bir oyun
zannetmektedir. O nedenle Albayrak, Kur’an’dan değil, “Secret” denilen
zırvadan feyz alarak, millete şu lafı söylemektedir: “Büyük düşün ki büyük
olsun.”
Oysa devletin bekası için yapılan pantürkizmin ve
panislamizmin mazlum-sömürülen halklara bir faydası olmadığı gibi, had
bildirerek bu eğilimleri baltalama işlemi, bu halkların doğal mücadelelerini
engellemek için yapılmıştır. Yani Albayrak, Mustafa Kemal’in ve İttihatçıların
belirli momentlerde ürettiği pantürkizmi ve panislamizmi bugüne bir kurtuluş
reçetesi olarak takdim etmektedir. M. Kemal Birinci Dünya Savaşı’nın, Albayrak
da örtük “üçüncü dünya savaşı” olarak nitelenen Soğuk Savaş’ın çocuğudur.
Devletin bekası için geliştirilen pantürkizm ve
panislamizm ile halkların kurtuluş mücadelesindeki millî ve dinî silâhlar
arasında büyük bir fark olması gerektir. Yukarıda M. Kemal’in Talat Paşa’ya
yazdığı mektupta da görüldüğü üzere, Arapların kendi kaderini tayin hakkını
desteklermiş gibi görünen paşa, aslolarak kendi devletinin ve hilafetinin
kaderini düşünmektedir. Derdi, Arapları Bolşevik etkisinden çıkartmak ve
gerisin geri kendi iktidarına kul etmektir. Hindistan’daki Müslümanların
dayanışma için topladıkları parayı İş Bankası’nın kuruluşunda kullanması da
bunun delilidir.
Bugün İş Bankası’nın yerini Tika, Toki, Deniz Feneri
vs. almıştır. Gülen okullarının hiçbirisinde resmî anlamda Türkçe herhangi bir
eğitim verilmemektedir. Üç beş çocuk şov olsun, Türk’ün gururu gıdıklansın
diye, Türkçe öğrenmektedir, hepsi bu. Bu okullarda eğitim yaygın olarak
İngilizce verilmektedir.
Sancaktar Hakan’ın devrim diye gördüğü,
emperyalistlerin açtığı yoldur. Bu açıdan geçmişte, 1920 momentinde mazlum
Müslüman halkların direnişine atıfta bulunması, tezvirattan ibarettir. Olan
şudur: o günlerde emperyalistler, Kafkaslar ve İran karşılığında Anadolu’yu
almıştır. Anadolu sınırları temelinde yeni bir kale teşkil edilmiştir. O gün bu
kaleyi tahkim etmek için kullanılan bir tür pantürkizm ve Panislamizm, bugün
gene bir biçimde emperyalistlerin harekâtı bünyesinde devlet bekası adına
kullanılmaktadır. Sovyetler’e karşı kurulmuş bu kale, Sovyetler’in olmadığı
momentte askerlerini araziye salmaktadır.
“Arap Baharı” denilen sürece ilişkin basında ve
akademyada bir yığın analiz yapılmaktadır. Tarihsel analoji düzleminde 1848,
1968, 1989 tarihleri öne çıkartılmaktadır. Farklı dinamikleri içermesi ile
ilgili sürecin bu türden farklı analojilere açık olması kaçınılmazdır. Görünen
o ki Ak Parti’nin doğal bileşeni olduğu emperyalist harekât, meselenin daha çok
1989’a benzer tarafları ile ilgilidir. Yani Sovyetler’le bağlantılı, onun
üzerinden ya da ona göre kurulmuş tüm güç odakları tasfiye edilmekte, meselenin
1848 ya da 1968’e benzer yanları budanmaktadır. MHP’nin pantürkizmi ile Hakan
Albayrak’ın panislamizmi bu kavşakta birleşmektedir. Her ikisi de budama
işleminden memnundur ve emekçilerin, mazlumların (1848), gençliğin (1968)
öfkesini asla görmemektedir. Çünkü bunların sömürülen-mazlum halklarla ilgili
bir dertleri yoktur. Onların dünyası, yal yedikleri çanak kadardır.
Eren Balkır
7 Ekim 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder