Arap Baharı isyanlarını müteakip bir dizi ülkede
iktidara gelmiş bulunan ve görece daha mutedil bir kanadı olan Müslüman
Kardeşler tarafından temsil olunan İslamcı hareketin eylemleri, hareketin
önemli bir hataya doğru sürüklendiğini ortaya koyuyor.
İslamcılar, ideolojik, teorik ve politik düzeylerde
(ister iktidara gelmiş olsun ister olmasın) milliyetçi, Marksist ve liberal
haleflerinin hatalarını tekrarlıyorlar.
Özellikle Arap Baharı’nın başlaması sonrası, Arap
İslamcı hareketin yaklaşımında şu yön giderek belirginleşiyor: hareket, bugün
Arap İslamcılar için en önemli referans noktası görülen, Türkiye’deki Adalet ve
Kalkınma Partisi’nin (AKP) bölgesel ve politik nizamının bir parçası olmaya
gayret ediyor.
2002’de iktidara gelen AKP’nin hem içte, ekonomik
sahada hem de dışta, bölgesel cephelerde başarılı olduğu doğru. Ancak mesele,
İslamcı hareketin bazı alanlarda başarılı olmuş bir yaklaşımı benimsemesi
değil, her bir hareketin faal olduğu özel tarihsel koşullara bakmaksızın
İslamcı hareketin ilgili yöntemleri körü körüne taklit etmesi.
Türk modelini kopyalamak, yükselişte olan İslamcı
hareketlerin miyopluğuna işaret ediyor zira bu hareket, ideolojilerinin doğduğu
yabancı başkentlere sadık kalmış ve başkalarının yöntemlerini yinelemeye
çalışmış milliyetçi, liberal ve Marksist projelerin hatasını hiçbir biçimde
değerlendirmeye tabi tutmuyor.
Arap dünyasındaki Marksist/Leninist/Stalinist deneyler,
böylesi bir yaklaşımın noksanlarına ilişkin en iyi örnekleri veriyor. Eğer bu
hareketlerin geçmişine baktığımızda, bunların programlarında kendi ülkelerini
ilgilendiren iç meselelerden çok, Lenin, Stalin ve Moskova’yı öne
çıkarttıklarını görüyoruz.
Arap bölgesinin yerli bir unsuru olarak var olan
politik İslam kendisini bu tip batılı ideolojilerden ayrıştırmışsa da bugün
geleneksel planda sahip olduğu bu fikri terk ediyor ve politik İslam süreç
içinde liderliği Türkiye’ye devrediyor. İslamcı hareketin başarısı ardından
Arapların İslamcı modelini benimsemiş olan Türkiye, seküler hareketlerin
yolunun terse çevrilmesiyle, bir öykünme kaynağı hâline geliyor.
Arap dünyasındaki İslamcı hareketler yeni İslamcı
politik partilerine isim verirken bile Türkiye’deki deneyimi taklit etmeye
çalışarak seküler haleflerinin hatasını da yinelemiş oluyorlar. Eğer Arap
İslamcılar partilerine özgün isimler bile bulamıyorlarsa, o vakit pratikte
onlardan ne beklenebilir ki?
Örneğin Mısır’da, Müslüman Kardeşler’in doğum yerinde,
İslamcılar yeni kurdukları politik partiye “Hürriyet ve Adalet” ismini
verdiler. Libya’da kurulan partinin ismi “Adalet ve Yeniden İnşa”, Fas’takinin
ismi “Adalet ve Kalkınma”. Bu durum söz konusu partilerden fiiliyatta
beklenebilecek pratiği de sakatlıyor ve belli ölçüde bu partiler Türkiye’deki
Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kopyalamaya devam ediyorlar.
Benzer bir süreç ekonomi alanında da yaşanıyor. Bu
partiler liderliğini Washington’un yaptığı liberal yola girerek, IMF ile Dünya
Bankası’nın reçetelerini takip ediyorlar ve böylelikle politik tavizler
karşılığında alacakları ekonomik yardımlara güvenmekle yetiniyorlar. İronik
biçimde bu partiler, çökmüş rejimlerin başvurduğu aynı politikaları
benimsiyorlar.
Mısır cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin bugüne dek
uyguladığı politikalar mükemmel birer örnek. Mursi, Suriye rejiminin yıkılması
için uğraşan Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar cephesinin bir parçası olma
karşılığında borç aldıktan sonra ABD desteği ile IMF’den borç almanın yollarını
arıyor.
Bu İslamcıların söz konusu hatalı yolda daha ne kadar
uzağa gideceklerine ilişkin daha önemli bir gösterge de bunların İsrail’e dönük
duruşları. Tüm İslamcı partiler Siyonist devlete dönük düşmanlık noktasında
birleşmiş gözüküyorlar. Bugünkü İslamcılar da geçmiş iktidarlar gibi iktidara
gelmezden önce Filistin bayrağını taşıyorlar ama iktidara gelince bu meseleyi
boş bir slogana indirgiyorlar.
Mursi hâlihazırda Batı’ya İsrail’le imzalanmış Camp
David Anlaşması’nı reddetmeyeceği hususunda Batı’ya güvence vermiş durumda.
Buradaki amaç, Washington’dan destek almak ve ardından da Suriye’den boşalan
alanı doldurup İran’ın Irak’ı yeni Şam yapma gayretlerine karşı çıkmak.
Ayrıca Mursi, 1973 savaşının yıldönümünde ülkenin en
büyük madalyasını Mısır’ın merhum cumhurbaşkanı Enver Sedat’a verdi, oysa
Müslüman Kardeşler geçmişte İsrail ile “barış meselesinde Sedat’a aykırı bir
pozisyon alıyordu. Bu, Müslüman Kardeşler’in yürümek istediği yola ilişkin açık
bir gösterge. Ayrıca Mursi bu yaklaşımı ile ABD’ye şu mesajı da vermiş oluyor:
“Biz anlaşmaya bağlıyız.”
Bir de bunlara Müslüman Kardeşler’in hâlihazırda
başlamış bulunduğu, İsrail’i normalleştirme siyaseti ekleniyor. Sadettin
İbrahim’e göre, Müslüman Kardeşler üyeleri 31 Ağustos’ta Avrupa, ABD, İsrail,
Mısır ve diğer Arap ülkelerinden araştırmacılar ve akademisyenlerden oluşan,
Ortadoğu’da güvenlik ve bölgesel işbirliği konferansına katıldı.
Tunus’ta bir zamanlar İsrail’le ilişkilerin
normalleştirilmesine karşı sloganlar atan İslamcı Nahda partisi de iktidara
gelince bu yaklaşımını terk etti. Oysa parti dokuzuncu kongresinde “Siyonist
devletle ilişkilerin normalleştirilmesinin suç ilân edilmesi” gerektiği yönünde
karar alınmış, Filistin meselesi “İslam ümmetinin ana davası” kabul edilmişti.
Bugünse Nahda partisi anayasaya normalleşmeyi suç ilân
edecek bir madde koymaya karşı çıkıyor. Nahda üyesi Lahabib Hoter’in ağzından
çıktığı biçimiyle, bunun da kılıfı şu şekilde bulunuyor: “Tunus anayasası
İsrail devletinden daha uzun yaşayacağından anayasaya normalleşmenin suç ilân
edilmesine dair bir madde koymaya da gerek yok.”
Bu tam da Arap coğrafyasında iktidar olmuş birçok
partide görülen türden bir ikiyüzlülük. Örneğin Suriye’de Baas partisinin de
ana sloganlarından biri hürriyetti ama pratikte rejim ülkeyi demir yumrukla
yönetmişti.
Tüm bu olup biten, Müslüman Kardeşler’in Washington’la
anlaştığına dair şüpheleri haklı çıkartıyor: iddiaya göre, Müslüman Kardeşler
İslamcıların uluslararası meşruiyet kazanması karşılığında, İsrail’in bölgede
hüküm süren doğal bir devlet olduğunu kabul edecek.
Muhammed Dibo
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder