Tayyip Erdoğan, toy düğün gönderdi olimpiyat ekibini.
Yemekler, altınlar ve baklavalar dağıtıldı. Bugüne dek en fazla sporcu
heyetinin gönderilmesi ile övünüldü, nefisler şişti. Ancak henüz halter gibi
favori alanlarda bile bir madalya alınmış değil. Spor yazarları, sporcuların
üzerinde psikolojik baskı olduğunu söylüyorlar ama kimse ağzına Tayyip
faktörünü almıyor. Herkes, elde numara, sıraya dizilip teftiş edilmekten
korkuyor galiba.
Biraz 2020 olimpiyatları biraz da bugünün “büyük
Türkiye” masalına figüran olsunlar diye evlerden onlarca sporcu toplanıp
Londra’ya gönderildi. Hezimet kaçınılmaz.
“Kurtuluş Savaşı” esnasında Erzurum’da yayınlanan Albayrak
gazetesinin ağır bir danışman kurulu eşliğinde toplu basımını yapmak için
Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne 90 milyar civarında para aktarılıyor. İşin
öğrencilere yaptırıldığı ve aceleye getirildiği söyleniyor. Hocalar ve rektör
bu eleştirileri ve soygunu kabul ediyor. Acelenin nedeni Abdullah Gül’ün okulu
ziyaret edecek olması. Ziyarete takdim edilmesi için eser aceleye getiriliyor,
profesörler herhangi bir emeğinin olmadığı, yanlışlarla dolu çalışmanın altına
imza atıyor. Cepler doluyor, sırtlar sıvazlanıyor.
Ramazan’a yetiştirip gösteriş yapmak, daha doğrusu
mevcut gösteriye dâhil olup yer kapmak için Ankara’daki bir cami inşaatına hız
veriliyor. İnşaat duvarı çöküyor ve bir işçi ölüyor. Herkes şehirde Gökçek’in
“shopping” kumpanyasını, tüketim festivalini seyreylerken, bir işçi on küsur
yıl önce başlanıp üzeri kapatılan metro çukuruna düşüp ölüyor, işçinin ismini
hatırlayan bile yok.
Toki yağması ile dere yatağına evler yapılıyor,
Samsun’da onlarca insan öldürülüyor. Madenler ve dereler yağmaya açılıyor, AKP
bu yağma ile övünüyor ama işçiler ölüyor, dereler kuruyor. AKP kendisine
bahşedilen iktidarı korumak için bahşedilme gerekçelerini sürekli vurgulamak
zorunda kalıyor. Kürd bir gerekçe ise “kalkınma ve istikrar” ikinci gerekçe.
Özgür Suriye Ordusu özellikle Halep mevziinde yalnız
bırakıldıkları için hayıflanıyor ama kılavuzu karga olanın…
Halep’te dökülen kan Tayyip’in elinde, bu görülmeli.
Solun genel ideolojik tepkisi “savaşa hayır” oldu,
Tayyip’in yiğitlenmelerine kandı. Oysa ne Tayyip’in ne de Türk ordusunun askerî
bir gücü bulunuyor. Sol, tersten, AKP rejiminin gücünü, kendini abartılı
göstermek için, olduğundan iri bir gerçeklik olarak algılıyor. “Özgür” ordu
Suriye’de bu türden yiğitlenmelere kanıyor ve kendini olandan büyük görüp
göstererek düşmanının üzerine yürüyor. Bugün batı basınının muhaliflerin içinde
El-Kaide ağırlığı görüp göstermesi, batının muhalifleri temel aslî bir özne olarak
tanımadıklarını ifade ediyor. Yani batı, ortalığı temizlemek için maşa olarak
kullanacak birilerini. Sonuçta zulme karşı bileylenen öfke toprağa gömülecek.
Pazarlık masalarında heba edilecek. Çimenler ezilecek, Hamurabi’nin fil ordusu
Roma’ya yürüyecek…
ABD “devrimciler”e “orduyu dağıtmayın, devlet
kurumlarını bozmayın” talimatı veriyor. İyi de o vakit nasıl bir devrim bu?
Devrim için öfke gerekliyse, öfkeli kitleler mevzilerde kurşuna dizilirken,
klimalı otel odalarındaki telefon trafiğinde devrim teslimiyete dönüşüyor.
İslamcı Kadir Mısıroğlu, “evet geçmişte İngiltere’nin
ve Amerika’nın safında olduk” diyor ve devamında da ümmet ülküsü ve davası
uğruna bugün de Amerika’nın desteklenmesi gerektiğini söylüyor. Birileri
Amerika eliyle Osmanlı’nın, İslam Birliği’nin ya da Türk önderliğinde bölgesel
bir Müslüman iktidarın tesis edileceğine inanıyor. Politikliği İngilizlerden ve
Amerikalılardan öğrenen İslamî kesim, bugün devrimin teorik ve pratik olarak
silinmeye çalışıldığını görmüyor ve devrim yaptığını zannediyor. 2023’te dünyanın
ilk on ülkesi içine girmek basit bir istatistikî zırvalıktan başka bir şey
değil. Bu hedef için kaç milyon sömürülen-mazlum insanın sırtına basılacak, kaç
kişinin kanı içilecek, bu önemli.
Tabii doğrudur, Sovyetler’de ve İran’da da devrimi bir
fazlalık ve kusur olarak görüp onu silmek isteyenler çıkmıştır. Bugün de
İran’da bu tarz bir eğilim mevcuttur ve güçlüdür. İran’da bu kesim sanki hiç
devrim yaşanmamış gibi davranmayı tek çözüm olarak görmektedir. Bugün
Sovyetler’deki devrimi silmek için uğraşan kimi sol kesimlerle ikinci devrimi
silmek için ilerleyen İslamî güçlerin yan yana düşmesi tesadüfî değil.
Devrim tarihte ve toplumda geri alınmaz bir
hakikattir. Yenilse bile böyledir.
Bir avuç toprak ağasının uzlaşmasının ürünü olan
Amerikan Devrimi ile belirli sınıfların uzlaşması sonucu gerçekleşen Fransız
Devrimi, tarihsel olarak hak ile batılı ya da proleterle burjuvayı bölen,
uzlaşmayı reddeden devrimi affetmemektedir. Bu devrimler, Amerika ve Avrupa
kurgusu için de tehdittir. Ekim Devrimi’ni tarihte ve toplumda bastırdığınıza
göre, sıra İran Devrimi’ndedir. Bugün ol sebep, eskiden gerilen kuşağın rengi
yeşilden aka dönüşmüştür.
AKP ideologları ve borazanları onu Kemalistlerin
Atatürk’ü ve Atatürk Türkiye’sini takdim etme biçimine öykünerek, nev-i şahsına
münhasır bir olgu olarak takdim etmektedir. Üzerinde durulan husus,
istisnacılıktır. M. Kemal “sosyalizm bize uymaz, biz özel bir milletiz” der,
AKP de aynı yöntemle, kendi iktidar kurgusunu özel ve mutlak bir olgu olarak
pazarlar. Oysa doksanlardan itibaren belirli bir süreç devrededir ve AKP bu
sürecin evladıdır. Misal, bu noktada bir tarikat şeyhi müritlerini şu şekilde
kandırmaktadır: “Ben Tayyip Bey’le konuştum, o mason gömleğini giyecek ve
onları kandıracak.” Kimin kimi kandırdığı ya da kandıracağı gün gibi ortadadır.
Doksanlarda esas hedef soğuk savaş döneminin ara
iktidar odaklarıdır. Batı, yeni ihtiyaçlar ve zorunluluklar doğrultusunda soğuk
savaş süresince teşkil olunan mekanizmaların dağıtılması emrini vermektedir.
Soros uzantısı TESEV’in başkanının, Kırgızistan’da ilk
karışıklıklar çıktığı vakit, “Leninist” taktiği uyguladıklarını söylemesi bu
süreci yansıtır. Önceden bir inşaat şirketinin danışmanlığını yapan Can Paker,
Kırgızistan’da renkli devrimler silsilesinin uç verdiği bu dönemde, kavmî kimi
oluşumları silâhlandırarak iktidara yönlendirdiklerini ikrar etmektedir. Renkli
devrimleri inşaat tekelleri danışmanlarının ideolojik olarak beslemesinde
şaşılacak bir şey yoktur. Bugün ise yapılacak inşaatlarda köle gibi çalışacak,
bunu arzulayan, milyonları idare etmek için bir tür İslam biçilmiş kaftandır.
Bernard Lewis ve Brzezinski, etnisite düzeyinde
Müslüman coğrafyanın bölünüp küçük devletler olarak Sovyetlere karşı bir hat
oluşturmasını, bu sürecin Sovyet Müslümanlarına sıçramasını talep eder. Yani
özünde “Leninist” değil, yeşil kuşakta öğrenilen bir yöntem devreye
sokulmaktadır.
Böylesi bir parçalanma sürecinde doğal olarak
İslamcılığın ümmetçiliği öne çıkıyor. Ama bu ideolojik yönelim, en fazla
küreselleşmenin bölgedeki ulusötesi seyrine hizmet eden bir etmen olarak iş
görüyor.
Yani Halep’te camiyi havaya uçuran muhalif güçlerin
bağırışları inşaat tekellerinin sevinç çığlıklarıdır. Bugün halka akbaba
diliyle yağmacılığı desteklemesi ve kendisine düşecek payı beklemesi
vazediliyor. İnşaat tekelleri ellerini ovuşturuyor. Garibana da kendisine
düşecek kırıntı için nefer ya da SA olmak öğütleniyor.
Elbette bu küresel sermayenin yürüyüşü bağlamında
Zeynel Abidin, Kaddafi, Mübarek ya da Esad çok uzak, çok düşman ya da çok
muhalif değildi. O vakit egemenler bu isimlerin tasfiyesine neden ses
çıkarmadı?
Bir şeyi gizlemenin en iyi yöntemi onu açıktan
yapmaktır. Yaşanan soygunun, yağmanın, sömürünün ve zulmün ortaklara ihtiyacı
vardır. Ortak bulmanın en geçerli yöntemi, demokrasidir. Bu demokrasi
açılımının İslamî bir tonda ve içerikte gerçekleşmesi daha makbuldür. Zira
bölgede tüm bu soyguna, sömürüye itiraz gerçekleştirecek yegâne güç, İslamî
harekettir. Ama bu demokrasi oyunu ile İslam da suça ortak edilmek
istenmektedir. Sus payları, rant paylaşımı, söz sahipliği ile İslamî güçler bu
paylaşım savaşında saflaştırılmaktadır.
İslamî hareket bugün iki renkte ilerliyor: ellilerde
Kissenger-Brzezinski önerisi ile devreye sokulan yeşil kuşak İslam’ı, yerini ak
kuşak İslam’ına bırakıyor. Ama bir de Suriye örneğinde daha fazla
marjinalleştirilecek olan ve kısmen El-Kaide’de temsil olunan, kara kuşak
İslam’ı var.
Yeşil kuşak İslam’ının derdi, Sovyetleri ezmek.
Yetmişlerin sonunda gene bir Yahudi ve CIA ajanı olan Bernard Lewis bu
stratejiye katkı yapıyor ve yeşil kuşak İslam’ının Sovyetler’deki Müslümanları
koparmak için kullanılmasını öneriyor. Sonuç alındığı kesin.
Bir CIA ajanı 1979’da İstanbul’a geliyor ve “Tahran
düştü, Türkiye’yi kaybedemeyiz” diyor ve böylelikle 12 Eylül darbesinin işaret
fişeği patlatılmış oluyor. Yüzyılın başından beri İran ile Türkiye arasında
politik anlamda bir kader ortaklığı var.
1979’da devrim İran’da. Bugün ak kuşak İslam’ı, bu
İran’ı ve temelde devrimi ezmek derdinde. İngiltere’den, Türkiye’den ya da
başka batı odaklarından gelen ve sürecin başına geçen İslamcılar teorik ve
pratik düzeyde İslamî hareket içerisinde İran İslam Devrimi’ni tasfiye etmiş
unsurlar. Bu küçük burjuva kesimler, İslamî ideolojiyi yaşatmak için çoktan
liberalizm etrafında tavaf etmeye başladı bile.
Ak kuşak İslam’ı, modern kapitalist bir devleti olduğu
gibi muhafaza edip İslamî manada yönetmek ve iktidar nimetlerinden istifade
etmek anlamına geliyor. Bu çizgiye çekilmiş İslamcılığın İran Devrimi’ni
tasfiye etmesi kaçınılmaz. “Ak”, mecazî olarak bölgenin düzlenmesi, pürüzlerin
giderilmesi, çatlakların sıvanması ve egemenlerin iktidar ilişkilerinin
engelsiz ilerlemesini ifade ediyor.
Frantz Fanon, Arap liderlerinin 12. ve 14. yüzyıl
arası dönemin ışıl ışıl parıldayan Darüsselam’ına geri dönmeyi bir diriliş
motifi olarak kullandıklarını söyleyerek bu girişimi sahipleniyor ve
Darüsselam’ı ormandaki yangının yayılmasını engellemek için çekilen “yangın
emniyet şeridi”ne benzetiyor. Oysa bugün Darüsselam’dan çok Darülharp’den söz
etmek gerekiyor. Şerit ancak bu sayede çekilebiliyor.
Dolayısıyla burada muhafaza edilen, İran Devrimi
değil, devrim, bu vurgulanmalı. Egemenlerin saldırılarına karşı sınır çekecek
bir pratik, sömürülenlerin-mazlumların saflaştırılmasını emrediyor. Bu
saflaşma, onların egemenlerin top namlularına sürülmelerine mani olmayı
gerektiriyor.
Devrimi muhafaza etmenin tek hakiki yolu ise devrim
yapmak.
Eren Balkır
1 Ağustos 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder