Nasrallah Söyleşisi
Julian Assange
17 Nisan 2012
Bu hafta bana Lübnan’da gizli bir yerde bulunan bir
misafir konuk oluyor. O, Ortadoğu’daki en sıra dışı simalardan biri. İsrail’le
birçok savaşa girdi ve şimdi Suriye ile ilgili uluslararası mücadelede belli
bir konum alıyor. Bilmek istediğim, ona milyonlarca insanın neden “özgürlük
savaşçısı” dediği ve aynı zamanda diğerlerinin onu neden terörist olarak
gördüğü. Bu, onun 2006’daki İsrail-Lübnan savaşından beri Batı’ya verdiği ilk
mülâkat. Partisi Hizbullah, Lübnan hükümetinin bir parçası. Seyyid Hasan
Nasrallah da onun lideri.
Hazır mısınız?
Ben hazırım.
İsrail ve Filistin’e dair görüşünüz nedir? Hizbullah
zafere ulaşacağını düşünüyor mu? Eğer muzaffer olur iseniz, silâh bırakacak
mısınız?
İsrail devleti, illegal bir devlettir. O, başkalarının
toprağı üzerine kurulmuş, başkalarının ülkesini gasp eden, onu kontrol altında
tutan bir devlettir. İsrail, ülkesinden kovulan Müslüman ve Hristiyan tüm
Filistinlileri katletmektedir. Bu nedenle, onlarca yıl geçse bile, zaman,
adaletin tecellisine mani olamaz. Eğer ben gelip sizin evinizi zorla işgal
edersem, aradan elli ya da yüz yıl geçse bile güçlü olduğum için evi işgal
edebiliyorum diye o ev benim olmaz. Bu, bana evin mülkiyetini vermez ve işgali
meşrulaştırmaz. En azından konuyla ilgili bizim mantığımız şu şekildedir:
Filistin, Filistin halkına aittir. Eğer ideoloji ve hukuku birleştirmek gibi
bir derdiniz varsa, politik olanı dinî temelde ifade etmek gerekirse, biz
kimseyi öldürmek, kimseyi alıkoymak istemiyoruz. Bize göre tek çözüm,
Müslümanların, Hristiyanların ve Yahudilerin barış içinde bir arada
yaşayacakları, Filistin toprağı üzerinde kurulacak demokratik bir devlettir.
Bunun dışındaki çözümler asla geçerli olmayacaktır.
İsrail, Hizbullah’ın sivil bölgelere füze fırlattığını
söylüyor. Bu doğru mu?
1948’de kurulduğu günden beri İsrail, Lübnan köylerini
ve şehirlerini bombalıyor. 1982-92 arası on yıllık direniş süreci ardından, biz
cevap vermeye başladık. Buradaki yegâne amacımız, İsrail’in insanlarımızı
bombalamasını durdurmaktı. Sonuçta 1993’te İsrail ile direniş arasında belli
bir anlaşma sağlandı ve bu 1996’da bir biçimde yeniden teyit edildi. Anlaşmaya
göre, her iki taraf da sivilleri bombalamayacaktı. “Sen bizim köylerimizi ve
şehirlerimizi bombalamazsan biz de bombalamayız” denildi. Sonuçta bu karara
İsrail, Lübnanlı sivillere onlarca yıl yaptığı saldırıların ardından varıldı.
Bizim saldırımızın temel amacı, İsrail ile Lübnanlı sivillerin katline ilişkin
olarak caydırıcı bir denge tesis edebilmekti.
Lübnan’daki Amerikan Büyükelçiliği’nden sızan
Wikileaks belgelerine göre, siz, Hizbullah üyelerinin yozlaştıklarını,
yolsuzluklara bulaştıklarını gördüğünüz vakit şaşırdığınızı söylemişsiniz, zira
bazı Hizbullah üyeleri spor arabalara binip geziyor, dışarıdan yemek yiyor,
ipek kıyafetler giyiyor. Sizce bu Hizbullah’ın Lübnan’da seçim politikasına
doğru evrilmesinin doğal bir sonucu mudur?
Öncelikle söylenenlerin doğru olmadığını
belirtmeliyim. Bunlar, Hizbullah’ın itibarını düşürmek ve onun imajını
zedelemek için üretilmiş dedikodulardır. Esas olarak bize karşı yürütülen medya
savaşının bir parçasıdır. Bildiğiniz üzere, bizim dünya genelinde mafya
organizasyonları içinde olduğumuzu ve uyuşturucu trafiğini örgütlediğimizi
söylüyorlar. Oysa bunlar, bizim dinen ve ahlâken karşı olduğumuz şeyler. Hakkımızda
bir yığın temelsiz şey söylüyorlar. Sizi temin ederim ki bu söylenenler doğru
değil. İkinci olarak, bu söyledikleriniz, esasta Hizbullah’ın çizgisini,
ideolojisini ve programını desteklemeyen, sonradan partiye dâhil olmuş kimi
zengin ailelerle ilgili bir meseledir. 2000’den sonra Hizbullah’ın, Lübnan’daki
direnişin önemli bir bileşeni olmayı başarması ve Lübnan’ı kurtarması, Lübnan
toplumunda bir mucize gibi karşılandı ve şaşkınlık yarattı. Çünkü böylesine
küçük bir grup, 33 gün boyunca bölgedeki en güçlü devlete karşı verdiği
mücadelede yenilmemişti. Dolayısıyla, sonuçta toplum içinde kendisini Hizbullah
yanlısı addeden ve onu destekleyen gruplar ortaya çıktı. Bunların belli bir
kısmı, zengin çevrelere ve mali gücü olan toplum kesimlerine mensuptu. Bu
nedenle Hizbullah’ın belli bir sapma yaşadığı söyleniyor ama bu, doğru değil,
bana da ulaşan bu türden malumatlar karşısında ben güven içerisindeyim ve
düzeltilmesi gereken bir şey olduğunu düşünmüyorum.
Neden Tunus, Mısır, Yemen ve diğer Arap ülkelerindeki
“Arap Baharı”nı desteklediniz de Suriye’dekini desteklemediniz?
Bunun açık bir dizi nedeni var. İlki, ilkesel olarak
biz, Arap devletlerinin içişlerine karışmak istemiyoruz, bu, bizim genel
siyasetimiz. Arap ülkelerinde yaşanan gelişmeler, çok ciddi ve önemli. Hiç
kimse, hiçbir hareket ve hiçbir parti, bu ülkelerle ilgili bir konum almamalı.
Herkesin bildiği üzere, Suriye’deki Beşar Esad rejimi, Lübnan ve Filistin’deki
direnişi destekledi, Amerikalıların ve İsrail’in basıncına rağmen geri adım
atmadı. Bu sayede Filistin davasına gayet iyi bir biçimde hizmet etti. Bizim
Suriye’ye yönelik olarak istediğimiz, diyaloga girilmesi ve reformların
gerçekleştirilmesidir. Zira ülkedeki bölünme, durumun giderek ciddileşmesine ve
Suriye’nin bir iç savaşa doğru sürüklenmesine neden oluyor. İsrail ve
Amerika’nın istediği de budur.
Geçen hafta sonu Humus’ta, aralarında benim de
tanıdığım bir gazeteci Marie Colvin’in de bulunduğu 100 kadar insan öldürüldü.
Amaçsız yere bir ülkenin yok edilmemesi gerektiğine ilişkin sözlerinizdeki
mantığı anlıyorum. Mümkünse bir ülke, reform yoluyla değiştirilmelidir elbette.
Hizbullah’ın “bu yaşananlar yeter” demesi için belli bir kırmızıçizgisi var
mıdır?
Suriye’deki olayların başından beri ülkedeki
liderlikle sürekli temas hâlinde olduk. Kimi dostlarla görüştük ve birbirimize
reformlarla ilgili olarak bazı tavsiyelerde bulunduk. Ta başından beri Beşar
Esad’ın radikal bir dizi reformu uygulamak istediğinden eminim. Bu, aldığımız
konumumuz konusunda sahip olduğumuz güveni tazeledi. Ben de birkaç kez halk
önüne çıkıp bu konumumuzu dillendirdim. Lübnanlı ve diğer Arap liderlerle
yaptığım toplantılarda sürekli aynı şeyi söyledim: Ben, Esad’ın reform yapmak
istediğinden eminim. Esad, gerçek bir dizi reform yapacaktı. Ama muhalefet,
diyalog fikrine karşı çıktı. Daha da önemlisi, belki de ilk kez ifade edeceğim,
biz muhalif unsurlarla da temas kurduk. Onları yüreklendirmek ve rejimle
diyalog sürecini kolaylaştırmak istedik. Bu partiler diyalogu reddettiler. Ta
başından beri bir tarafta reform yapmak isteyen ve diyalog kurmaya çalışan
rejim, diğer tarafta ise diyalog için hazır olmayan muhalefet duruyor. Herhangi
bir reformu kabul etmeye de hazır değiller. Tek istedikleri, rejimi yıkmak.
Sorun da bu zaten. Sonuçta Suriye’de olup bitenlere tek taraflı değil, iki
taraflı bakmamız lâzım. Silâhlı muhalif birlikler çok sayıda sivili
öldürmüştür.
Size göre Suriye’deki durum nereye gidiyor? Ülkedeki
katliamların durdurulması için ne yapmalıyız? Siz diyalogdan söz ettiniz ama
üzerinde konuşulacak en basit şey diyalog. Suriye’deki kanın durması için ne
tür tedbirler alınabilir?
Bir önceki soruyla ilgili olarak bir şeyleri belirtmem
gerek. Suriye içinde savaşan gruplara dışarıdan bazı Arap ülkeleri para ve
silâh temin ediyorlar. Herkesin işittiği üzere, El-Kaide’nin lideri Dr. Eymen
Zevahiri, bazı savaşçılarının Suriye’ye gittiğini söyledi. Onları başka gruplar
da takip ediyor. Farklı ülkelerden gelen bu gruplar, Suriye’yi bir savaş
alanına çeviriyorlar. Suriye muhalefetini para ve silâh açısından destekleyen
bu ülkeler, Suriye muhalefetini masaya oturtup meseleyi politik düzlemde çözmeye
zorlayabilirler oysa. Birkaç gün önce de söylediğim gibi, Arap ülkeleri
İsrail’le politik görüşmeler için hiç durmaksızın onlarca yıl uğraştılar. Oysa
İsrail, bölgede diyalog anlamında tek bir adım bile atmadı. Suriye konusunda
politik diyalog noktasında bir iki ay bile kâfi gelecekken hiçbir şey
yapılmıyor ve bu pek de âdil bir tutum değil.
Suriye rejimi ile muhalefet arasındaki çatışmalarda
medyanın bir kesimi, muhalefeti ABD ya da Suudi Arabistan’ın ajanı olarak
gösterirken bir kesim de sizi Suriye rejiminin ajanı olarak gösteriyor.
İnsanları Suriye rejiminin ajanı olmadığınız konusunda ikna ettiğiniz takdirde,
barış için adım atar mısınız?
Hizbullah’ın otuz yıllık hayatının da ispatladığı
üzere, o Suriye’nin ajanı değil, dostudur. Bildiğiniz gibi Lübnan’daki politik
hayatın çeşitli dönemleri vardır. Belli dönemlerde bizimle Suriye arasındaki
ilişkiler pek iyi olmamıştır örneğin. Aramızda bazı sorunlar yaşanmıştır.
Eskiden Suriye-Lübnan ilişkilerinden istifade eden ve bu ilişkilerden
etkilenenler, bugün bize karşı çıkıyorlar. Hizbullah, Suriye’nin Lübnan ile
arasındaki ilişkilerin basıncı altında kaldı çoğu vakit. Lübnan muhalefetine
mensup çeşitli politik kesimlerin de bildiği üzere, biz Suriye’nin ajanı değil,
dostuyuz. İlk nokta bu. İkinci nokta ise daha önce belirttiğim gibi, biz
politik çözümü destekliyoruz. Biz, politik çözüm için her türden gayreti ve
katkıyı sunmaya hazırız. Daha önce belirttiğim gibi, Suriye’deki bazı
partilerle görüşme talep ettik ama onlar, bu türden temasları ve rejimle
diyalog içine girmeyi reddettiler. Rejimle görüşme niyetinde olan her kesimle
rejim arasında arabuluculuk yapmak, bizi mutlu kılacaktır. Ayrıca biz, başka
kesimlerden de politik çözüme katkıda bulunmalarını istiyoruz.
İnanıyorum ki bu muhalefet grupları, Hizbullah’ın bu
çözüm yoluna itibar edeceklerdir ancak eğer Hizbullah, “benim bir kırmızıçizgim
var” derse ve Suriye’deki Esad rejimi, kendisinin kabul edemeyeceği hususları
öne çıkartırsa, bu noktada Esad rejimi, bazı şeyleri yapıp yapmama konusunda
serbest olabilecek mi?
Evet, kesinlikle serbesttir. Cumhurbaşkanı Esad’ın da
Suriye’nin de kırmızıçizgileri var ve biz kırmızıçizgileri onaylıyoruz. Ama
ortada sürüp giden bir kavga var. Bir taraf geri çekilirken diğer taraf
ilerliyor. Dolayısıyla politik çözüm yolu da kapanıyor. Bu süreç bir şekilde
devam edecek, zira bir taraf ilerliyorken diğer taraf geriliyor.
Tunus hükümeti Suriye rejimini artık tanımayacağını
ilân etti. Tunus, Suriye ile ilişkilerini kesmek gibi, bu türden keskin bir
manevrayı neden yaptı?
Kanaatime göre, Tunus ve başka ülkelerce alınan bu
tavır, yanlış değilse bile eksik bir dizi delile dayanıyor. Elbette batılı ve
Arap hükümetlerince takdim edilen yanlış bilgiler de mevcut. Bunlar, rejimin
birkaç hafta içinde yıkılacağını söylüyorlar ve bekledikleri zaferin bir
parçası olmak istiyorlar. Kendi inancımı bu noktada gizlemiyorum, şöyle ki,
belki de bu türden konum almalarının bir nedeni, genç ve yeni hükümetlerin zor
bir sınav veriyor olmaları, dolayısıyla ABD ve batılı güçlerle herhangi bir tartışma
içine girmek istememeleridir. Bu tip meselelerde ilgili güçleri yatıştırmak,
işlerine geliyor.
Uluslararası bir medya şebekeniz var. ABD, Menar
(“Deniz Feneri”) isimli TV kanalınızın kendi ülkesine yayın yapmasına mani
oluyor. Aynı zamanda Amerika, kendisinin konuşma özgürlüğünün kalesi olduğunu
da iddia ediyor. Amerikan hükümetinin Menar’dan bu denli korkmasının
nedeni nedir?
Onlar, Hizbullah’ın terörist bir örgüt olduğunu ve
insanları öldürdüğünü söylüyorlar ama eğer âdil bir yargılama olsa, bizim
esasen kendimizi müdafaa etmeye çalıştığımızı görecekler. Bu noktada Amerikan
yönetimi, bizim kendimizi müdafaa etmemize bile izin vermiyor. Dünyaya
kendimizi anlatmamızı istemiyor, bu nedenle de sesimizin insanlara ulaşmasına
mani oluyor.
Bir lider olarak, kendi insanlarınızı düşman ateşi
karşısında nasıl bir arada tutabiliyorsunuz?
Asıl mesele, bizim belirlediğimiz bir hedefimizin
olmasıdır. Bu hedef, insanî, ahlâkî, imana dayalı ve vatansever bir hedeftir.
Bu, tartışma götürmez bir hakikattir. Bu hedef, işgal altındaki toprakları
kurtarmaktır. Hizbullah’ın ilk planda kurulmasının nedeni budur. İlgili hedef
konusunda Lübnanlılar arasında herhangi bir ayrışma söz konusu değildir. Biz,
hükümete girmek ve politik iktidar için rekabet etmek istemedik. İlk kez Lübnan
hükümetine 2005 yılında girdik. O günkü amacımız, iktidarı ele geçirmek değil,
direnişin sırtını sağlama almaktı. 2000’de kurulan hükümetin direniş aleyhine
yanlış bir iş yapmaması gerekliydi, zira tek korkumuz buydu. Güttüğümüz hedef
doğrultusunda her türden husumetten kaçındık, önceliklerimizi belirledik, bu
amaçla hedefe ulaşmak için herkesin bir arada olup işbirliği içinde hareket
etmesi yönünde çalıştık. Bu âna dek her türden bitmek bilmeyen ağız dalaşından
uzak durduk. Lübnan’da tartışılan çok sayıda mesele var. Biz, bu konularla
ilgili tartışmalara duhul etmekten ve bu tip tartışmalarda belli bir konum
almaktan kaçındık. Bizim temel önceliğimiz, ülkemizin özgürleşmesi ve Lübnan’ın
mevcut tehdide karşı korunmasıdır. Çünkü biz, Lübnan’ın hâlâ bir tehditle karşı
karşıya olduğuna inanıyoruz.
Geçmişe, çocukluk dönemine, bir manavın oğlu olduğunuz
o günlere dönersek eğer, Lübnan’daki o evinize dair ilk aklınıza gelen nedir? O
döneme ilişkin hatıratınız politik görüşlerinizi hiç etkiledi mi?
On beş yaşına dek Güney Beyrut’un bir mahallesinde
yaşadım. Bu mahallenin kendine has özellikleri mevcuttu. Doğal olarak insanın
içinde yaşadığı çevre, onun kişiliğini de etkiliyor. Bu mahallenin bir
özelliği, fakir oluşuydu. Şiilerin, Sünnilerin, Ermenilerin ve Kürdlerin
yaşadığı bir mahalleydi burası. Ayrıca Filistinliler de yaşıyordu burada.
Böylesine karışık bir çevrede doğup yetiştim ben. Bu, beni Filistin konusunda
daha bilinçli ve ilgili kıldı. Zira Filistin komşumuzdu ve maruz bırakıldığı
adaletsiz koşullar beni alabildiğine etkiliyordu. Hayfa, Akka, Kudüs ve
Ramallah gibi şehirlerden gelen çok sayıda insan vardı mahallemizde. Doğup
büyüdüğüm çevre, böyle bir yerdi.
İsraillilerin şifreleme yöntemleri ile ilgili sizin
anlattığınız bir fıkrayı okudum geçenlerde. Ben de şifrelemeyle ilgili olduğum
için bana bu fıkra epey ilginç geldi. Bildiğiniz gibi Wikileaks de ciddi bir
gözetim altında bugünlerde. Bu fıkrayı hatırlıyor musunuz?
Evet, basit olanın karmaşık olanı nasıl yendiğinden
bahsediyordum orada. Örneğin Lübnan’daki İsrail güçleri, silâh ve iletişim
açısından oldukça karmaşık teknolojiler kullanıyorlar. Diğer yandan, direniş
ise bir halk hareketi. Direnişin üyeleri, çoğunlukla çiftliklerden, tarım
bölgelerinden gelen köylü gençler. Bunlar, çoğunlukla sıradan telsizlerle
iletişim kuruyorlar. Karmaşık olmayan, oldukça basit cihazlar bunlar. Gençler,
iletişim esnasında şifre kullanmaları gerektiğinde, köylerindeki argo benzeri
sözcüklere başvuruyorlar. Bu sebeple, dinleme cihazlarının ve bu konuşmalardaki
şifreleri çözmeye çalışan bilgisayarların arkasında onları dinleyen bir
kişinin, o köylerde uzun yıllar yaşamadıkça konuşulanların ne anlama geldiğini
çözmesi imkânsız. Örneğin gençler, köylülere has ifadeleri kullanıyorlar. "Kuşgana”
(bakır tencere) ve “kürük” (sıpa) gibi köylülerin kullandığı kelimelere
başvuruyorlar. İsrail’in hiçbir istihbarat ajanı ya da bilgisayarı bu türden
kelimeleri asla anlamıyor. Ama bu türden kelimeleri kullanmak, Wikileaks
karşısında işlevsizleşiyor tabii!
Şimdi size provokatif bir soru yöneltmek istiyorum.
Politik bir soru değil ama. Siz, Amerika denilen süper gücü lânetlediniz. Allah
nihai olarak bir süper güç değil midir ve bir özgürlük savaşçısı olarak siz,
aynı zamanda insanları tektanrıcılığın totaliter anlayışından kurtarmaya
çalışıyor sayılmaz mısınız?
Biz, yüce Allah’a inanıyoruz. Bu varoluşu yaratan,
O’dur. Allah, bizleri yaratırken bedensel ve ruhsal beceriler bahşetti. Biz,
bunlara “güdü” diyoruz. Dinî yasalardan ayrı olarak ele alınsa bile insanlar
belirli güdülere sahiptirler. İnsanlar doğruyu söylemek gibi bir güdüye
sahiptirler. Güdüler, doğrunun iyi, yalanın kötü, adaletin iyi, adaletsizliğin
kötü olduğunu söylerler. Fakirlere ve mazlumlara yardım edip onları korumak iyi
bir şeydir. Ama başkalarına saldırıp onların kanını dökmek ise korkunçtur.
Amerikan hegemonyasına, işgale ya da bize ve halkımıza karşı yapılan
saldırılara karşı direnmek, ahlâkî, güdüsel ve insanî bir meseledir. Allah da
böyle olmasını ister. Bu anlamda, ahlâkî ve insanî ilkeler, Allah’ın yasası ile
tutarlıdır. Çünkü İbrahimî dinler, insan aklı ve güdüleri ile çelişen bir şey
ortaya koymamışlardır. Dinlerin yaratıcısı ile insanların yaratıcısı aynıdır.
Herhangi bir ülkede ya da evde bile iki lider olabiliyor. Ama milyarlarca yılda
meydana gelmiş olan kâinatın belli bir uyum içinde olması da gösteriyor ki
Allah tektir. Birden fazla tanrı olsaydı, bölünüp parçalanırdı. Bu noktada biz,
kimseye dinî bir dayatma içinde olmayız. Hz. İbrahim, her daim diyalogdan yana
olmuş, belirli delilleri ortaya dökmüş bir peygamberdir. Yolumuz O’nun yoludur.
Teşekkür ederim Seyyid.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder