2003’te yönetmen Lars von Trier, Jørgen Leth’le
birlikte bir proje hazırlar. Projede Trier, Leth’in 1967’de çektiği Mükemmel
İnsan filmini kendisinin tayin ettiği bir dizi yasakla beş kez yeniden
çekmesini ister. Filmin Küba’da çekilmesi, kadın kullanılmaması ya da bir
versiyonun çizgi film olarak hazırlanması gibi maddelere uygun olarak Leth,
projeyi tamamlar ve ortaya Beş Engel filmi çıkar.
Bu türden bir yöntemi Fikret Başkaya’ya uygulasak[1],
ondan “bürokrasi” ve “Stalin” sözcüklerini kullanmadan, basit bir kompozisyon
kaleme almasını istesek, Başkaya’nın bir cümle bile yazamayacağı görülecektir.
Sürekli kendi benliğinin ve kişiliğinin işaretlenmesini
istemeyi politiklik zannetmek, Başkaya’nın alamet-i farikasıdır. O, tüm ömrünü
bu kavramların reddiyesi üzerine kurmuş, onca yıldır teorik manada tek bir adım
atamamış, bu, politik ve ideolojik açıdan kısırlaşmayı beraberinde getirmiştir.
Kısırlaşma, doğalında, kolaycılığı tetiklemiş,
ötelemek, öte diyarlara savurup atmak için o, içi boş bir sınıf mücadelesi ve
kitleden dem vurmuş, ama örneğin her liberal gibi o da Stalin ile Kemal’i yan
yana koyabilmiş, aradaki sınıfsal-politik farklılığı silikleştirmiştir. Onca
sınıf mücadelesi ve “işçilerin kurtuluşu onların kendi eseri olacaktır”
ayetinin yinelenmesi işe yaramamış, nedense Stalin-Kemal arasındaki farklar,
sınıfsal-politik açıdan analize tabi tutulamamış, aradaki ayrım bir ânda
silikleşmiştir. Bu tavrın tabii ki Ekim Devrimi’ni devrimden saymamakla bir
ilgisi vardır.
Özgür Üniversite, Kürd kurtuluş savaşının zirvede
olduğu dönemde Yalçın Küçük gibi isimlerin bir hava yastığı olarak örgütlediği
mekânlardandır. Buralarda devrimci hareketten ve Kürt hareketinden gelen,
metropolün tadına varmış gençler, birer bireye dönüştürülüp teker teker likide
edilmişlerdir. Doksanlarda İstanbul’daki bürosunun duvarında yazan şu söz,
siyaseten ne yaptığını, ne işe yaradığını özetler niteliktedir: “Rakibini
geçemiyorsan, onun ilerlemesine engel ol.”
Kimi dönemler belli sol gruplar, özellikle
troçkistler, üniversiteyi ele geçirmiş, burada, içinde bürokrasi ve Stalin
geçen “yeni” cümleler kurmaya çalışmışlardır. Sosyalist hareket, kendi topuğuna
sıkmayı, kendisine çelme takmayı, akademinin küçük burjuva sularında boğulmayı
buralarda öğrenmiştir.
“Özgür” Üniversite gibi kurumlar, küçük burjuvanın
özel olma takıntısını gıdıklamış, onlara ukalalığı ve kibri solculuk zannetmeyi
öğretmiştir.
Özgürlük, bir yanılsama olarak aşma meselesine
indirgenmiş, haddini bilmeyenler, teorik, ideolojik ve politik düzeylerde
gördüğünü varsaydığı tüm engelleri aşmayı bilip öğretmeyi maharet saymışlardır.
Bu noktada ayrımlar, farklar ve sınır çizgileri silikleşmiş, havada uçan, ayağı
yere basmayan, yüzergezer bir yarı-aydın güruhu ortalığı, zombi filmlerindeki
kimi sahneleri aratmayacak bir biçimde, sarmıştır.
Akademi, eldeki burjuvazi ve devlet için başarılı
olanı mutlaklaştırıp satmakla yükümlüdür. Bugün sermaye, yüksek maliyetli
bulduğu araştırma-geliştirme işlerini üniversitelere havale etmiştir. Hocalar
ve asistanları, bilimi ve sanatı bu alana bağlamaktan başka bir şey
yapmamaktadırlar. Herkes, basit anlamda ekmek davasında ve hayatta kalma
uğraşındadır. Solculuk, bu uğraşın süsü püsüdür. Hepsinde birer yaka kartı
vardır ve o kartlarda sermayenin hizmet kadrosu listesindeki isimler yazılıdır.
Özgür Üniversite de yaklaşık yetmiş yıldır
burjuvazinin mekânlarına giriş kolaylığı sağlayan “bürokrasi ve Stalin
eleştirmeni” yazan bu türden bir yaka kartıyla kendi konumunu pekiştirmektedir.
Burjuvazi, kendi konumunun “mutlaklığına” halel getiren her türlü çıkışı
talileştirmek, geçicileştirmek ve parçalamak için hamle yapmaktadır.
Yani işçiler birleşecek, bir olacaksa, Başkayagiller
hemen “tekleşme” eleştirilerine ait mızraklarını çıkartıverirler. Devrimci
hareket, birleşme sürecini hakikatin zorunluluğuna uygun olarak dile dökmeye
başladığında bu liberaller, kendi sınıflarının tekliğini korumak adına,
çoğulluk edebiyatı yaparlar. Komünist hareket nereye elini atsa bunlar, orayı
silikleştirmeye, oranın içini boşaltmaya, orayı eritmeye ve geçersizleştirmeye
çalışırlar.
Başkaya kendisine hitaben söylenmiş, “bağımsız
sosyalistler örgütlensinler ya da konuşmasınlar” eleştirisini savuşturmak için
türlü taklalar atar. Dördüncü Enternasyonal boşa düşmüşse, o, üçüncü ve
ikincisini de düşürür. “Bakacağımız yer Birinci Enternasyonal’dir” der. Esasen
onun da bir kıymeti yoktur. Çünkü Başkaya, Bakunin ve Marx arasındaki teorik ve
politik kavgaya bakmaz. Marx’ın “eşek ve sahte peygamber” olarak nitelediği
Bakunin’i tasfiye etmek adına enternasyonalin merkezini New York’a taşıdığı
gerçeğine gözlerini kapar.
Engels, bu hususta şu can alıcı tespiti yapar:
“Bakunin için Enternasyonal, gelecek toplumun çekirdeği, bizim içinse
ilkörneğidir.” Burada Engels, özünde, Bakunin’in devrimci ve politik olmadığı
üzerinde durur. Ki sonuçta Bakunin, Avrupa ülkeleri ile Rusya arasındaki
rekabetten istifade eder ve bir süre sonra da Çar’ın eteklerini öperek siyasi
hayatını sonlandırır.
Başkaya gibi liberal küçük burjuvalar, meselelere
mülkiyet ve rekabet ölçülerine göre baktığından, “her şeyin başı ve sonu ben
olmalıyım” takıntısı ile hareket ettiğinden, kendilerini bir başlangıç
belirlemek zorunda hissederler. Burada başlangıç, adı üstünde, Birinci Enternasyonal’dir.
Oysa bu enternasyonalin önceli vardır: Adiller
Birliği. Marx ve Engels, esas olarak içe doğru, içrek ve içten bir dille
yazdıkları Manifesto’da bu Adiller Birliği’nin teorik, ideolojik ve
politik gidişatına ve güzergâhına müdahalede bulunurlar. Temelde metin, bu
birliğin eleştirisi ile yüklüdür. Bu anlamda Manifesto’nun salt
sosyoloji, iktisat ya da tarih biliminin Procrust yatağına yatırılması
yanlıştır. Bu uğraş, metnin politik niteliğini berhava edecektir.
“Procrust yatağı” tabiri, Elen mitolojisinde
seyyahları demirden yatağına yatırdıktan sonra, yatağa tam uysun diye bacakları
uzunsa kesen, kısaysa uzatan bir eşkıya hikâyesine dayanır. Dolayısıyla, Manifesto’da
kesilip atılan ya da uzatılan ifadeler, politik niteliğinin silikleşmesine
dairdir. Burada Marx ve Engels, “tüm insanlık kardeştir” şiarını atan Adiller
Birliği’ni eleştirerek, “hayır, tüm insanlar kardeş değildir, bazıları
kardeştir ve tüm insanlık ikiye bölünmüştür: işçiler ve burjuvalar” der.
Birliğin bu hümanist tutumunu işçi sınıfına dayatmak
da mümkündür. Anlaşılan Başkaya bu hattın devamcısıdır. Onun zihninde işçi,
yüce insan ve birey ideasının içinde erir ve kaybolur. Bu hamle de işçi
olmaktan korkan, işçi olmaktan tiksinen, işçi olmaktan sürekli kaçan küçük
burjuvalara sıcak gelir.
Bu ayrım, yani bazı işçilerin “kardeş” olduğu yönündeki
politik ayrımı da Lenin’i var eder. Başkaya’nın esasta Stalin saldırısı Lenin’e
yöneliktir ve kafasında tarihsel-toplumsal açıdan hiçbir kırılmaya, dönüşüme ve
sıçramaya maruz kalmamış “metafizik” bir marksizm kurgusunu muhafaza etmek ve
kendisini bu kurgunun mutlak, biricik taşıyıcısı olarak lanse edip satmak
istemesiyle ilgilidir.
Lenin demek örgüt demektir, Lenin’in ifadesiyle,
örgütlenme işçi sınıfından öğrenilmiştir. Lenin’i silmek, işçinin adını
yaldızlayıp kendisini silmek demektir. Bu, tinerci çocuklar için düzenlenen
lüks balolara o çocukların sokulmaması gibidir.
Dev-Sağlık Sendikası, doktorlarla bir çalışma yapar ve
sendika görevlisi, yaşanan neoliberal süreci anlatırken, bir bayan doktor, “bir
dakika, siz bizim işçi olduğumuzu mu söylüyorsunuz?” diye sorduktan sonra
sendikacı “evet” der, bunun üzerine doktor, “ben işçi olmamak için onca yıl
okudum” diyerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar.
Sol, genel olarak bu doktorun endişelerine ve
korkularına kilitlenmiş durumdadır. Kendi varlığını burada tanımlamaktadır.
Dolayısıyla, Özgür Üniversite ve Fikret Başkaya’nın örgüt düşmanlığı da bir
seviye üstte, bir biçimde işçileşmeyi emreden örgütlülüğü tasfiye etmeye
niyetlenen küçük burjuvazinin liberal özgürlük yalanına hizmet etmektedir.
Bu noktada herkes gibi Başkaya da Marx’a atıfta
bulunmaktan geri durmaz ve teorik çalışmanın pratik-örgütsel çalışmanın önüne
konulması gerektiğine ilişkin bir cümlesini öne çıkartır. Bu lafı eder, ama
onca yıldır kendisinin solun entelektüel birikimine ne kattığını hiç
sorgulamaz. Batıdaki bazı isimlerin taşeronluğu ve “copy-paste” entelliği
dışında, elde bir şey yoktur. Örneğin her aydın gibi bir tarih çalışması yapmış,
ama bu yoğunlaşma şu tür cümleleri üretmiştir: “Osmanlı İmparatorluğu her zaman
siyasi bağımsızlığını koruyan bir devlet olarak varoldu. Bu durum 1908-1923
sonrasında da öyleydi.”
Bir ilkokul öğrencisi bile “peki hocam
kapitülasyonlar, Lozan, Kore, 6. Filo, Adriyatik-Çin Seddi, 28 Şubat, bugün
Suriye ve İran?” diye sorabilir pekâlâ.
Özgür Üniversite’nin tüm ömrü boyunca teorik ve
ideolojik süreçlere dair ve içre herhangi bir müdahalesi ve katkısı olmamıştır.
Mesele bağcıyı dövmek olunca, taş üstün(d)e taş koyma(ma) derdi de olmaz, bu
dert olmayınca varlık içten içe çürü(tü)r.
“Örgüt
veya örgütler, devrim öncesinde muhalefetin yükselmesi ve devrim sonrasında da
rotanın şaşmasını, yalpalamaları ve zaafları engelleyici bir işlev
görebilir.”[2]
Bu tespite göre, devrimde örgütün yeri yok. Onu zaten
sınıf yapıyor. “Örgütlülük” yazısında da gerileme döneminde örgütü muhafaza
etmenin yanlışlığından bahsediyor Başkaya. Oysa gerileme döneminde üstelik daha
sıkı ve disiplinli bir örgütlülük zaruret değil midir? Düz mantıkla şu
söylenebilir: bir (karşı) devrim dönemindeyiz, öyleyse buna Ömer Laçiner gibi
sarılıp “burjuva demokratik devrimi” diyebiliriz, Başkaya gibi geri çekilip
“örgütleri dağıtın” diye de bağırabiliriz. Devrimde örgüt yoksa, bugün yaşanan
şu veya bu şekilde “devrim”se örgüte de gerek yok, Başkaya’ya göre.
Zaten bu örgütler de altmışların sonunda üniversitelere
sınıf atlamak adına girmiş, işçilere ve köylülere emir yağdırmak ve onları
yönetmek için deli divane olan, kafası kırık, saplantılı bir avuç zibidinin
kurduğu “hiyerarşik, askerî, anti-demokratik ve bürokratik” çöp tenekesi, bir
tekme atıp devirelim hepsini! Hepsi öyle geri zekâlı ki emirleri Sovyetlerden
vs.’den alıyor, hayal âleminde dolaşıyor, hiçbirisinin sınıfla, halkla bağ
kurmak gibi dertleri de yok. “Bir an önce iktidarı alalım” diye ortalığı yakıp
yıkıyor. İktidar saplantılı sapık sürüleri! Başkalarına emir vermekten haz
duyan birer manyak…
Ozan Arif, ülkücülerin türkücüsü, bir röportajında:
“devrimciler esasında çok yiğit insanlardı, ama Stalin gibi gâvurlara
tapıyorlardı” diyor. Başkaya gibi aklıselim, “entelektüel derinliği” olan
“rektör”lerin bir ülkücünün gördüğünden daha başka şeyleri görüp söylemesi
gerekmez mi? “Moskof uşakları” diye bağırıp devrimcilerin üzerine saldıran
ülkücü çetelerin akıl ve zihninden farklı bir hat çizmiyorsa Başkaya’ya niye
“sosyalist” diyoruz ki? Sosyalizm konusunda bir iki şey biliyor diye mi?
Ayrıca Başkaya’nın yukarıda alıntılanan tespitine
yönelik şu tip sorular yöneltmek mümkün: “Rotanın şaşmasını, yalpalamaları ve
zaafları engelleme” görevi, neden sadece devrim sonrasına aittir? Ya da devrim
öncesinde sığ bir muhalefet hareketi değil de iktidar hedefli bir hareket
çıkartmak neden yanlış? Başkaya, kendisinin hiç olmayacağı bir devrim momentini
kendi varlığı ile bütünleştirip neden böylesi bir ayrıma gidiyor? Pratikte hiç
olmak ve kendisine halel getirmemek için mi?
Yani “rota şaşmasını, yalpalamaları ve zaafları
engelleme”, neden devrim öncesinde iktidar hedefli bir devrimci hareketin
görevi olmuyor? Bunu ayırmak, Başkaya’nın neden çıkarına? Devrimden önce rota
yok da devrimden sonra mı var? Devrim öncesi devrimci mücadelenin rotaya
ihtiyacı yok mu? Devrimi olmayacak bir dua olarak görmek, göstermek kimin işine
gelir? Devrimci disiplin, işbölümü ve hiyerarşiyi nasıl olsa gerçekleşmeyeceği
varsayılan ya da gerçekleşmesi istenmeyen bir devrim ânının ötesine fırlatmak
ve bugünde oluşan disiplin, işbölümü ve hiyerarşinin gereklerinden kaçmak,
hangi sınıfın tavrıdır?
Bu polemiğin fitilini tutuşturan Çetin Veysal da
tribünlere oynuyor, vitrin süslüyor. Yazısı boyunca “komünist” dememek için
taklalar atıyor, “komünizan bireyler” diye anlamsız bir lafı sürekli yineliyor.
Demokrasi güzellemesi ile birlikte, kafasında şekillendirdiği harman yerine
gelsin diye Başkaya’ya davetiye çıkartıyor. Başkaya da “vitrin mankeni olurum,
ama şartlarım var” diyor. Devamında davet edilmenin yol açtığı şımarıklıkla,
“benim vitrinim Özgür Üniversite” diye diretiyor. Ve soruyor: “Özgür
Üniversite’de yaptıklarımız politika dışında bir şey midir?”
Biz cevap verelim: politik olan, politik olmuş,
muhtemeldir ki politik olacakla ilgili malumat sahibi olmak, kimseyi politik
yapmaz. Özgür Üniversite, kuruluşu, mayası, iskeleti itibarıyla apolitikti ve
böyle olmakla ayakta kalacağını ta başından itibaren biliyordu. O hep diyet
ödedi, düzen de likidasyon faaliyeti için ona hiç ses çıkarmadı. Politikadan
kaçanların ve politikadan kaçanları etrafına toplayarak prim yapmak
isteyenlerin yuvası oldu.
Başkaya’nın odasındaki dart tahtasının ortasına Stalin
resmi asması ve sürekli ruhunu elindeki okları fırlatarak arındırmaya çalışması
boşunaydı. Zira Stalin’i önemseyen ya da stalinist bir yapı olsaydı, bu ülkede Özgür
Üniversite zaten olmazdı. Böyle olduğu için de işbölümü gereği o, “Stalin ve
bürokrasi eleştirmenliği” görevini, Bekçi Murtaza misali, bir varlık meselesi
olarak algıladı.
Komünistleri, sosyalistleri ve devrimcileri
burjuvazinin demokrasi yalanına kul etme gayreti sürdüğüne göre, sınıftan,
halktan ya da mazlumlardan değil, bireyden sürekli bahsetmeye devam ettiğine
göre, o şeytanlaştırdığı Stalin’in ne adı ne eylemi ne de sureti vardı bu
ülkede.
Başkaya, burjuvazinin sol içinde oluşturduğu
hiyerarşi, disiplin ve işbölümü bağlamında hareket ediyor, ona sürekli bu
konumda durması telkin ediliyordu. Ondaki Kemalizm eleştirisi de liberaldi:
“Bürokrasi,
demokrasinin dolayısıyla da sosyalizmin inkârıdır. Bu anlayışın geçerli olduğu
yerde, kitle eğitilmeye, bilinç götürülmeye muhtaç, kendiliğinden hiçbir şey
yapma yeteneği olmayan, edilgen, ‘profesyonel devrimcilerin’ örgütü tarafından
adam edilmesi, ‘kurtarılması’ gereken pasif bir nesne olarak görülür.”
Görülüyor ki Başkaya, örtük ve açık olarak, “askerî
vesayet” eleştirisi yapıyor, en az Rasim Ozan ve zevcesi Nagehan Alçı kadar
küstahlaşabiliyor.
Gençlik yıllarında marksistlerle tartışan Troçki,
liberalizmin verdiği küstahlıkla, onlara cahil bir eda ile şunları söylüyor:
“bir kişinin peşinden gidecek kadar aptal mısınız?” Kendi bireyliğini
karşısındakine yansılayan, onu da (güya) birey olmaya zorlayan bu yaklaşımın
marksistlere yönelik saldırısında gizli olan burjuva tutum, bugün de varlığını
sürdürüyor. “Örgüte, kişiye, ideolojiye vs. tapılır mı, siz aptal mısınız?”
Kazıma işlemi yapmak mümkün: “Özne ol” emrinin altını kazıyınca “birey ol”,
bunun altını kazıyınca da “burjuvaziye kul ol” çıkar.
Başkaya da küçük burjuvaları kolektif bir işin
isimsiz-adressiz bileşenleri olup “işçi”leşmelerine mani olmaya çalışıyor. “Biz
örgütlenmeyi işçi sınıfından öğrendik” diyen Lenin’i artık olmayan, savaşmayan
bir Marx karikatürü adına tarihin çöplüğüne atıyor. Ekim Devrimi’ni basit bir “hükümet
darbesi” olarak görüyor ve böylelikle kendi liberal teorisini haklı ve meşru
kılacağını zannediyor. Karşı çıktığı örgüte ve örgütlülüğe dair ve ait bir
zafer olarak Ekim’i önemsizleştirirse örgütü ve örgütlü oluşu da
geçersizleştireceğini düşünüyor.
Ama hayat ve hakikat, böylelerini toprağa gömerek
ilerliyor. Ezilenler ve sömürülenler, örgütü ve örgütlü oluşu kendi
bağırlarından günbegün çıkartmayı biliyorlar. Düşmana hizmet adına birileri
çıkıyor, örgüte ve örgütlülüğe mazlumları ve sömürülenleri yabancılaştırmak
amacıyla içte ajanlık faaliyeti içine giriyor. Kimilerini ölümle korkutuyor,
kimilerini hayatla kandırıyor, kimilerini “senden kral yok” diyerek gazlıyor,
kimilerini kafkaesk bir böceğe dönüştürüyor, kimilerini de “nesne de nesne,
kitle de kitle” diyerek öznelliğini iğdiş ediyor.
Hindistan’da patronunu diri diri yakan işçilere
“hümanizm”, Tahrir’de sahneyi yıkan devrimcilere “tiyatro”, önderi için
bedenini silâh yapana “birey olma ve edebiyat”, arabaları ve diplomalarını
yakan Parisli asilere “estetik”, Zapatistalara ve FARC’lılara “yönetişim ve
sivil demokrasi”, Amerikan askerinin boğazını kesen Afgan mücahide “insanlık ve
medeniyet”, polisin suratına jilet atan transa “demokrasi”, gün boyu sömürülen,
akşam mutfakta, gece yatak odasında kocasının zulmüne maruz kalan kadına
“feminizm”, Erzurum’da jandarmayla dişe diş dövüşen çarşaflı kadınlara
“ekoloji”, zulme ve sömürüye karşı “iktidar” diye ayağa kalkan emekçiye
“muhalefet”, gerçeği tüm ateşiyle bedeninde ve ruhunda yaşayan Pozantı
tutsaklarına “ütopya” dersleri veriliyor.
“Lâkin yiğitlik, kahramanlık, davaya bağlılık gerekli
ve önemli olmakla birlikte o kadarı başarı için yeterli değildir”[3] diyerek, “başarının
sırrı bizde” diyen şirket CEO’larına özeniliyor. Giderek yiğitlik, kahramanlık
ve davaya bağlılık başarıcılığın karşısında anlamsızlaşıyor. Başarıyı
engelleyen hususlar olduğu için bireyleştirilmiş sömürülen-mazlum kitlelerin
evlatlarına yiğitliğin aptallık, kahramanlığın acizlik, davaya bağlılığın ise
korkaklık olduğu öğretiliyor.
Oysa ol kitleler, zalimlerin ve sömürenlerin aklından,
dayattığı acziyetten ve ruha yedirdiği korkudan örgütler kurarak
kurtulabiliyorlar. Devrimci örgütler kolektifi olarak parti ise bu devrimci
aklın, cesaretin ve ruhun bileşkesi olarak vücut bulmayı bekliyor.
Eren Balkır
2 Nisan 2012
Dipnotlar:
[1] Fikret Başkaya, “Örgüt ve Örgütlü Olmaya Dair Birkaç Not”, 29 Mart 2012, Gün Zileli.
[2] Fikret Başkaya, “Zaafları ve Yanlışları ile
Türkiye Soluna Soldan Bakmak”, Cafrande.
[3] A.g.m.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder