Pages

26 Şubat 2012

Lübnan Solu ve Suriye


Sol, bir yandan kendi hatalarına, bir yandan da onu yerelde kuşatan baskı odaklarına bağlı olarak, sahip olduğu azmin tüm maddî unsurlarını yitirdiğinde, elinde uğruna savaştığı temel üzerinden ilkeselleştirilmiş bir duruş olan politik-ahlâkî söylem dışında bir şey kalmıyor. Sonuçta solcu olmak, zulme karşı adaletin, suçlunun karşısında mağdurun, sömürenin karşısında sömürülenin yanında saf tutmaktır. Bu, örgütlü bir politik hareket olarak Lübnan solunun (yaklaşık) ölümü sonrasında bizi hâlâ solcu kılan ahlâkî konumdur.

Bugün Suriye’nin tüm köşelerinde özgürlük talep eden ve 1.100’den fazla ölüyle, çoğunluğu işçi ya da köylü, Suriye emekçi sınıflarının üyesi olan on binlerce insanın tutuklanması ile sonuçlanan korkunç bir baskı ile yüzleşen geniş devrimci protesto hareketinin ortasında, Lübnan Komünist Partisi (20 Nisan 2011 tarihli) bir bildiri kaleme aldı ve Suriye halkına onun “tüm barışçıl ve demokratik araçlarla toplumsal, politik ve ekonomik reformlar ile yolsuzluğa karşı mücadele etmek için harekete geçme” hakkına sahip olduğunu hatırlattı. Ama bu esnada da Suriye’de şehit düşenlerin ve katledilen kurbanların birinin bile ismini anmayarak, “Suriye hükümetinin Cumhurbaşkanı Beşşar Esad tarafından ortaya konulan tüm reformları hızla uygulamaya koymasını istediklerini” söyledi.

Partinin muğlâk konumunu, “Suriye, bugün ülke içinde ve dışında gerici politikalarla demlenmiş işbirlikçi kimi güçlerle birlikte, İsrail ve emperyalist Amerika’nın tatbik ettiği bir fitne ile karşı karşıya” açıklaması daha da belirginleştirdi. Oysa ortada bizim pek anlamadığımız bir şey vardı: Lübnan Komünist Partisi, ne türden bir fitneden bahsediyordu? Ayrıca, genel planda söylem, zulme, katliama ve terörizme karşı bir dil dâhilinde biçimlenmesi gerekirken, neden özel olarak fitneden bahsediliyordu? Bir biçimde “yoldaş” görülen Mişel Kilo, Arif Dalila ve Yasin Hacı Salih gibi ulusal muhalefetin üyeleri, birden emperyalist “mahfiller”in birer ajanı hâline mi gelmişlerdi? Ya da “komplo” teorisinin bir yan ürünü olan şu saçma fitne teorisi, tüm yönleriyle “halkın partisi” olmaya yazgılı bir partinin alması gereken konumların aslî alternatifi olarak mı görülüyordu?

Suriye’de olup bitenlerle ilgili olarak Komünist Parti’nin aldığı konum, hem ahlâkî hem de politik düzeylerde hatalıdır. Buradaki hata, politikanın gerçek manada mazlum sınıflara hizmet etmesi gerekliliğine ilişkin bir tespitle ilgilidir. Bu konum, partiyi sağcı bir hatta oturtmaktadır. Pratik açıdan parti, Suriye’deki emekçi sınıfların ve işçilerin talebi olan değişime itiraz etmekte ve rejimin dillendirip durduğu “dış kaynaklı komplo” tespitini benimsemektedir. Bu noktada da politik bürodaki yoldaşlara kalan, protestoculara karşı geliştirilen propagandaya duhul etmek ve onları “komplocular” ya da silâhlı çeteler” olarak nitelemekle yetinmektir. Bu yaklaşım, tam karşılığını parti genel sekreteri Halid Hadada’nın bir seferinde Safir gazetesindeki (28 Mayıs 2011 tarihli) makalesinde “Suriye’ye karşı komplo”dan bahsetmesinde karşılığını bulmuştur. Yazıda Hadada, Suriye’de güvenliğe dayalı çözüme de “dış kaynaklı, tehditle dayatılmış” her türden girişime de karşı çıktığını yazmıştır.

Bu noktada yoldaş Halid Hadada’ya, dışarıdan gelecek tehditlerden bugün Suriye’de hangi protestocunun medet umduğunu sormak gerekir? Bölgedeki emperyalist müdahale tarihi, herkesin malumu olduğu hâliyle, gayet yıkıcı olması sebebiyle, bu türden bahanelerin her daim dillendirildiği görülmüyor mu, bu tür bahanelere sığınmanın, bizim Suriye zemininde olan biteni inkâr etmemize neden olan ahlâk dışı bir politik konum üretmemize neden olduğu gayet açık değil mi? Emperyalizmin gerçekte olmadığı yere neden onu sokuşturmaya çalışıyoruz? Azmi Bişara ekranlara son çıkışında, “ortada bir diyalog olduğu açık. Ne yazık ki sadece diyalog içinde olanlar reform yapmayı istiyorlar, geri kalanlar ise reform isteyenleri katletme konusunda ciddi bir kışkırtıcılık içerisinde.” diyor. Öyleyse Komünist Parti, ne tür bir diyalogu talep ediyor?

Komünist Parti liderliğinin belli ölçüde sağcı olması, eldeki sorununun tümünü yansıtmıyor. Hepsi değilse de KP içindekilerin ve dışındakilerin, genelde Lübnanlı solcuların önemli bir bölümü, Suriye’de olup bitenleri, “Selefîler”e bakarak ya da “İngiliz-Amerikasiyonist-Suudi-Katar” komplosu olarak okumaya ikna olmuş durumda. Burada, Suriyeli yazar Yasin Hacı Salih’in ifadesini kullanacak olursak, her zaman hazır ve nazır olan söz konusu komplo korkusuna biraz da (seküler kesimlerin bir mezhep olarak örgütlenmişliği anlamında) “seküler mezhepçilik” ekleniyor. Birçok solcu, bugün Adonis ve Safidi Yusuf gibi şairlerin “camilerden çıkıp yayılan devrim”e dönük itirazlarını tekrarlayıp duruyor ya da yaşananları “Batı icadı” olarak görüyor. Seküler mezhepçilik, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, “Allahu Ekber” nidalarından korkan küçük bir azınlığın hassasiyetini kaşıyor ve Suriye’deki kitleler arasında “devrimci bilinç” düzeyini yeterli görmeyen hastalıklı bir seçkincilik katıyor hayata. Komünist yoldaşlar, tıpkı cennetin anahtarının kendisinde olduğunu iddia edenler gibi, bu devrimci bilince yalnızca kendilerinin sahip olduklarını iddia edip böbürleniyorlar. Bu böbürlenme de bugün katledilen işçi ve köylülere karşı küçük burjuva liderliğin dillendirdiği küçümsemede karşılığını buluyor.

Bugün sürekli olarak devrimin, hırpalandığı açık olan bir sola ait standartla uyumlu olabileceği söyleniyor ve bu sol, kendisini salt “sekülerizm” söylemi ile tarif ediyor. (Bu arada eskiden dillendirilen “mezhepçi rejimin devrilmesi” çağrısına ne olduğunu da sormak gerekiyor.) Eğer temel mesele, Hizbullah’ın bölgedeki durumunun, yani sahip olduğu roketlerin ve İsrail’e karşı geliştirdiği askerî direnişin, Suriye’de yaşananlara karşı bir konum alındığı vakit kaybedeceği ya da kazanacağı ise, son dönemde Lübnan’daki politik sahnede giderek “bir çöl serabı”na dönüşen Komünist Parti’nin politik açıdan neyi kaybetmekten korktuğunu anlamak mümkün görünmüyor. Belki de parti, bu yönde bir tavır içerisinde olmada başka türden bir çıkar hesabı yapmaktadır, kim bilir?

Bugün itibarıyla tüm görevlerinden elini eteğini çekmiş olan “seküler mezhepçi” Lübnan solu, Lübnanlı bir milliyetçi vizyon ile arkaik bir ifade olarak Arap milliyetçisi bir konum arasında bocalayıp duruyor. Entelektüel açıdan tembel, politik açıdan korkak ve bayağı, oportünist bir eğilim içindeki kaba Marksist bir söylem, kendine bile yetmeyen bir varoluş: Lübnan solu, “emperyalist Batı” ile başlayıp, diğer Lübnanlı mezhepçi partilerin kendisine karşı tutumlarındaki “insafsızlığa” karşı feryat etmekle biten bir adaletsizlik masalını benimsiyor. Sol, hazır cevapları sorgulamadığı vakit, (bir anlamda) “dindar” bir sola dönüşüyor. Lübnan solu, Arap halkları hariç, tüm dünyanın ezilen halkları ile birleşiyor. Belki de bunun nedeni, Arap halklarının (hâlâ) derinlemesine “Müslüman” olması ve yeterince “sekülerleşmeme”sidir!

Teorik düzeyde solcuların ve komünistlerin yüzleştikleri daha derin bir mesele var. Bu da mazlum Arap kitlelerini Atlas Okyanusu’ndan Arap Körfezi’ne dek dövüp duran “özgürlük” dalgasıdır. Bu dalgada yerelde birer sömürge olarak yönetilen rejimler yüzünden yitirilmiş olan haysiyet dile geliyor. Bugün söz konusu mesele, şehit Mehdi Amil tarafından yapılan analizlere dönük bizim bitmek tükenmek bilmeyen savunularımızdan ya da Marksizmin aştığı ekonomik determinizmden daha da önemli. Birçok geleneksel komünist, “demokrasi” başlığını “burjuva” bir mesele olarak görüyor. Bunlar, oy kullanma, fikirlerini ifade etme ve politik partiler kurma hakkının “liberal” bir hediye olmadığını, işçi ve köylülerin verdikleri mücadelelerin bir sonucu olarak ortaya çıktıklarını kabul etmek istemiyorlar. Dolayısıyla politik özgürlükten, onu “burjuva özgürlüğü” olarak niteleyip tiksinmek, her şeyden önce “haysiyet”lerini isteyen kitlelerin taleplerini inkâr eden bu tip tutum alışların kökeninde yatan aslî neden.

Bugün Lübnan solunun sağcı eğilimini teşkil eden üç ana mesele var:

1. Bir kimlik politikasına dönüşmüş olan seküler mezhepçilik;

2. Mücadele eden sınıfları hor gören seçkincilik hastalığı;

3. Her türden kaygıya ve şikâyete cevap verdiği iddiasındaki sağır solcuların sürekli yinelenen duaları sebebiyle düşünsel yenilenmenin gerçekleşmiyor oluşu.

Bizim yeni bir sola muhtaç olduğumuz açık. İlgili öncülden hareketle bu, Komünist Partili yoldaşların, mevcut kurulu partileri ile aralarındaki çocuksu ve saf “duygusal” ilişkiyi terk etme ve meseleleri görme biçimlerini tayin eden tarihsel rollerinin farkında olmalarına dönük bir çağrıdır. […] Zira bu parti, bir “komünist parti”dir. Biz bunları solun yüzünü sola, Komünist Parti’nin de komünizme dönmesini umut ettiğimiz için söylüyoruz. Mevcut koşulların da gösterdiği üzere, Lübnan zor günlerden geçiyor ve tam da bu nedenle biz yeni bir sola muhtacız.

Halil İssa
7 Haziran 2011
Kaynak

LKP: Boş Ümit

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder