Küçük burjuva solculuğu, burjuvaziyi yukarı doğru
aşmak derdindedir. Belli bir süre onunla aynı seviyede, aynı mekân ve zamanda
dolaşmayı sever, bu oluş, mutlaklaştırılır. Emeksiz kazanılan para, bu zemini
teşkil eder. Temelde buradaki aşma iradesi, burjuvaziye aittir. Proleter
sosyalizmi ise burjuvaziyi yerin dibine geçirmenin gayretindedir, onu aşmanın
değil. Burjuvaziyi yukarı doğru aşmak isteyenler, küçük burjuvalardır.
“Bireycilik,
toplum tarafından insan üstünde yapılan baskının doğurduğu bir sonuçtur.
Bireycilik, kendini zorbalığa karşı savunmak için kişinin giriştiği boş bir
teşebbüstür; oysa, kendini savunmak, kendini sınırlamaktan başka bir şey
değildir.” [Maksim Gorki, Küçük Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi, Ortam
Yayınları, 1980, s. 76-77.]
Küçük burjuva sosyalizmi, ekonomi, coğrafya ve
biyoloji hususunda belli bir tekleşmeye muhtaçtır. Kendini savunmak anlamında,
bir sonuç olarak, belli bir bütünlük figürü teşkil edilmelidir. Kan değerleri,
bedensel tepkiler, maddeci terennümler, buradadır. Savunma ve sınırlama, doğası
gereği, devreye girer. Ekonomi, coğrafya ve biyoloji çitlenir, sınırlar
pekiştirilir. Bu ayrım, bu çitler, bir süre politikmiş gibi savunulur. Laf,
düşünce, ideoloji, kalem ve kaba hayat pratiği, “namus” gibi korunur. Sürekli hak
istenir, tanınma ve kabul talep edilir. Burjuvaziyle kurulan eşitlik, hukuku ve
ahlakı tayin eder.
Faşizm, premature emperyalizmdir. Faşizm, dışa
açılamayan ve içe bükülen emperyalizmdir. Küçük burjuva sosyalizmi, faşizmle
liberalizm arasında salınmaya mecburdur. Salınmak, onun temel eylem biçimidir.
Tanınana, kabul edilene dek bu salınım devam eder. Ama tatminsizlik hâkimdir ve
bu kabul, hiçbir şekilde gerçekleşmez.
Küçük burjuva sosyalizmi, Kürd’ün saldırısı sonrası,
faşizmle ilişkisi üzerinden, birden Türk’leşir; Müslüman’ın saldırısı sonrası
ise liberalizmle ilişkisi üzerinden, birden laikleşir. Onca muhalefete, itiraza
ve “devrimcilik pozları”na rağmen teslim olunan yer, gene egemenin kucağıdır,
onun devletidir.
Küçük burjuva, burjuvanın rahat ve huzuruna öykünür,
dolayısıyla o rahatı ve huzuru bozacak, alttan gelen saldırılara dalgakıranlık
yapmak zorundadır. Liberalizm ve faşizm, bu dalgakıranlığın teorik ve politik
adlarıdır. Burada esas olan, alttakilerin lafını ve eylemini talileştirmek,
münferitleştirmek, sıradanlaştırmaktır. Liberalizm ve faşizm, küçük
burjuvazinin burjuvazi adına, mazlum-sömürülen kitlelere yönelttiği saldırı ve
savunma biçimidir. İlki savunma, ikincisi saldırı hâlidir.
Küçük burjuva sosyalizmi, bu anlamda, birlikçidir. Tek
olmak içindir bu. Başı sonu belli olmayan bir iş pratiğinin içinde olmayı,
işçileşmeyi hiç sevmez. Hep vazgeçilmez olmak ister. Marx’ın kullandığı
tabirle, “sürekli saygı duyulmayı bekler.” Onun için iş değil, kendisi
önemlidir. Kendi öznelliği başa alınmadıkça, kimseye iş de yaptırmaz. İşin başı
ve sonu olmayı sever, zira o işi gereksizleştirmek derdindedir. Mülkiyeti
sever, aidiyetten nefret eder. İş pratiği, doğası gereği, her türden bütünlük
tasavvurunu dağıtacağından, işin gereksizleştirilmesi ve boşa düşürülmesi
zorunludur.
“Küçük burjuvanın temel şartı şudur: Böyle
gelmiş böyle gider.” [Gorki, s. 10]
Her türden işin bütünlük tasavvurunu dağıtması
karşısında bu kaderci düstur, söylem, bazen örtük bazen de açıktan savunulur. Küçük
burjuva, “su akar yatağını bulur” der, su olduğunu zanneder ve sürekli gece
yatacağı yatağını düşünür. Su gibi her forma girmek zorunludur onun için.
“Topografya ve psikosomatik” gibi sözcüklerle örülü
cümleler faşizme işaret ederler örneğin. İlki “coğrafî determinizm”e, ikincisi
“sosyal darvinizm”e dairdir. Her ikisi de faşizmin teorik payandalarıdır.
Küçük burjuva sosyalizmi, burjuvazinin birikiminden
memnundur. Onu sorgulamak kendisini sorgulamak olduğundan ve sürekli kendisini
eleştiri hedefi olmaktan kurtarma gayretince belirlendiğinden, bu birikime toz
kondurmaz. “Tarih, sınıf savaşımları tarihidir” cümlesi böylelerinin ağzında
tarihsizleşir, kimi zaman da sınıfsızlaşır. Küçük burjuva sosyalizmi, ya tarihi
kendinde toparlamak için “sınıf”ı ya da sınıfı toparlamak için “mücadele”yi bu
cümleden çıkartmak zorundadır. Onun her daim kendisini işaret eden ideolojik
ezberler çıkını mevcuttur.
Küçük burjuva, ikbal peşinde koşar. Tecimsel
niyetleri, politik-ideolojik gayretin üzerindedir. Burjuvaziyi aşmak olarak
anladığı sosyalizm, gerisin geri burjuvazinin kucağına düşmek zorundadır.
Sosyalist mücadele, gündelik çıkarlar ve tecimsel-maddî kâr için istismar
edilecek bir seviyeye çekilir. Onun nezdinde yaşamak değil, hayatta kalmak
önemlidir. Sosyalizm, ancak bu düzeyde makuldür.
Küçük burjuva, üretim değil, tüketime endeksli bir
algı ve bilginin üzerinden düşünür ve eyleme geçer. Aşmak, ama aşmanın verili
durum ve dönemdeki imkânsızlığına iman etmek, ciddi bir gerilimdir. Aşılmak
istenen dağ düzlenmez, aksine bir Kaf Dağı hâline getirilerek, herkes, aşma
pratiğinin sonsuz zorlu bir uğraş olduğuna inandırılır. Sosyalizm, böylelikle
satılabilir bir meta hâline gelir ya da sığ bir rekabetin konusu olur.
Mülkiyet, ön veri olduğundan, rekabet tayin edicidir. At yarışındaki gibi sosyalizm,
çeşitli ideolojilerle yapılan bir yarışa hapsedilir ve “sosyalizm kazanacak” denilir.
“Sosyalizm kazanacak!”
Neyi kazanacak? İktidarı mı? Peki, bu iktidar,
kazı-kazandan mı yoksa lotodan mı çıkacak? Var olan iktidara karşı mücadele
etmeksizin, bu “mücadele”nin anlamı var mı?
“Sosyalizm, bu partinin büyümesi, güçlenmesi ile
kazanacak. Sosyalizm mutlaka kazanacak” diyor TKP, yani anlaşılıyor ki
sosyalizm eşittir parti. Bu formül, aslında kendi dışındaki sola çekilmiş bir
ihtar: Cezayir’de bir dönem iktidara gelmiş olan İslamî hareket FİS’in İslam’ın
beş şartına bir de parti üyeliği şartını eklemesi türünden, kendilerine yönelik
her eleştiriyi sosyalizme küfür olarak algılatıp, kadrolarını seferber ve
motive etmeyi hesap ediyorlar. Oysa sosyalizm, parti bürolarına sığmaz,
sığmıyor olmalı.
Sosyalist İktidar çizgisi,
sınıf ve devrimle ilgili tüm “pürüz”leri düzlemek için vardı. Düzleme işleminde
sınıfa ve devrime ait tarihsel-toplumsal tüm ilişkiler de düzlendi. Birileri,
“her şey boş, iktidar olmadıkça” lafına ikna edildiler. Alt siyasetten
sıkılanlar için, yönetsel ilişkilerle, jeopolitik gelişmelerle, devletli
yönelimlerle uğraşmak, daha cazip geldi. Birileri, küçük işlerle uğraştıklarına
inandırıldılar ve büyük oynamayı seçtiler. Komünist hareket, teknokrat
âlimlerin önünde diz çöktürüldü.
Bu SİP çizgisi, sonradan düzleme işlemini sonuca
götürerek TKP ismini aldı. Başka birileri de bu ismi “biz alacaktık, her şeyi
biz düzleyecektik” diye sitem ettiler. Bu yarışta yenildiler.
TKP, 10 Eylül 1920 tarihinde Bakû’de kuruldu, ama
öncesi vardı. Türkiye 29 Ekim 1923’te kuruldu, ama öncesi vardı. Eski TKP
başkanı Aydemir Güler’in sahip çıktıklarını söylediği, Mustafa Kemal’in tüm
politik rakiplerini saf dışı bırakma gayreti ile bu üç yıl içinde her şey
düzlendi. Neticede başkan, “Kemalizmin Edirne’den Hakkâri’ye tüm coğrafyaya
bütünlüklü bir irade ile hükmetmesine de sahip çıkıyor”du.
Saf dışı edilen en önemli politik rakip, Mustafa
Suphi’ydi. Mustafa Kemal, Kızıl Ordu’nun bir bahane ile Ankara’ya gelip,
Suphi’yi başa geçirmesinden korkuyordu. Bu olmasa bile, Sovyetler’den
alacakları yardımları büyük olasılıkla Suphi dolayımı ile alacaklardı ki bu da,
iktidar koltuğunun altından kayması anlamına geliyordu.
Geçenlerde o Suphi ve yoldaşlarının, o sahip
çıktıkları iktidar tarafından katledilişlerini kutladılar Ankara’da.
“Küçük
burjuva, bütün düşünceleri ve bütün duyguları ile tamamıyla bireycidir. Küçük
burjuvanın başka türlü olmak elinden gelmez. Çünkü, küçük burjuvanın
bireyciliği, burjuva toplumunun asıl temelini oluşturan ‘kutsal özel mülkiyet
kurumu’na dayanır.” [Gorki, s. 44]
İblis Naim Şahin’in ifadesi ile, “devlet demek
mülkiyet demek”. TKP, bu devlet katında yürüttüğü politik olmayan, saf
ideolojik çalışmasında, mülkiyete kul olmuş kesimleri örgütlemekle
görevlendirildi. “Sosyalist iktidar” diye bir mit yaratıldı ve her şey oraya
kilitlendi, burası, bugün, bu dünya unutularak.
Parti’nin gerçek, yegâne sahibi, bugün “kolektif
önderlik”ten dem vuran, koltuğunu kaybetmemek için türlü dalavereler yapan
Kemal Okuyan, aynı kutlamada şunları söyledi:
“Mücadele sosyalist iktidara ulaşmak
için değilse, bir komünist parti niye vardır.”
Kendisi, sosyalist iktidar imkânlarının olmadığı
koşullarda komünist bir parti olamayacağını da ikrar etmiş oluyordu böylelikle.
Zaten toprak ağalarının, Rum ve Ermeni’nin malını çalmış burjuvazinin kurduğu
bir cumhuriyeti savunmak da onlara düşmüştü, dolayısıyla KP değil,
burjuva-milliyetçi bir parti olmak, sosyalist iktidar yolunda yeterli bir
hamleydi. Devlet, mülkiyet demekse ve işçiler, mülk bağlamında patronlarla
uzlaştırılmak zorunda ise TKP gibilerin varlığı zorunluydu.
SİP’in TKP’si, tarihsel TKP ile bu türden bir
mülkiyetçi refleksle ilişki kuruyor. O, işin başı ve sonu olma derdinde: “Solun
önemli bir bölümü ‘ha devlet sektörü, ha özel sektör’ dediğinde kamuculuğu
bayrak yapan hangi partiydi?” diyerek övünüyor, sirkatin söylüyor Okuyan. Oysa
kamuculuk politikası ile doksanların başında burjuva devletine işmar edilmiş,
ondan cevaz alınmış oldu. Bunun dışında da bir politik anlamı yoktu. Bu Gelenek,
Ergenekon tutuklamaları baş gösterdiğinde, tutuklanma korkusuyla yönetici
kadronun görevlerini terk etmesinde de devam etti.
SİP’in TKP’si, geçmişte TKP’yi fazla Sovyetçi olduğu
için eleştiriyor, “yerli” bir siyasete vurgu yapıyor ve bu açıdan, TİP
geçmişini öne çıkartıyordu. Böylelikle, partii Mustafa Kemal’in emriyle kurulan
Resmî TKP’deki önde gelen isimlerin “Bolşevizm iyi de bize uymaz, bizim
gerçekliğimiz farklı” sözlerine bağlandı.
Suphilerle ancak ve sadece biyolojik yaşları düzeyinde
ilişki kurabilen ex-prezidant, eskiden de TV’de, “onlar ölmeye geldi, biz
yaşamak istiyoruz” diyerek, küçük burjuva tabanına sesleniyor, efendilerine
gizli bir mesaj iletiyor, onlara “Suphileri öldürmenize neden olan gerekçeler bizde
yok” diyerek sözlerine sadık olduklarını o efendilere arz ediyorlardı. “Türkiye
Müslüman’dır, komünizm olmaz” diyenleri eleştiriyormuş gibi görünüyor, ama
esasında bu sözü kendi pratiği ile onaylıyordu.
Oysa bugün devletten icazetli TKP, Mustafa Suphi’nin
parti içinde bu yönde çıkan tartışmada Müslüman halk içinde Bolşeviklerin
yürüttüğü siyaseti devam ettirmeyi savunanların başında yer aldığını (ki bu
tavrı, “Müslüman halkımıza” diye başlayan bildirilerine de yansıyor.), Müslüman
Kızıl Ordu’su kurulmasını savunduğunu, bağlı bulunduğu Müslüman Halklar
Komiserliği’nin dönemsel siyasetini somutladığını görmüyor.
Partinin eski başkanı, Mustafa Suphi’nin “emperyalizme
karşı ulusal kurtuluş savaşında, kurtuluş için sosyalizm” dediğini iddia ediyor
ve kendi siyasetini meşrulaştırmaya çalışıyor. Oysa Suphi, ortada bir ulusal
kurtuluş mücadelesinin ya da bir anti-emperyalist mücadelenin olmadığının gayet
net farkındaydı.
TKP, tarihsel süreç içinde, Sovyetler’in üstte,
devletler katında, yüksek siyaset düzeyinde attığı adımların küçük bir figüranı
olmayı kabul ettiği için, bu siyaset tarzı bugüne kadar bozulmadan gelmiş
görünüyor.
Zahirde Suphi, Ankara hükümetine yardıma geliyor, ama
batında o, komünist mücadelenin, kendi tabiriyle, “devrimci ocaklar”ını teşkil
etmek için geliyor Anadolu’ya. Küçük burjuvanın gözü ocakta yanmayı kesmediği
için, o, bu derindeki gerçekleri örtbas etmek zorunda kalıyor.
“TKP, ilk gününden beri anti-emperyalisttir,
yurtseverdir.” diyor Güler. Suphi’yi Kemalistlerle kurduğu ittifakın mezesi
yapmak istiyor, hepsi bu. Bir ittifak unsuru hâline gelmeyi, Kemalistleri
sosyalizme ikna etmeyi umuyor. Oysa onların varoluş sebebi, anti-komünizm.
“Yurt” dediği Misak-ı Milli ise eğer, Suphi’nin
Balkanlar’a, İran’a ve Kafkaslar’a uzanan kollarını görmüyor. Biraz da bu
kollar kesilsin diyedir ki o ve yoldaşları Karadeniz’de katlediliyorlar. Güler,
Kemalizmden, onun izin verdiği ölçüde öğrendiği “komünistliğini” Suphi’nin
komünistliği ile karıştırıyor.
Yoldaşı Kemal Okuyan’ın tüyleri “Kürd” deyince diken
diken olurken, Suphi’nin komünistliği öğrendiği ocakta “ittifak içinde olunan
ittihatçıların samimiyetini anlamak için onları ulusların kendi kaderlerini
tayin hakkı, özellikle Kürdistan konusunda sıkıştırmak gerekir” türünden
analizler yapılıyor. İlk TKP programına da yansıyan “plebisit” önerisi, bunun
sonucu. Oysa şimdiki TKP, Barzani’den Apo’ya tüm politik Kürd unsurlarını
toprağa gömmek istiyor, devlete, Kemalistlere, sağcılara, milliyetçilere hoş
görünmek adına. Bu tip unsurlar, alttan gelen çığlığı siyasî-ideolojik
hamlelerle boğmak için varlar.
“Türkiye
solunun Kürtlerin çilesine duyarsız kalması mümkün mü? Bu soruyu hakaret
sayarız. En başta TKP üyesi olan binlerce Kürt yoldaşımız hakaret sayar. Biz
komünistiz, bizde milliyetçiliğin kırıntısı bulunmaz. Sınıf işbirlikçiliğini
kabul etmeyiz. Türk patronu Kürt işçisine, Kürt patronu da Türk işçisine
yeğlemeyiz.” [Kemal Okuyan]
Duyarsız kalan bir kesim var ama. Kürtlerin hakaretine
maruz kalan bir kesim. Biraz siyaset var, o da milliyetçilik denilen kırıntı
üzerine kurulu zaten. Partinin Kürt siyaseti gayet açık ki Türk patronunun
istediği bir siyaset. Türk işçisini hiç mi hiç yeğlemediği ise zaten ortada.
Ama her şeyden önce TKP’de “mazlum millet” kavramı hiç yer etmemiş bilinçte.
Şoven siyasetini biraz sınıfçı sosa daldırıyor, hepsi bu. Birilerinin bütünlük
tasavvuruna adam topluyor, kan taşıyor. Bu bütünlük savunusu, bağımsızlık
vurgusunda dile geliyor ve efendilerin coğrafî tasavvurlarına eklemleniyor.
“Sınıf” diyerek, oradan kalkınmacılığa sıçrıyor, iktisadî tasavvuru da buradan
örüyor. Bireysel bütünlük ve bireyin kılını her tür rüzgârdan koruma ise
aydınlanmacılık ve laiklik vurgusu ile pekiştiriliyor, bu da biyolojik
kurguları oluyor. İşin, pratiğin, mücadelenin, eylemin kolektif düzeyde
ürettiği her tür fazlalık, bu tip küçük burjuva müdahalelerle düzleniyor
(faşizm) ya da lime lime ediliyor (liberalizm).
“Ruhu
hiç sosyaliste benzemediği hâlde, yüzü sosyaliste benzeyen insandan daha kötü
bir şey olamaz.” [Gorki, s. 69]
Eren Balkır
2 Şubat 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder