“Ne mutlu o yoksullara ki öbür dünya onlarındır; er ya da geç bu dünya da onların olacaktır.”
[F. Engels]
Giriş
Din ve ideolojinin birbirinden ayrılmayacak noktası,
her ikisinin sahip olduğu zihinsel boyuttur. Pratikler ve oluşum açısından
bakıldığında, ideoloji ve din, düşün tarihinde eklektik bir yöntemden yola
çıkılarak sürekli birleştirilmeye, birbirleriyle uyuşturulmaya çalışılmıştır.
Bir bakıma kendini meşrulaştırmak, birleştiği tarafı da yüceltmek adına
girişilen düşün işlemi her zaman var olmuştur. Buradan yola çıkarak, dinin
dogmacı yapısı, ideolojinin pratik ve zihinsel boyutu çoğu zaman hem dinden hem
de ideolojiden çok sonra üçüncü kişi/kişiler tarafından yapılmaktadır.
Dinin toplumdaki önemi, din ve toplum var olduğu
günden bu yana varlığını korumuş; hâlen de korumaktadır. Öyle ki bu önemi
çiğnemek, toplumda büyük rahatsızlığa yol açtığı gibi, toplumu düşman cephesine
koymakla aynı anlama gelmektedir. Dinin eleştirilmesi, her zaman kimi kesimler
için gerçekleştirilen bir eylem olmuştur; ancak yeni bir toplumsal sistemin
önerilmesi durumunda, toplumun önem verdiği dinin kökten bir biçimde bir kenara
bırakılması veya onun değişik versiyonlarının sunulması kolay gerçekleşen bir
durum değildir. Toplumsal kuram, bunu “göze almaz”; ancak onun yorumlanışı ve
sergilenişi, pratikte din ve toplum ilişkisine bakış açısını ortaya koyar.
Marksizmin yalnızca bir “toplumsal kuram” olarak
betimlenmesi güçtür, bunun yanında Marksizmin bir bilim, bakış açısı, sosyoloji
kuramı, felsefi çıkış, tarihsel perspektif, ekonomi, ideoloji ve din olarak da
tanımlandığı görülür. Tüm bu kavramların içinde, Marksizmin topluma bakışı, onu
“diğerlerinden ayıran temel özelliktir” denilebilir. Marksizmin toplumsal bakış
açısının sosyolojik açıdan önemi büyüktür. Onun ekonomik, siyasal, psikolojik
ve tarihsel perspektifinin ayrı ayrı incelendiği sırada dinin de burada yer
alması, kimi zaman tepki, kimi zamanda hareket oluşturmuştur. Tarihsel
materyalizmi kendine yöntem olarak seçen bir bilimin din ile ilişkilendirilerek
açıklanması, düşünce tarihinde çoğu zaman anlam verilemeyen bir durum olmuştur;
ancak pratiğe bakıldığında bunun mümkünlüğü konusunda ifadeler kullanabilen
entelektüel kesim, farklı bir bakış açısı meydana getirmiştir.
Marksizmin din ile ilişkisini, Marksizmin mevcut
kapitalist toplumdaki din yorumuna dayandıran ve buradan yola çıkan
düşünürlerin, genel anlamda bir çelişki içinde oldukları düşünülür. Ancak
kapitalizme bir eleştiri olarak doğan sosyalizmin ve ona bilimsel bir şekil
veren Marksizmin dine bakışı izlenen yöntem ve görünenle aynı değildir.
Marksizmin karşı çıktığı dinin kapitalist yorumu, Marksist dindarların oluşumunu
sağlamıştır.
Marksizm, kapitalizmin yarattığı her olguyu onun
ekonomik sistemiyle açıklamıştır. Piyasa sistemi üzerine kurulu bir toplum inşa
eden kapitalizm, din gibi toplumsal kurumları kendi çıkarına göre
şekillendirmiştir. Marksizm ile din arasında ilişki kuran düşünürlerin buradan
yola çıkarak bakış açılarını oluşturmaları, hem Marksizm açısından hem de
mevcut din algısı tarafından dikkatle incelenmesi gerekir.
Toplumda ve düşünürlerin çoğunda bir çelişki gibi
algılanan yönün aslında tam bir örtüşme olduğunu varsayan dindar Marksistlerin
üzerinde durulması, literatürde çok rastlanan bir durum değildir. Bu makalenin
ana konusunu oluşturan din ve Marksizm, kimi zaman oldukça tartışılan, anlam
verilemeyen bir konuyken, kimi zamanda haklı bir şekilde alkışlanan bir
toplumsal bakış açısıdır.
Marksizmin din yorumunun ele alınacağı bu makalede,
kapitalizmin böyle bir düşünüşün ortaya çıkmasında önemli bir yerde durduğu
açıklanmaya çalışılacaktır. Marx ve Engels’in dine bakışının inceleneceği
aşamada kapitalizmin dini kendine göre yorumladığı, dinin bu afyon hâlinin
Marksizm tarafından eleştirildiği önemli düşünürler üzerinden verilecektir.
Ayrıca, Marksizmin dine yaklaşımı kadar, dinin Marksizme nasıl baktığı üzerinde
durulacak temel konulardır.
I- Marksizm ve Din
Marx kapitalizmden yola çıkmıştı. Kendinden önceki
ütopik sosyalistlerin kuramlarına bağlı kalmıştır; ancak tespitleri konusunda
onlara katılsa da yöntem açısından onlardan ayrılmıştır. Bilimsel bir yöntemi
seçen Marx, tarihsel evrelerin devinim içerisinde olduğunu ve ilkel-komünal,
köleci, feodal, kapitalist dönemlerin bu tarihsel evreleri oluşturduğunu
gözlemlemiştir. Ona göre her tarihsel evrede bir devrimci sınıf vardır ve bu
sınıf bir diğer evreye geçişte devindirici güçtür. Kapitalist dönemden önce
feodal yapılanma içinde burjuva, devrimci sınıftır. Derebeyleri yıkarak
kapitalist çağı başlatmışlardır. Marx’ın bu tespiti her tarihsel dönem gibi
kapitalist çağ için de geçerlidir. Kapitalizm, oluşurken kendi içinde
devindirici güç olarak işçi sınıfını barındırmaktadır. Burjuva nasıl feodal
yapıyı yıkıp, kapitalizmi kurduysa işçi sınıfı da kapitalizmi yıkacak ve
sosyalizmi kuracaktır.
Marx bu öğretilerini bilimsellik içinde oluşturmuştur.
Hegel’in diyalektiğini idealizmden kurtararak materyalist bir yöntem üzerinde
şekillendirmiştir. Tez-antitez ve sentez aşamalarını toplumsal devinimleri
anlamada kullanmıştır. Ona göre her şey diyalektiktir. Toplumun çağ
değiştirmesi de diyalektik kurallara bağlıdır. Feodal toplumsal sistem bir
tezdir; burjuva buna bir antitez olarak ortaya çıkar ve sonuçta sentez olarak
kapitalist çağ oluşur-başlar. Ancak Marx’ın üzerinde durduğu önemli bir nokta
ise olgunlaşma evresidir. Bir tarihsel evre tam olgunlaşmadan, bir sonraki
sisteme geçiş birçok toplumsal sorunu da beraberinde getirir. Marksizmin,
anarşizmden ayrılan bir noktası da budur.
Marx’ın sosyalizme kattığı bilimsel yöntem, sosyalizmi
ütopizmden kurtarıp, hayata “geçirilebilecek” bir toplumsal sistem hâline
getirmiştir. Kapitalizmin işçi sınıfı üzerine yüklediği ağır yükü ortadan
kaldırmak, işçinin emeğinin tamamına sahip olabilme umudu Marksizm ile
“ulaşılabilir bir sistem” hâline gelmiştir.
Sosyalizm, toplumsal ve ekonomik birçok yeni oluşumu
bünyesinde barındıran bir sistemdir. Devlet şekli, mülkiyet, insan hakları, kadın
ve doğa gibi birçok konuda mevcut sisteme aykırı bir tavır içerisindedir.
Özellikle sosyalizmin ekonomik görüşü kapitalist ideoloji tarafından kesinlikle
reddedilmiştir. Kapitalizmi yaşatan ve onun temel taşı durumunda olan özel
mülkiyet, sosyalizm tarafından ortaklığa devredilmektedir. Sosyalizme göre özel
mülkiyet ve ekonomik ilişkiler toplumsal bozuklukların temel nedenidir. Ve yine
Marksist sosyalizme göre ekonomik ilişkiler, diğer toplumsal sistemleri
etkiler; aile, devlet, siyaset ve en önemlisi dinin kullanılması ekonomik
ilişkiler sonucunda belirlenir.
Sosyalizmin ekonomik doktrinini esas olarak şu
cümle-slogan özetler; herkesten yeteneğine göre alıp, herkese yeteneğine göre
dağıtılması. Bu cümle aslında, toplumsal bölüşümün yanında birçok anlam
barındırmaktadır. Herkesten yeteneğine göre alınması, toplumda herkesin aynı
olmadığını ve sosyalizme yönelik yaygın görüşlerin başında gelen sosyalizmin
insanları tek tipleştirdiği düşüncesini çürütmektedir. Sosyalizm insanları aynı
ve eşdeğer değil, aksine farklılıklardan oluşan bir bütün olarak ele alır.
Herkese ihtiyacına göre verilmesi de sosyalist görüşün herkesin ihtiyacının
farklı olduğu görüşüne sahip olduğunu göstermektedir. Toplumdaki bütün
bireyleri aynı kefeye koymamasının yanında, bunun gelecekte de böyle
olmayacağının garantisini vermektedir.
Toplumsal paylaşımı bu şekilde belirleyen sosyalist
sistemin oluşabilmesi için iki temel şartın oluşması gerekmektedir; ilki özel
mülkiyetin ortadan kaldırılmasıdır. Özelikle üretim araçlarının mülkiyeti
konusuna eğilen sosyalizm, üretim araçlarının şahısların ellerinden alınıp
topluma devredilmesi gerektiğini belirtmektedir. Böylece topluma ait malların,
araçların tekeli birkaç kişi yerine tüm topluma ait olur ve yine birkaç kişi
yerine tüm toplum refah içinde yaşar.
Oluşması gerekli ikinci şart ise emeğin sömürülmesine
son verilmesidir. İşçi çalıştığı kadarını, yani alması gereken hakkını aldığı
ölçüde âdil bir sistem işlemeye başlar. Kapitalist ekonomi, işçinin kendisi
için çalışmanın yanında patronu içinde çalışmayı zorunlu tutar. Çünkü patron iş
kuran ve işverendir. Yalnızca bu özellikleri bulundurması patronun yıllarca
çalışmadan servet sahibi olmasına önayak olur. İşçiler işverene kendi
ihtiyaçlarından fazla çalışırlar. Bu şekilde patron hiçbir emek sarf etmeden,
işçinin sırtından servet sahibi olabilmektedir. Sosyalizm bu sistemi kırarak
buna sebep olan üretim araçlarını topluma devretmektedir. Toplum adına
işletilen fabrikalarda işçiler kendi ihtiyaçları kadarını çalışıp tam
karşılığını almak için uğraşırlar.
Sosyalizm, insanın insan tarafından sömürülmesine
tepki olarak ortaya çıkmıştır. Sömürü sınıfların ortaya çıkmasıyla beraber her
tarihsel devirde var olmuştur; ancak kapitalist dönemde en üst seviyesine,
emperyalizm düzeyine gelmiştir. Kapitalizmden önce belirli zamanlarda birtakım
dini öğretiler sınıfsal ayrımı kaldırmaya yönelmiştir. Ancak kapitalist çağda,
kapitalizm sisteminin bir parçası olan sekülerleşme dinin bu öğretilerini dahi
engellemeye çalışmıştır; ancak kendine dinsel bir yön kazandırmayı da
başarmıştır.
Kapitalizm ve sosyalizm birer ekonomik sistemi ifade
etmektedir. Kapitalizm, serbest piyasa ekonomisini ve özel mülkiyeti serbest
kılarak toplumda “özgür” bir ortam oluşturmaya çalışır. Dayattığı ekonomik
özgürlük, herkese açık görünmektedir. Fakat görünen ile gerçek bir değildir.
Kapitalist düzende ezilmemek için ezmek esastır. Sistem bu şekilde işleyince
toplum ezen ve ezilen olmak üzere farklı sınıflara ayrılır. İşçi-patron
ilişkisi bunun en açık göstergesidir. Tüm bu olumsuz durumların yanında devlet
problemi de azımsanacak düzeyde değildir. Marx, devleti bir üstyapı kurumu
olarak belirlemiştir. Bugün devlet kapitalizmin denetimi altındadır. İktidar,
zengin ailelerle işbirliği içinde ülkeyi yönetmektedir.
Din Halkların Afyonudur
Cemaatten cemiyete doğru ilerleyen toplumlarda,
çalışma yaşamı da bir evrim geçirmiştir. Kendi ihtiyaçların karşılanması
amacıyla sarf edilen emek, sanayi toplumlarında piyasaya güç veren bir faktör
hâline gelmiştir. İşçinin emeği sistemli bir şekilde kapitalizm doğuşuyla
birlikte sömürülmeye başlanmıştır. Üretim araçlarını eline bulunduran sınıf,
çalıştırdığı işçilerin emekleri üzerinde hak iddia ederek, bunu hukuk kuralları
ve dinsel birtakım söylemlerle meşru hale getirmiştir. Bu durumda işçi ve
ezilenlerin direnişi hegemonik araçlarla engellenmeye çalışılmıştır.
19. yüzyıl işçi hareketlenmeleri ve düzene karşı bir
tavrın oluşması yönünde önemli olaylar olmuştur. Yıllar boyu köyden toprak
sıkıntısı nedeniyle kente gelip işçi olan köylüler, çok az bir miktar para
karşılığında çok zor şartlar altında yaşayan bir işçi yığınını oluşturmuştur.
Eşitsiz işleyen bir sanayi toplumunda bu duruma eleştiri yağdıran sosyalist
akımlar, zamanla oluşan bir bilinç sayesinde yığın hâlinde olan işçileri sistem
karşısında bir işçi ordusuna dönüştürmüştür.
Kapitalizm gücünü dinden ve devletten almıştır. Her
iki kurumu arkasına almakla kendini bir bakıma garantiye alan bu sistem, bir
süre sonra bunları kendine uydurmaya çalışmıştır. Sosyalist akımların bu duruma
yönelik eleştirileri, özellikle dine yönelik eleştiri gibi algılanmıştır. Oysa
Marx dediğinde haklıdır:
“Din halkların afyonudur.”
Çünkü dönüşüme uğratılan dinsel inançlar kapitalizmin
haksızlıklarını meşru hâle getirmiştir. Bu durumda işçilerin bir bilince sahip
olması da zorlaşmıştır. Marx’ın bu söylemine, ona karşı çıkan veya onu kabul
eden büyük bir düşünür kitlesi tarafından olumsuz anlam yüklenmiştir. Kimi
Marksistler bile Marx'ın dini afyon olarak belirtmesini mevcut kapitalist
ideoloji çerçevesinde anlamış ve ona olumsuz bir anlam yüklemiştir. Oysa
pasajın tamamına bakıldığında görülüyor ki, aslında Marx, dini kötülemekten çok
ona insani bir anlam yüklemektedir:
“Dinsel
sıkıntı, hem gerçek ıstırabın bir ifadesi hem de gerçek ıstıraba bir
protestodur. Din mazlum varlığın feryadı, ruhsuz koşulların ruhu olduğu gibi
kalpsiz bir dünyanın hissiyatıdır. Din halkın afyonudur.”[1]
Marx’ın kastettiği din “yeşil kapitalistler”in
dinidir. Dinsel birtakım şekillere bürünerek dinin asıl kaynağı olan hak
kavramının gözetilmemesi, dini olduğundan çok farklı göstermektedir. Özellikle
kader anlayışına dayalı bir takım toplumsal afyonların üretilmesi Marksizmin bu
dine karşı durmasını sağlamıştır. “Senin kaderin bu” diyerek bir takım
haksızlıkların dine mal edilmesi, “toplumda mutlaka ezen ve ezilen olacaktır,
bu Allah’ın takdiri” gibi dinde olmayan sözlerin doğru gibi insanlara
anlatılması din-Marksizm çatışmasını doğurmuştur. Oysa Marksizmin “karşı
çıktığı” din, kapitalistlerin değiştirilmiş dinidir. Bu karşı çıkış yalnız
Marksizme ait değildir. Batı sosyalizmini öğrenen, İslam dinini benimsemiş
birçok düşünür, İslam’a getirilen bu yoruma karşı çıkmıştır. “Dine karşı din”
anlayışıyla Ali Şeriati bunların başında gelmektedir.
Marx’ın dini bir kenara attığına inanılır çoğun, ama
bu doğru olmaktan çok uzaktır. Marx, dinin, “kalpsiz bir dünyanın kalbi”
olduğunu, günlük gerçekliğin acımasızlığından kaçıp sığınılan bir liman
olduğunu belirtir (Giddens, 2000: 532).
Marx’a göre din, bu dünyadaki mevcut koşullara
müdahale etmeyi bir yana bırakmayı öğretmekte, mutluluk ve ödülleri ölümden
sonraki hayata ertelemektedir. Dikkatlerin bu dünyadaki eşitsizlik ve adaletsizlikler
üzerinde yoğunlaşması önlenmekte, insanlar öteki dünya vaadiyle avutulmaktadır.
Din, güçlü bir ideolojik öğeye sahiptir: Dinsel inanış ve değerler, servet ve
güç dağılımındaki eşitsizlikleri makul göstermeye yaramaktadır. Örnekse,
“yumuşak başlı kişilerin dünyanın varisi olacağı” yolundaki inanış, azla
yetinmeyi ve baskıya boyun eğmeyi önermektedir (Giddens, 2000: 532).
Din Bir Üstyapı Kurumudur
Marx, toplumsal kurumları açıklarken altyapı ve
üstyapı kavramlarını kullanır. Üretim araçlarının ve ekonominin temel
araçlarını oluşturduğu altyapı kurumu, toplumun bütün dinamiklerine etki eder,
kimi zaman belirler. Dinin, hukukun devletin ve ailenin içinde bulunduğu
üstyapı kurumu ise altyapı tarafından şekillendirilir. Kapitalist toplumun bu
sistemi, Marx’ın açıkladığı ve çoğu zamanda eleştiriyle karşılaştığı konudur.
Ancak kapitalist toplumun yapısına bakıldığında Marx’ın böyle düşünmesi doğal
bir durumdur. 16. Yüzyılda oluşan ulus-devletin bugünkü modern devletin
temellerini oluşturduğu düşünüldüğünde, bunu kapitalizmden ayrı düşünmek
olanaksızdır.
Kapitalizmin denetimi altına aldığı modern devlet,
kapitalizm tarafından şekillenen bir kukla hâlini almıştır. Hukuk ve “adalet”
kapitalizmin denetimi altındadır; siyaset kapitalizmin istediği şekilde işler;
aile kapitalizmle yeni bir şekle bürünür. İşte Marx’ın bir üstyapı kurumu
olarak tanımladığı din de böyle gelişir. Modern devlet üzerinde her şeyi
tekeline alan kapitalizmin, toplumun en önemli öğesi olan dini etkilememesi
düşünülemez. Mutlaka onu çıkarlarına göre şekillendirecektir. Bu kimi zaman
dinin temel öğretilerini bile değiştirmeye yol açar.
Marx’ın sınıflar konusundaki çatışmacı yaklaşımı çoğu
zaman tepki alsa da toplumsal gerçekçi bir yansının eseri olduğu bugünkü
kapitalizmde kendini gösterir. Tarih boyunca iki sınıfın biçim değiştirerek
birbirleriyle sürekli savaşmaları Marx’a göre temelde ekonomik sebeptendir.
Maddî sebeplerin şekil değiştirerek sebep oldukları bu mücadelede hâkim sınıf
toplumsal argümanları elinde bulundurarak kendini sürekli hale getirmek ister.
Bu amaç doğrultusunda dini, hukuku, aileyi ve ekonomik ilişkileri kendi
çıkarına göre düzenler. Üstyapı kurumları hâkim sınıfın denetimi altına girer.
Alt sınıfın mücadelesi bu kurumlar tarafından engellenmeye, meşruluğu yok edilmeye
çalışılır.
Marx’ın tarihsel perspektifte incelediği sınıf
savaşımları tarihi üstyapının engeliyle karşılaşır. Marx sadece dine değil,
kapitalist toplumun şekillendirdiği bütün kurumlara karşıdır ve onları
kaldırmaya yönelik bir sistem sunar. Yoksa sosyalist veya komünist düzende bir
“hukukun olmayacağını” Marx söylememiştir. İnsanların doğal ve insani,
tahakküme dayanmayan hukuku geçerli olacaktır. Yine aile ve aşk gibi insanî
olguların sosyalist düzen için ne zararı olabilir? Veya insanların vicdanını ve
en zor duruma düşen insanın bir tanrıya sığınması sosyalizm için ne kadar
yıkıcı olabilir? Asıl sorun, bu kurumların varlığı değil, kapitalizm ve mevcut
sömürücü düzen tarafından bu kurumların kendi lehine düzenlenmesi ve bir
hegemonik araç olarak sunulmasıdır.
Din İnsan Üretimidir
Marx ve Engels’in birkaç pasaj dışında dine olumlu bir
anlam yüklediklerine rastlanılmaz. Düşün tarihi boyunca Marksizmin bu konu
çerçevesinde aldığı eleştiriler saylamayacak kadar çoktur. Hatta kimi zaman
Marksizmin yorumlanışı dahi dine bakışı üzerinden yapılmaktadır.
Marksizm tarihsel materyalizmden yola çıkarak toplumu
anlamaya ve açıklamaya çalışır. Toplumsal hareketlerin, değişimlerin ve
çatışmaların ana kaynağı zihinsel değil, maddî süreçlerdir. Bu demek değildir
ki Marx’ın veya Engels’in “materyalist oldukları”[2] yönündeki tartışmalardan
doğan bir söylemdir. Her bilim gibi maddeden yola çıkan Marksizm, toplumu
tarihsel materyalizm yöntemiyle anlamaya ve açıklamaya çalışmıştır. Bu yöntemi
Marx ve Engels şöyle açıklamışlardır:
“Fikirlerin,
anlayışların ve bilincin üretimi her şeyden önce doğrudan doğruya insanların
maddî faaliyetlerine ve karşılıklı maddî ilişkilerine bağlıdır. İnsanların
anlayışları, düşünceleri, karşılıklı zihinsel ilişkileri bu noktada onların
maddî davranışlarının dolaysız ürünü olarak ortaya çıkar. Bir halkın siyasal
dilinde, yasalarının, ahlakının, dininin, metafiziğinin vb. dilinde ifadesini
bulan zihinsel üretim için de aynı şey geçerlidir. Sahip oldukları anlayışları,
fikirleri vb. üretenler insanların kendileridir, ama bu insanlar, sahip
oldukları üretici güçlerin belirli düzeydeki gelişmişliğinin ve bu gelişkinlik
düzeyine tekabül eden karşılıklı ilişkilerin koşullandırdığı gerçek, faal
insandır. […] insanlar ve sahip oldukları ilişkiler tüm ideolojilerinde sanki
karanlık odadaymış gibi baş aşağı çevrilmiş bir biçimde görülüyorsa, nesnelerin
gözün, ağ tabakası üzerinde ters durumlarının onların dolaysız fiziksel yaşam
süreçlerinin yansıması olması gibi, bu olgu da insanların tarihsel yaşam
süreçlerine aynı şeyin olmasından ileri gelmektedir” (1976: 24)
Topluma yönelirken belirli toplumsal değerlerin
yanlışlığına ve bunların yavaşlatıcı etkisine değinirken Marksistler; birer
“Sovyet ajanı”, “din düşmanı” ve “toplumu çatışmaya yönelten ideologlar”
oluvermişlerdir.
Marksistlerin dine “inanmaması”, kuramlarının yanlış
olduğu anlamına gelmemektedir. Dinin bir insan üretimi olduğunu iddia etmeleri,
kapitalist toplumda dine yüklenen işlevler dolayısıyla böyle düşündürmeye
yönelmeleri doğal bir durumdur. Dinin afyon hâlinin toplum üzerindeki olumsuz
yansımaları elbette Marksizm tarafından açıklanmaya çalışılmıştır. Ancak pratik
anlamda mevcut liberal düzenin dine “açık” gibi görünmesinin nedeni,
kapitalistlerin kendi oluşturdukları dini benimsetmelerinin bir sonucudur.
Bugün kapitalizmin ürettiği görünürde özgürlük, din alanında da varmış gibi
kabul edilir. Oysa dinin tamamen piyasa ekonomisiyle uyum içinde olduğunu
düşünmek Marx’ın onu bir insan üretimi olarak tanımlamasından; dine daha büyük
bir yanlış anlaşılma katmaktadır. Kapitalistler şekillendirdikleri dini gerçek
dinmiş gibi sunmaları ve Marksistlerin de buna gerekçelerle karşı çıkmaları
olağan bir durumdur.
“Dine
karşı eleştirinin temeli şöyledir: insanı yapan din değil, dini yapan insandır.
Gerçi, din henüz kendi kendini bulmamış olan ya da kendini yeniden yitirmiş
insanın kendi hakkındaki duygusu ve kendi hakkındaki bilincidir. Ama insan,
dünyanın dışında bir yerlere çekilmiş soyut bir varlık değildir. İnsan, insanın
dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum, dünyanın tersine
çevrilmiş bilinci olan dini yaratırlar, çünkü onların kendileri tersine
çevrilmiş bir dünyadır. Din bu dünyanın genel teorisi, onun ansiklopedik özeti,
halkın düzeyine indirgenmiş mantığı, manevi son point d’honneur, coşkunluğu,
ahlaki bakımdan onaylanması, gösterişli bütünleyicisi, evrensel avunması ve
haklılığıdır” (Marx-Engels, 1976: 37).
“Eleştiri,
zincirlerin üstünü örten hayali çiçekleri yoldu; bunu, insanı hakikî mutsuzluğa
götüren zinciri taşısın diye değil; zincirleri atsın ve canlı çiçekler toplasın
diye yaptı. Dinin eleştirisi, hayalleri olmayan, akıl çağına gelmiş bir insan
gibi kendi gerçeğini düşünsün, etkilesin, ona biçim versin diye, kendi
çevresinde, yani gerçek güneşi çevresinde dönsün diye insanın hayallerini
yıkmıştır. Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece, insanın çevresinde
dönen hayali güneşten başka bir şey değildir” (Marx-Engels, 1976: 39).
“Öyleyse
tarihin görevi hakikatin ötesinin ortadan kalkmasından sonra, bu dünyanın
gerçeğini göstermektir. İnsanın kendi kendini yabancılaştırmasının kutsal
biçimi [din] bir kez açığa çıkarıldıktan sonra, kutsal olmayan biçimlerde kendi
kendini yabancılaştırmanın maskesini indirmek ilkin tarihin felsefesinin
görevidir. Böylece cennetin eleştirisi yeryüzünün eleştirisine; dinin
eleştirisi hukukun eleştirisine, tanrıbilimin eleştirisi politikanın
eleştirisine dönüşür” (Marx-Engels, 1976: 39).
Marksizm ile din arasında bir bağlantı kurmak oldukça
güçtür. Hem Marksizmin materyalist yorumu hem de dinin bu materyalist yoruma
tepkisi iki alanın birbirinden uzaklaşmasına sebep olmuştur. Fakat iki alanın
birleştirilmesine çalışılırken unutulan bir faktör vardır ki o da her ikisinin
de farklı alanlar ve uğraşlar olduğu konusudur. Din insanları inançlarına göre
değerlendirmeye tabi tutarken, Marksizm bir değerlendirmenin uzağında,
insanları hayvanlardan uğraşlarına, yaşam tarzlarına göre ayırır:
“İnsanlar hayvanlardan, bilinçle, dinle ya da herhangi
bir başka şeyle ayırt edilebilir. İnsanlar kendi geçim araçlarını üretmeye başlar
başlamaz kendilerini hayvanlardan ayırt etmeye başlıyorlar. Bu onların kendi
fiziksel örgütlenişlerinin sonucu olan bir ileri adımdır. İnsanlar kendi geçim
araçlarını üretirken, detaylı olarak kendi maddî yaşamlarını da üretirler”
(Marx-Engels, 1976: 19)
II- Kapitalizm ve Din
Marksizmin din eleştirisi kapitalizm üzerindendir.
Bugün kapitalizmin devlet kanalıyla biçimlendirdiği din, insanlık tarihinde özü
değiştirilmiş, piyasa sistemini kabul eden bir din hâline gelmiştir. İktisat
toplumunda dinin yeri ancak mazlum üzerinde tahakküm kurma aracıdır. Oysa din
bir sivil toplum kurumu olarak, her ne kadar devlet onu etkisi altına almaya
çalışsa da, özerkliğini bir nebze korumaktadır. Dinin anarşist yönü burada
ortaya çıkmaktadır. Kimi zaman devletin “dizginlemek” istediği din, tüm
potansiyeliyle devlete karşı olabilmektedir. Tarihte başkaldırı ve isyanların
çoğunlukla din ve ekonomi üzerinden çıktığı görülmektedir. Ancak modern
toplumda din sivil toplum statüsünde bile olsa, onun sahip olduğu etki kapitalizm
ve devlet tarafından azaltılmış durumdadır.
Devlet çatısı altında örgütlenen din, iktisat
toplumuna özgüdür (İnsel, 2006). Devlet, dinin öğretilerini bir kurum
aracılığıyla düzenleyerek topluma kapitalizm yorumuyla sunmaktadır. İşçilerin
grev yapmalarının iş sahibine zarar vereceği; dinde böyle bir ahlâkın
olmadığını ilân eden diyanet kurumları kapitalizmin ürettiği modern
ulus-devletin bir parçasıdır.
Devlet, dini belirli bir forma dökmeden kendine ait
bir kurum hâline gelmez, mutlaka onu devleti, piyasa sistemini ve burjuva
sınıfını koruyan hale getirip öyle empoze eder. Bir din düşünelim ki, devlet
mekanizmasını tamamen yasaklayan, kapitalizmi günah olarak gören ve piyasa
sistemini bir şeytan olarak tasvir eden bir yapıda olsun. Devletin bu dine
sahip insanlar üzerinde otorite kurması zorlaşır. Bu sefer dinin muallâk
kısımlarından yola çıkarak onu şekillendirir, “din adamlarının” güvencesiyle
fırına verir ve pişirilen dini bir hegemonya olarak fakir, yoksul, altsınıf
tabakasına ücretsiz sunar.
Piyasa Ekonomisi ve İslam Dini
Kapitalizm ideolojik araçlarla meşruluğunu korur.
Dinin piyasa ekonomisiyle uyuşturulan kısımlarının cımbızla alınıp, topluma
kaderci bir anlayışla sunmak, en çok İslam dininin yaygın olduğu Türkiye gibi
ülkelerde kendini göstermektedir. Cumhuriyetten kısa bir süre önce oluşmaya
başlayan ve cumhuriyetle tam anlamıyla hız kazanan, bir burjuva sınıfı
oluşturma gayreti dünyada bir ilktir. (Mardin, 2009: 117).
Bir burjuva sınıfının oluşmasıyla başlayan, piyasa
sistemi ve dinin birbirine “uyumunu” gerçekleştiren Türkiye’de bu durum meşru
hâle gelmiştir. Öyle ki piyasa sisteminin İslam ile kesin olarak uyuştuğu
konusunda kuşku bile duyulmamaktadır.[3]
İslam’ın piyasa ekonomisine ve kapitalizm ile
ilişkisine değinen sosyalist İslamcı düşünürler[4], bunların birbirine tamamen
zıt olgular olduğunu açıklamaya çalışmışlardır. İktisat toplumunun İslam dinine
uygun olmadığını, bunun zaman içerisinde, kapitalizm ve merkeziyetçi devlet
tarafından uygun gibi gösterildiğinden yola çıkmaktadırlar. Bu konuyu Muhammet
Nur Denek şöyle açıklıyor:
“İslam’ın
iktisadî kuralları, aşırı zenginlik ve aşırı fakirliğin toplumda oluşmasını
engellemeye yöneliktir. Toplumda aşırı fakirliğin ortaya çıkış nedeni,
zenginlerin, imkân sahiplerinin, işverenlerin, patronların, gayrimenkul ve
toprak sahiplerinin, din adamı kisvesine bürünenlerin, siyasî iktidar
sahiplerinin, sahip olmuş oldukları imkânların, para hırsı, iktidar hırsı, daha
lüks ve şatafatlı bir yaşama ulaşma arzularının; ancak mahrumların, imkânı
olmayanların, işçilerin, kiracıların sermaye sahibi olmayanların emeklerini
sömürmeleriyle mümkün olabilmesidir. Bu sömürü bazen işverenin işçisinin
emeğini gasp etmesiyle, bazen faiz sistemiyle, bazen gayrimenkul ve toprak
sahiplerinin faizin bir nevi olan hırsızlıklarıyla, kimi zaman da din adamı
kisvesine bürünen alçakların ezilen, mahrum, mazlum ve zavallıların kanlarıyla
beslenmesine yol açar.” (2010: 12-13).
İslamcı sosyalistlerin din yorumu bu şekildedir, ancak
son zamanlarda oldukça çoğalan İslam’ın piyasa ekonomisi yorumu, bir
gerçekliğin ötesinde, merkez kapitalizme destek olmak ve mevcut para babalarını
desteklemekten öteye geçen entelektüel bir çaba sarf etmemektedir. İslam’ın
kapitalist yorumunu sunan düşünürler, “İslam’ın öngördüğü yaşam tarzının, somut
bir siyasal yönetim önermediğini, istişare kurumundan ve Medine Vesikası’ndan
hareketle oluşturulacak demokratik siyasal bir modelin İslam dininin
ilkeleriyle çelişmeyeceğini, özel mülkiyet hakkı ve çalışma koşullarına ilişkin
hükümlerin serbest piyasa ile telif edilmesinin mümkün olduğunu öne
sürmektedirler.” (Demir, 1999: 15).
Serbest piyasa İslamcılarına kısaca değinecek olursak;
Norman Barry, “sivil toplumun seküler bir temele oturtulmasına
rağmen, piyasa ilişkilerine ahlakî ve dinî meşruluk sağlayan bir kuramsal
çerçeve sunduğu için cazip bir kavramsal model olarak savunulduğunu
vurgulamaktadır. Ona göre İslam, piyasa ekonomisi, sivil toplum ve demokrasi
arasında bir uzlaşım vardır. Faiz yasağı dışında, özel mülkiyet, serbest
ticaret ve serbest girişimcilik gibi piyasa ekonomisinin temel unsurları,
İslam’ın öngördüğü iktisadî modelde serbest bırakılmış, hatta tasvip görmüştür”
(Demir, 1999: 19)
Demir’ e göre, “serbest piyasa ortamında insanların,
başka bir zorlama olmadan, piyasanın öngördüğü işbölümüne uygun davranmaları,
sözlerinde durmaları yeteneklerini taahhüt ettikleri şekilde yerine getirmeleri
için piyasa dışı bazı kurumlara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu açıdan hukuk, ahlak
ve din, başta gözetim ve denetim maliyetleri olmak üzere bireylerin piyasada
yürüttükleri işlemlerin maliyetlerini gözle görülür bir biçimde düşürmekte,
piyasa kurumunun daha etkin çalışmasına katkıda bulunmaktadır.” (1999: 23)
Demir’in dine piyasayı koruduğu için yüklediği işlev
bir doğruluğu yansıtmaktadır. Ancak bir kez daha görülüyor ki dinin bir vicdan
ve tanrı-kul ilişkisinin ötesinde, Marx’ın belirttiği gibi, kapitalizmin bir
yürütücüsü hâline getirildiği, entelektüel bir kesim tarafından olumlu bir şekilde
belirtilmektedir. Oysa kapitalizm ve emperyalizm İslam’la uyuşmak bir yana,
asırlarca İslam topluluklarına savaş getirmekten başka bir şey yapmamıştır.
Piyasa toplumu ki temelini faizden alan, ekonomik kıstaslarla toplumu ikiye
bölen, merkezi devlet sistemiyle görünen/görünmeyen bir tahakküm oluşturan bir
sistemdir. Komşuyu komşuya düşüren, komşusu aç iken tok yatıran bir sistemdir.
Kur’an’da açık bir şekilde yasaklanan faiz, bugün kapitalist toplumda adı
değiştirilerek kâr payına dönüşmüştür.
Kapitalizm, kesin bir şekilde yasaklanan faizi bile
adını değiştirerek İslam toplumunda meşru kılabilmiştir. Denek’e göre, “faizin
yasaklanmasının temelinde yatan ana etken, malın (sermayenin) gelir getiren bir
metaa dönüşmesini engellemektir, aksi takdirde sermaye gelir getiren bir değer
hâlini alacak ve üretim toplumsal ekonomideki önemini ve değerini yitirecektir.
Faizin ortaya çıkardığı emeğin ve üretimin hiçbir öneminin kalmadığı, sadece
sermayenin değer hâlini aldığı zulüm sistemi, kapitalizm olarak kendini göstermiştir”(2010:
60).
Sonuç/Değerlendirme
Kapitalizmin toplumlara dayattığı modern dünya, insanî
ilişkilerin, aşkın ve sevginin metalaştırılarak insanlara sunulmasıdır.
Devletin önemli bir rol üstlendiği bu durumda hukukun, ailenin ve dinin
piyasanın birer kolaylaştırıcısı hâline gelmeleri, kabul edilemeyen, fakat
meşru hâle getirilmeleri nedeniyle kabul edilmek zorunda bırakılan birer
denetimsel araç biçimi almıştır. Devletin vicdanî duyguları bile denetimi
altına almayı başarması, kapitalizm sürecinde dinin ve duygunun basit birer
meta hâline getirilmeleri, modern ulus-devletin birer sonucudur. Bu duruma
karşı tepki oluşturan dinsel grupların çok azınlıkta kalmaları, genelin
isteyerek veya istemeyerek, kapitalizmin bir uygulatıcısı olan devletin dinine inanmaları
toplumsal süreçte bir sona gelindiğini gösterir. Farkında olmadan, yanlışların
doğru olarak algılanması, kapitalizmin isteği ile devletin uyguladığı bir
politikadır.
Kapitalizmin, tarihte en çok eleştirilen sistem
olmasına rağmen, en kolay bir biçimde varlığını sürdürmesi bir açıdan, onun
kendi kendini bitireceği söylemini ortaya koyan Marksizmle ilişkilendirilir.
Marksist yöntem, kapitalizmi kendi haline terk ederek onun kendiliğinden
yıkılmasını beklemiştir. Olgunlaşması, olgunlaştıkça sömürmesi, sömürdükçe
kendi içinde kendini bitirmesi, kendisiyle çelişkiye düşmesi. Marx’ın “sabrı”
kimi zaman anlam verilemeyen ancak izlenecek yolların tümünden daha etkili
olmuştur. Kapitalizme ve devlete bir düşman olarak ortaya çıkan, kökünü tarihin
derinliklerinde bulan fakat bugün pek rağbet görmeyen anarşizm, yok etmek
istediği şeyleri güçlendirmek ve onları daha bir meşru hâle getirmekle içine
düştüğü yanılgıdan kurtulamamıştır.
Oysa Marksizm hem yöntemi hem de önerdiği pratikle
bugün dinlerde bile karşılığını bulmuştur. İslam sosyalizminin adalet referansı
ve kapitalizme karşı olması, Hristiyanlık teolojisinin isyancı ruhu Marksizmde
ruh bulmuştur. Genel anlamda bir din ile materyalist bir bilimin ne ortak yönü
olabileceği oldukça tartışılan bir konudur. Fakat kapitalizm açısından kurama
yaklaşıldığında görülüyor ki İslam ve Hristiyanlık gibi semavi dinlerin esas
yapısında piyasa toplumundan çok sosyalizm ile uyuştuğu kanısına varılır.
Probleme düşman taraflar açısından bakıldığında Marksizm ve dinlerin ortak
paydası düşmanlarıdır. Bunun yanında sosyalizmin insana insan olduğu için
eşitlik getirmesi, ona bir ekonomik değer olarak değil de varlık sebebine
inmesi önemlidir.
Kapitalizmde dinin aranması, kapitalist dinin
bulunmasına yol açar. Din, her türlü faşizmden ve ayrımcılıktan uzak, bireyin
tanrıyla iletişimidir. Oysa bugün kapitalizm ve emperyalizmin meşru faşist
uygulamaları, İslam’da piyasa ekonomisini arayanları bir daha düşünmeye sevk
etmelidir.
Şerafettin Sevgili
3 Ocak 2012
Dipnotlar:
[1] Marx’ın din üzerine söylediği bu ünlü söz, Hegel’in Hukuk Felsefesinin
Eleştirisi’nde (Zur Kritik der Hegelschen Rechtsphilosophie, 1843)
“Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı” (A Contibution to the
Critique of Hegel’s Philosophy of Right) adıyla anılan Giriş bölümünde yer
alır.
[2] Marx kesin bir dille ateist olmadığını
belirtmiştir.
“Ben, – kendisini dinleyen çocuklara gulyabaniden
korkmadığını inandırmaya çalışan çocuğu hatırlatan – ‘ateizm’ etiketini […]
reddediyorum.” (Brief an Arnold Ruge, 24 Kasım 1842)
[3] Bkz. Demir, Ömer. (editör) İslam, Sivil Toplum,
Piyasa Ekonomisi, Liberte Yayıncılık, Ankara, 1999.
[4] Ali Şeriati, Mahmut M. Taha, İhsan Eliaçık,
Muhammed Nur Denek bu çizgidedirler.
Kaynakça
Cesur, Ertuğrul. “İslam’ın Sol Yorumu” İslâmiyât dergisi, Cilt 5, Sayı
2, Nisan-Haziran 2002, s.69-70.
Denek, Muhammet Nur. İslam, Eşitlik ve Sosyal
Adalet, Phoneix Yayınevi, Ankara, 2010.
Marx K.- Engels F. Din Üzerine, Çev: Kaya
Güvenç, Sol Yayınları, Ankara, 1976.
Marx K.- Engels F. Alman İdeolojisi, Çev: Sevim
Belli, Sol Yayınları, Ankara, 1976.
Giddens, Anthony. Sosyoloji, Çev: Hüseyin Özel
vd. Ayraç Yayınevi, 2000.
İnsel, Ahmet. İktisat İdeolojisinin Eleştirisi,
Birikim Yayınları, İstanbul, 2006.
Mardin, Şerif. Türkiye’de Toplum ve Siyaset,
İletişim Yayınları, İstanbul 2009.
Kaygusuz, İsmail. İslam İmparatorlukları Tarihinde
İktidar Mücadeleleri ve Aleviliğin Doğuşu, Su Yayınları, İstanbul, 2005.
Özdoğan, Kazım. “Bir Özgürlük Teolojisinin İmkânları
Üzerine”, Birikim dergisi, Sayı 250, Şubat 2010, s. 26-36.
Panopticon, Sosyal
Bilimler Dergisi 1. Sayı sf. 9-18.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder