Pages

03 Ocak 2012

Marxizm Bağlamında Din, Devlet ve Kapitalizm


Ne mutlu o yoksullara ki öbür dünya onlarındır; er ya da geç bu dünya da onların olacaktır.

[F. Engels]

Giriş

Din ve ideolojinin birbirinden ayrılmayacak noktası, her ikisinin sahip olduğu zihinsel boyuttur. Pratikler ve oluşum açısından bakıldığında, ideoloji ve din, düşün tarihinde eklektik bir yöntemden yola çıkılarak sürekli birleştirilmeye, birbirleriyle uyuşturulmaya çalışılmıştır. Bir bakıma kendini meşrulaştırmak, birleştiği tarafı da yüceltmek adına girişilen düşün işlemi her zaman var olmuştur. Buradan yola çıkarak, dinin dogmacı yapısı, ideolojinin pratik ve zihinsel boyutu çoğu zaman hem dinden hem de ideolojiden çok sonra üçüncü kişi/kişiler tarafından yapılmaktadır.

Dinin toplumdaki önemi, din ve toplum var olduğu günden bu yana varlığını korumuş; hâlen de korumaktadır. Öyle ki bu önemi çiğnemek, toplumda büyük rahatsızlığa yol açtığı gibi, toplumu düşman cephesine koymakla aynı anlama gelmektedir. Dinin eleştirilmesi, her zaman kimi kesimler için gerçekleştirilen bir eylem olmuştur; ancak yeni bir toplumsal sistemin önerilmesi durumunda, toplumun önem verdiği dinin kökten bir biçimde bir kenara bırakılması veya onun değişik versiyonlarının sunulması kolay gerçekleşen bir durum değildir. Toplumsal kuram, bunu “göze almaz”; ancak onun yorumlanışı ve sergilenişi, pratikte din ve toplum ilişkisine bakış açısını ortaya koyar.

Marksizmin yalnızca bir “toplumsal kuram” olarak betimlenmesi güçtür, bunun yanında Marksizmin bir bilim, bakış açısı, sosyoloji kuramı, felsefi çıkış, tarihsel perspektif, ekonomi, ideoloji ve din olarak da tanımlandığı görülür. Tüm bu kavramların içinde, Marksizmin topluma bakışı, onu “diğerlerinden ayıran temel özelliktir” denilebilir. Marksizmin toplumsal bakış açısının sosyolojik açıdan önemi büyüktür. Onun ekonomik, siyasal, psikolojik ve tarihsel perspektifinin ayrı ayrı incelendiği sırada dinin de burada yer alması, kimi zaman tepki, kimi zamanda hareket oluşturmuştur. Tarihsel materyalizmi kendine yöntem olarak seçen bir bilimin din ile ilişkilendirilerek açıklanması, düşünce tarihinde çoğu zaman anlam verilemeyen bir durum olmuştur; ancak pratiğe bakıldığında bunun mümkünlüğü konusunda ifadeler kullanabilen entelektüel kesim, farklı bir bakış açısı meydana getirmiştir.

Marksizmin din ile ilişkisini, Marksizmin mevcut kapitalist toplumdaki din yorumuna dayandıran ve buradan yola çıkan düşünürlerin, genel anlamda bir çelişki içinde oldukları düşünülür. Ancak kapitalizme bir eleştiri olarak doğan sosyalizmin ve ona bilimsel bir şekil veren Marksizmin dine bakışı izlenen yöntem ve görünenle aynı değildir. Marksizmin karşı çıktığı dinin kapitalist yorumu, Marksist dindarların oluşumunu sağlamıştır.

Marksizm, kapitalizmin yarattığı her olguyu onun ekonomik sistemiyle açıklamıştır. Piyasa sistemi üzerine kurulu bir toplum inşa eden kapitalizm, din gibi toplumsal kurumları kendi çıkarına göre şekillendirmiştir. Marksizm ile din arasında ilişki kuran düşünürlerin buradan yola çıkarak bakış açılarını oluşturmaları, hem Marksizm açısından hem de mevcut din algısı tarafından dikkatle incelenmesi gerekir.

Toplumda ve düşünürlerin çoğunda bir çelişki gibi algılanan yönün aslında tam bir örtüşme olduğunu varsayan dindar Marksistlerin üzerinde durulması, literatürde çok rastlanan bir durum değildir. Bu makalenin ana konusunu oluşturan din ve Marksizm, kimi zaman oldukça tartışılan, anlam verilemeyen bir konuyken, kimi zamanda haklı bir şekilde alkışlanan bir toplumsal bakış açısıdır.

Marksizmin din yorumunun ele alınacağı bu makalede, kapitalizmin böyle bir düşünüşün ortaya çıkmasında önemli bir yerde durduğu açıklanmaya çalışılacaktır. Marx ve Engels’in dine bakışının inceleneceği aşamada kapitalizmin dini kendine göre yorumladığı, dinin bu afyon hâlinin Marksizm tarafından eleştirildiği önemli düşünürler üzerinden verilecektir. Ayrıca, Marksizmin dine yaklaşımı kadar, dinin Marksizme nasıl baktığı üzerinde durulacak temel konulardır.

I- Marksizm ve Din

Marx kapitalizmden yola çıkmıştı. Kendinden önceki ütopik sosyalistlerin kuramlarına bağlı kalmıştır; ancak tespitleri konusunda onlara katılsa da yöntem açısından onlardan ayrılmıştır. Bilimsel bir yöntemi seçen Marx, tarihsel evrelerin devinim içerisinde olduğunu ve ilkel-komünal, köleci, feodal, kapitalist dönemlerin bu tarihsel evreleri oluşturduğunu gözlemlemiştir. Ona göre her tarihsel evrede bir devrimci sınıf vardır ve bu sınıf bir diğer evreye geçişte devindirici güçtür. Kapitalist dönemden önce feodal yapılanma içinde burjuva, devrimci sınıftır. Derebeyleri yıkarak kapitalist çağı başlatmışlardır. Marx’ın bu tespiti her tarihsel dönem gibi kapitalist çağ için de geçerlidir. Kapitalizm, oluşurken kendi içinde devindirici güç olarak işçi sınıfını barındırmaktadır. Burjuva nasıl feodal yapıyı yıkıp, kapitalizmi kurduysa işçi sınıfı da kapitalizmi yıkacak ve sosyalizmi kuracaktır.

Marx bu öğretilerini bilimsellik içinde oluşturmuştur. Hegel’in diyalektiğini idealizmden kurtararak materyalist bir yöntem üzerinde şekillendirmiştir. Tez-antitez ve sentez aşamalarını toplumsal devinimleri anlamada kullanmıştır. Ona göre her şey diyalektiktir. Toplumun çağ değiştirmesi de diyalektik kurallara bağlıdır. Feodal toplumsal sistem bir tezdir; burjuva buna bir antitez olarak ortaya çıkar ve sonuçta sentez olarak kapitalist çağ oluşur-başlar. Ancak Marx’ın üzerinde durduğu önemli bir nokta ise olgunlaşma evresidir. Bir tarihsel evre tam olgunlaşmadan, bir sonraki sisteme geçiş birçok toplumsal sorunu da beraberinde getirir. Marksizmin, anarşizmden ayrılan bir noktası da budur.

Marx’ın sosyalizme kattığı bilimsel yöntem, sosyalizmi ütopizmden kurtarıp, hayata “geçirilebilecek” bir toplumsal sistem hâline getirmiştir. Kapitalizmin işçi sınıfı üzerine yüklediği ağır yükü ortadan kaldırmak, işçinin emeğinin tamamına sahip olabilme umudu Marksizm ile “ulaşılabilir bir sistem” hâline gelmiştir.

Sosyalizm, toplumsal ve ekonomik birçok yeni oluşumu bünyesinde barındıran bir sistemdir. Devlet şekli, mülkiyet, insan hakları, kadın ve doğa gibi birçok konuda mevcut sisteme aykırı bir tavır içerisindedir. Özellikle sosyalizmin ekonomik görüşü kapitalist ideoloji tarafından kesinlikle reddedilmiştir. Kapitalizmi yaşatan ve onun temel taşı durumunda olan özel mülkiyet, sosyalizm tarafından ortaklığa devredilmektedir. Sosyalizme göre özel mülkiyet ve ekonomik ilişkiler toplumsal bozuklukların temel nedenidir. Ve yine Marksist sosyalizme göre ekonomik ilişkiler, diğer toplumsal sistemleri etkiler; aile, devlet, siyaset ve en önemlisi dinin kullanılması ekonomik ilişkiler sonucunda belirlenir.

Sosyalizmin ekonomik doktrinini esas olarak şu cümle-slogan özetler; herkesten yeteneğine göre alıp, herkese yeteneğine göre dağıtılması. Bu cümle aslında, toplumsal bölüşümün yanında birçok anlam barındırmaktadır. Herkesten yeteneğine göre alınması, toplumda herkesin aynı olmadığını ve sosyalizme yönelik yaygın görüşlerin başında gelen sosyalizmin insanları tek tipleştirdiği düşüncesini çürütmektedir. Sosyalizm insanları aynı ve eşdeğer değil, aksine farklılıklardan oluşan bir bütün olarak ele alır. Herkese ihtiyacına göre verilmesi de sosyalist görüşün herkesin ihtiyacının farklı olduğu görüşüne sahip olduğunu göstermektedir. Toplumdaki bütün bireyleri aynı kefeye koymamasının yanında, bunun gelecekte de böyle olmayacağının garantisini vermektedir.

Toplumsal paylaşımı bu şekilde belirleyen sosyalist sistemin oluşabilmesi için iki temel şartın oluşması gerekmektedir; ilki özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıdır. Özelikle üretim araçlarının mülkiyeti konusuna eğilen sosyalizm, üretim araçlarının şahısların ellerinden alınıp topluma devredilmesi gerektiğini belirtmektedir. Böylece topluma ait malların, araçların tekeli birkaç kişi yerine tüm topluma ait olur ve yine birkaç kişi yerine tüm toplum refah içinde yaşar.

Oluşması gerekli ikinci şart ise emeğin sömürülmesine son verilmesidir. İşçi çalıştığı kadarını, yani alması gereken hakkını aldığı ölçüde âdil bir sistem işlemeye başlar. Kapitalist ekonomi, işçinin kendisi için çalışmanın yanında patronu içinde çalışmayı zorunlu tutar. Çünkü patron iş kuran ve işverendir. Yalnızca bu özellikleri bulundurması patronun yıllarca çalışmadan servet sahibi olmasına önayak olur. İşçiler işverene kendi ihtiyaçlarından fazla çalışırlar. Bu şekilde patron hiçbir emek sarf etmeden, işçinin sırtından servet sahibi olabilmektedir. Sosyalizm bu sistemi kırarak buna sebep olan üretim araçlarını topluma devretmektedir. Toplum adına işletilen fabrikalarda işçiler kendi ihtiyaçları kadarını çalışıp tam karşılığını almak için uğraşırlar.

Sosyalizm, insanın insan tarafından sömürülmesine tepki olarak ortaya çıkmıştır. Sömürü sınıfların ortaya çıkmasıyla beraber her tarihsel devirde var olmuştur; ancak kapitalist dönemde en üst seviyesine, emperyalizm düzeyine gelmiştir. Kapitalizmden önce belirli zamanlarda birtakım dini öğretiler sınıfsal ayrımı kaldırmaya yönelmiştir. Ancak kapitalist çağda, kapitalizm sisteminin bir parçası olan sekülerleşme dinin bu öğretilerini dahi engellemeye çalışmıştır; ancak kendine dinsel bir yön kazandırmayı da başarmıştır.

Kapitalizm ve sosyalizm birer ekonomik sistemi ifade etmektedir. Kapitalizm, serbest piyasa ekonomisini ve özel mülkiyeti serbest kılarak toplumda “özgür” bir ortam oluşturmaya çalışır. Dayattığı ekonomik özgürlük, herkese açık görünmektedir. Fakat görünen ile gerçek bir değildir. Kapitalist düzende ezilmemek için ezmek esastır. Sistem bu şekilde işleyince toplum ezen ve ezilen olmak üzere farklı sınıflara ayrılır. İşçi-patron ilişkisi bunun en açık göstergesidir. Tüm bu olumsuz durumların yanında devlet problemi de azımsanacak düzeyde değildir. Marx, devleti bir üstyapı kurumu olarak belirlemiştir. Bugün devlet kapitalizmin denetimi altındadır. İktidar, zengin ailelerle işbirliği içinde ülkeyi yönetmektedir.

Din Halkların Afyonudur

Cemaatten cemiyete doğru ilerleyen toplumlarda, çalışma yaşamı da bir evrim geçirmiştir. Kendi ihtiyaçların karşılanması amacıyla sarf edilen emek, sanayi toplumlarında piyasaya güç veren bir faktör hâline gelmiştir. İşçinin emeği sistemli bir şekilde kapitalizm doğuşuyla birlikte sömürülmeye başlanmıştır. Üretim araçlarını eline bulunduran sınıf, çalıştırdığı işçilerin emekleri üzerinde hak iddia ederek, bunu hukuk kuralları ve dinsel birtakım söylemlerle meşru hale getirmiştir. Bu durumda işçi ve ezilenlerin direnişi hegemonik araçlarla engellenmeye çalışılmıştır.

19. yüzyıl işçi hareketlenmeleri ve düzene karşı bir tavrın oluşması yönünde önemli olaylar olmuştur. Yıllar boyu köyden toprak sıkıntısı nedeniyle kente gelip işçi olan köylüler, çok az bir miktar para karşılığında çok zor şartlar altında yaşayan bir işçi yığınını oluşturmuştur. Eşitsiz işleyen bir sanayi toplumunda bu duruma eleştiri yağdıran sosyalist akımlar, zamanla oluşan bir bilinç sayesinde yığın hâlinde olan işçileri sistem karşısında bir işçi ordusuna dönüştürmüştür.

Kapitalizm gücünü dinden ve devletten almıştır. Her iki kurumu arkasına almakla kendini bir bakıma garantiye alan bu sistem, bir süre sonra bunları kendine uydurmaya çalışmıştır. Sosyalist akımların bu duruma yönelik eleştirileri, özellikle dine yönelik eleştiri gibi algılanmıştır. Oysa Marx dediğinde haklıdır:

“Din halkların afyonudur.”

Çünkü dönüşüme uğratılan dinsel inançlar kapitalizmin haksızlıklarını meşru hâle getirmiştir. Bu durumda işçilerin bir bilince sahip olması da zorlaşmıştır. Marx’ın bu söylemine, ona karşı çıkan veya onu kabul eden büyük bir düşünür kitlesi tarafından olumsuz anlam yüklenmiştir. Kimi Marksistler bile Marx'ın dini afyon olarak belirtmesini mevcut kapitalist ideoloji çerçevesinde anlamış ve ona olumsuz bir anlam yüklemiştir. Oysa pasajın tamamına bakıldığında görülüyor ki, aslında Marx, dini kötülemekten çok ona insani bir anlam yüklemektedir:

“Dinsel sıkıntı, hem gerçek ıstırabın bir ifadesi hem de gerçek ıstıraba bir protestodur. Din mazlum varlığın feryadı, ruhsuz koşulların ruhu olduğu gibi kalpsiz bir dünyanın hissiyatıdır. Din halkın afyonudur.”[1]

Marx’ın kastettiği din “yeşil kapitalistler”in dinidir. Dinsel birtakım şekillere bürünerek dinin asıl kaynağı olan hak kavramının gözetilmemesi, dini olduğundan çok farklı göstermektedir. Özellikle kader anlayışına dayalı bir takım toplumsal afyonların üretilmesi Marksizmin bu dine karşı durmasını sağlamıştır. “Senin kaderin bu” diyerek bir takım haksızlıkların dine mal edilmesi, “toplumda mutlaka ezen ve ezilen olacaktır, bu Allah’ın takdiri” gibi dinde olmayan sözlerin doğru gibi insanlara anlatılması din-Marksizm çatışmasını doğurmuştur. Oysa Marksizmin “karşı çıktığı” din, kapitalistlerin değiştirilmiş dinidir. Bu karşı çıkış yalnız Marksizme ait değildir. Batı sosyalizmini öğrenen, İslam dinini benimsemiş birçok düşünür, İslam’a getirilen bu yoruma karşı çıkmıştır. “Dine karşı din” anlayışıyla Ali Şeriati bunların başında gelmektedir.

Marx’ın dini bir kenara attığına inanılır çoğun, ama bu doğru olmaktan çok uzaktır. Marx, dinin, “kalpsiz bir dünyanın kalbi” olduğunu, günlük gerçekliğin acımasızlığından kaçıp sığınılan bir liman olduğunu belirtir (Giddens, 2000: 532).

Marx’a göre din, bu dünyadaki mevcut koşullara müdahale etmeyi bir yana bırakmayı öğretmekte, mutluluk ve ödülleri ölümden sonraki hayata ertelemektedir. Dikkatlerin bu dünyadaki eşitsizlik ve adaletsizlikler üzerinde yoğunlaşması önlenmekte, insanlar öteki dünya vaadiyle avutulmaktadır. Din, güçlü bir ideolojik öğeye sahiptir: Dinsel inanış ve değerler, servet ve güç dağılımındaki eşitsizlikleri makul göstermeye yaramaktadır. Örnekse, “yumuşak başlı kişilerin dünyanın varisi olacağı” yolundaki inanış, azla yetinmeyi ve baskıya boyun eğmeyi önermektedir (Giddens, 2000: 532).

Din Bir Üstyapı Kurumudur

Marx, toplumsal kurumları açıklarken altyapı ve üstyapı kavramlarını kullanır. Üretim araçlarının ve ekonominin temel araçlarını oluşturduğu altyapı kurumu, toplumun bütün dinamiklerine etki eder, kimi zaman belirler. Dinin, hukukun devletin ve ailenin içinde bulunduğu üstyapı kurumu ise altyapı tarafından şekillendirilir. Kapitalist toplumun bu sistemi, Marx’ın açıkladığı ve çoğu zamanda eleştiriyle karşılaştığı konudur. Ancak kapitalist toplumun yapısına bakıldığında Marx’ın böyle düşünmesi doğal bir durumdur. 16. Yüzyılda oluşan ulus-devletin bugünkü modern devletin temellerini oluşturduğu düşünüldüğünde, bunu kapitalizmden ayrı düşünmek olanaksızdır.

Kapitalizmin denetimi altına aldığı modern devlet, kapitalizm tarafından şekillenen bir kukla hâlini almıştır. Hukuk ve “adalet” kapitalizmin denetimi altındadır; siyaset kapitalizmin istediği şekilde işler; aile kapitalizmle yeni bir şekle bürünür. İşte Marx’ın bir üstyapı kurumu olarak tanımladığı din de böyle gelişir. Modern devlet üzerinde her şeyi tekeline alan kapitalizmin, toplumun en önemli öğesi olan dini etkilememesi düşünülemez. Mutlaka onu çıkarlarına göre şekillendirecektir. Bu kimi zaman dinin temel öğretilerini bile değiştirmeye yol açar.

Marx’ın sınıflar konusundaki çatışmacı yaklaşımı çoğu zaman tepki alsa da toplumsal gerçekçi bir yansının eseri olduğu bugünkü kapitalizmde kendini gösterir. Tarih boyunca iki sınıfın biçim değiştirerek birbirleriyle sürekli savaşmaları Marx’a göre temelde ekonomik sebeptendir. Maddî sebeplerin şekil değiştirerek sebep oldukları bu mücadelede hâkim sınıf toplumsal argümanları elinde bulundurarak kendini sürekli hale getirmek ister. Bu amaç doğrultusunda dini, hukuku, aileyi ve ekonomik ilişkileri kendi çıkarına göre düzenler. Üstyapı kurumları hâkim sınıfın denetimi altına girer. Alt sınıfın mücadelesi bu kurumlar tarafından engellenmeye, meşruluğu yok edilmeye çalışılır.

Marx’ın tarihsel perspektifte incelediği sınıf savaşımları tarihi üstyapının engeliyle karşılaşır. Marx sadece dine değil, kapitalist toplumun şekillendirdiği bütün kurumlara karşıdır ve onları kaldırmaya yönelik bir sistem sunar. Yoksa sosyalist veya komünist düzende bir “hukukun olmayacağını” Marx söylememiştir. İnsanların doğal ve insani, tahakküme dayanmayan hukuku geçerli olacaktır. Yine aile ve aşk gibi insanî olguların sosyalist düzen için ne zararı olabilir? Veya insanların vicdanını ve en zor duruma düşen insanın bir tanrıya sığınması sosyalizm için ne kadar yıkıcı olabilir? Asıl sorun, bu kurumların varlığı değil, kapitalizm ve mevcut sömürücü düzen tarafından bu kurumların kendi lehine düzenlenmesi ve bir hegemonik araç olarak sunulmasıdır.

Din İnsan Üretimidir

Marx ve Engels’in birkaç pasaj dışında dine olumlu bir anlam yüklediklerine rastlanılmaz. Düşün tarihi boyunca Marksizmin bu konu çerçevesinde aldığı eleştiriler saylamayacak kadar çoktur. Hatta kimi zaman Marksizmin yorumlanışı dahi dine bakışı üzerinden yapılmaktadır.

Marksizm tarihsel materyalizmden yola çıkarak toplumu anlamaya ve açıklamaya çalışır. Toplumsal hareketlerin, değişimlerin ve çatışmaların ana kaynağı zihinsel değil, maddî süreçlerdir. Bu demek değildir ki Marx’ın veya Engels’in “materyalist oldukları”[2] yönündeki tartışmalardan doğan bir söylemdir. Her bilim gibi maddeden yola çıkan Marksizm, toplumu tarihsel materyalizm yöntemiyle anlamaya ve açıklamaya çalışmıştır. Bu yöntemi Marx ve Engels şöyle açıklamışlardır:

“Fikirlerin, anlayışların ve bilincin üretimi her şeyden önce doğrudan doğruya insanların maddî faaliyetlerine ve karşılıklı maddî ilişkilerine bağlıdır. İnsanların anlayışları, düşünceleri, karşılıklı zihinsel ilişkileri bu noktada onların maddî davranışlarının dolaysız ürünü olarak ortaya çıkar. Bir halkın siyasal dilinde, yasalarının, ahlakının, dininin, metafiziğinin vb. dilinde ifadesini bulan zihinsel üretim için de aynı şey geçerlidir. Sahip oldukları anlayışları, fikirleri vb. üretenler insanların kendileridir, ama bu insanlar, sahip oldukları üretici güçlerin belirli düzeydeki gelişmişliğinin ve bu gelişkinlik düzeyine tekabül eden karşılıklı ilişkilerin koşullandırdığı gerçek, faal insandır. […] insanlar ve sahip oldukları ilişkiler tüm ideolojilerinde sanki karanlık odadaymış gibi baş aşağı çevrilmiş bir biçimde görülüyorsa, nesnelerin gözün, ağ tabakası üzerinde ters durumlarının onların dolaysız fiziksel yaşam süreçlerinin yansıması olması gibi, bu olgu da insanların tarihsel yaşam süreçlerine aynı şeyin olmasından ileri gelmektedir” (1976: 24)

Topluma yönelirken belirli toplumsal değerlerin yanlışlığına ve bunların yavaşlatıcı etkisine değinirken Marksistler; birer “Sovyet ajanı”, “din düşmanı” ve “toplumu çatışmaya yönelten ideologlar” oluvermişlerdir.

Marksistlerin dine “inanmaması”, kuramlarının yanlış olduğu anlamına gelmemektedir. Dinin bir insan üretimi olduğunu iddia etmeleri, kapitalist toplumda dine yüklenen işlevler dolayısıyla böyle düşündürmeye yönelmeleri doğal bir durumdur. Dinin afyon hâlinin toplum üzerindeki olumsuz yansımaları elbette Marksizm tarafından açıklanmaya çalışılmıştır. Ancak pratik anlamda mevcut liberal düzenin dine “açık” gibi görünmesinin nedeni, kapitalistlerin kendi oluşturdukları dini benimsetmelerinin bir sonucudur. Bugün kapitalizmin ürettiği görünürde özgürlük, din alanında da varmış gibi kabul edilir. Oysa dinin tamamen piyasa ekonomisiyle uyum içinde olduğunu düşünmek Marx’ın onu bir insan üretimi olarak tanımlamasından; dine daha büyük bir yanlış anlaşılma katmaktadır. Kapitalistler şekillendirdikleri dini gerçek dinmiş gibi sunmaları ve Marksistlerin de buna gerekçelerle karşı çıkmaları olağan bir durumdur.

“Dine karşı eleştirinin temeli şöyledir: insanı yapan din değil, dini yapan insandır. Gerçi, din henüz kendi kendini bulmamış olan ya da kendini yeniden yitirmiş insanın kendi hakkındaki duygusu ve kendi hakkındaki bilincidir. Ama insan, dünyanın dışında bir yerlere çekilmiş soyut bir varlık değildir. İnsan, insanın dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum, dünyanın tersine çevrilmiş bilinci olan dini yaratırlar, çünkü onların kendileri tersine çevrilmiş bir dünyadır. Din bu dünyanın genel teorisi, onun ansiklopedik özeti, halkın düzeyine indirgenmiş mantığı, manevi son point d’honneur, coşkunluğu, ahlaki bakımdan onaylanması, gösterişli bütünleyicisi, evrensel avunması ve haklılığıdır” (Marx-Engels, 1976: 37).

“Eleştiri, zincirlerin üstünü örten hayali çiçekleri yoldu; bunu, insanı hakikî mutsuzluğa götüren zinciri taşısın diye değil; zincirleri atsın ve canlı çiçekler toplasın diye yaptı. Dinin eleştirisi, hayalleri olmayan, akıl çağına gelmiş bir insan gibi kendi gerçeğini düşünsün, etkilesin, ona biçim versin diye, kendi çevresinde, yani gerçek güneşi çevresinde dönsün diye insanın hayallerini yıkmıştır. Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece, insanın çevresinde dönen hayali güneşten başka bir şey değildir” (Marx-Engels, 1976: 39).

“Öyleyse tarihin görevi hakikatin ötesinin ortadan kalkmasından sonra, bu dünyanın gerçeğini göstermektir. İnsanın kendi kendini yabancılaştırmasının kutsal biçimi [din] bir kez açığa çıkarıldıktan sonra, kutsal olmayan biçimlerde kendi kendini yabancılaştırmanın maskesini indirmek ilkin tarihin felsefesinin görevidir. Böylece cennetin eleştirisi yeryüzünün eleştirisine; dinin eleştirisi hukukun eleştirisine, tanrıbilimin eleştirisi politikanın eleştirisine dönüşür” (Marx-Engels, 1976: 39).

Marksizm ile din arasında bir bağlantı kurmak oldukça güçtür. Hem Marksizmin materyalist yorumu hem de dinin bu materyalist yoruma tepkisi iki alanın birbirinden uzaklaşmasına sebep olmuştur. Fakat iki alanın birleştirilmesine çalışılırken unutulan bir faktör vardır ki o da her ikisinin de farklı alanlar ve uğraşlar olduğu konusudur. Din insanları inançlarına göre değerlendirmeye tabi tutarken, Marksizm bir değerlendirmenin uzağında, insanları hayvanlardan uğraşlarına, yaşam tarzlarına göre ayırır:

“İnsanlar hayvanlardan, bilinçle, dinle ya da herhangi bir başka şeyle ayırt edilebilir. İnsanlar kendi geçim araçlarını üretmeye başlar başlamaz kendilerini hayvanlardan ayırt etmeye başlıyorlar. Bu onların kendi fiziksel örgütlenişlerinin sonucu olan bir ileri adımdır. İnsanlar kendi geçim araçlarını üretirken, detaylı olarak kendi maddî yaşamlarını da üretirler” (Marx-Engels, 1976: 19)

II- Kapitalizm ve Din

Marksizmin din eleştirisi kapitalizm üzerindendir. Bugün kapitalizmin devlet kanalıyla biçimlendirdiği din, insanlık tarihinde özü değiştirilmiş, piyasa sistemini kabul eden bir din hâline gelmiştir. İktisat toplumunda dinin yeri ancak mazlum üzerinde tahakküm kurma aracıdır. Oysa din bir sivil toplum kurumu olarak, her ne kadar devlet onu etkisi altına almaya çalışsa da, özerkliğini bir nebze korumaktadır. Dinin anarşist yönü burada ortaya çıkmaktadır. Kimi zaman devletin “dizginlemek” istediği din, tüm potansiyeliyle devlete karşı olabilmektedir. Tarihte başkaldırı ve isyanların çoğunlukla din ve ekonomi üzerinden çıktığı görülmektedir. Ancak modern toplumda din sivil toplum statüsünde bile olsa, onun sahip olduğu etki kapitalizm ve devlet tarafından azaltılmış durumdadır.

Devlet çatısı altında örgütlenen din, iktisat toplumuna özgüdür (İnsel, 2006). Devlet, dinin öğretilerini bir kurum aracılığıyla düzenleyerek topluma kapitalizm yorumuyla sunmaktadır. İşçilerin grev yapmalarının iş sahibine zarar vereceği; dinde böyle bir ahlâkın olmadığını ilân eden diyanet kurumları kapitalizmin ürettiği modern ulus-devletin bir parçasıdır.

Devlet, dini belirli bir forma dökmeden kendine ait bir kurum hâline gelmez, mutlaka onu devleti, piyasa sistemini ve burjuva sınıfını koruyan hale getirip öyle empoze eder. Bir din düşünelim ki, devlet mekanizmasını tamamen yasaklayan, kapitalizmi günah olarak gören ve piyasa sistemini bir şeytan olarak tasvir eden bir yapıda olsun. Devletin bu dine sahip insanlar üzerinde otorite kurması zorlaşır. Bu sefer dinin muallâk kısımlarından yola çıkarak onu şekillendirir, “din adamlarının” güvencesiyle fırına verir ve pişirilen dini bir hegemonya olarak fakir, yoksul, altsınıf tabakasına ücretsiz sunar.

Piyasa Ekonomisi ve İslam Dini

Kapitalizm ideolojik araçlarla meşruluğunu korur. Dinin piyasa ekonomisiyle uyuşturulan kısımlarının cımbızla alınıp, topluma kaderci bir anlayışla sunmak, en çok İslam dininin yaygın olduğu Türkiye gibi ülkelerde kendini göstermektedir. Cumhuriyetten kısa bir süre önce oluşmaya başlayan ve cumhuriyetle tam anlamıyla hız kazanan, bir burjuva sınıfı oluşturma gayreti dünyada bir ilktir. (Mardin, 2009: 117).

Bir burjuva sınıfının oluşmasıyla başlayan, piyasa sistemi ve dinin birbirine “uyumunu” gerçekleştiren Türkiye’de bu durum meşru hâle gelmiştir. Öyle ki piyasa sisteminin İslam ile kesin olarak uyuştuğu konusunda kuşku bile duyulmamaktadır.[3]

İslam’ın piyasa ekonomisine ve kapitalizm ile ilişkisine değinen sosyalist İslamcı düşünürler[4], bunların birbirine tamamen zıt olgular olduğunu açıklamaya çalışmışlardır. İktisat toplumunun İslam dinine uygun olmadığını, bunun zaman içerisinde, kapitalizm ve merkeziyetçi devlet tarafından uygun gibi gösterildiğinden yola çıkmaktadırlar. Bu konuyu Muhammet Nur Denek şöyle açıklıyor:

“İslam’ın iktisadî kuralları, aşırı zenginlik ve aşırı fakirliğin toplumda oluşmasını engellemeye yöneliktir. Toplumda aşırı fakirliğin ortaya çıkış nedeni, zenginlerin, imkân sahiplerinin, işverenlerin, patronların, gayrimenkul ve toprak sahiplerinin, din adamı kisvesine bürünenlerin, siyasî iktidar sahiplerinin, sahip olmuş oldukları imkânların, para hırsı, iktidar hırsı, daha lüks ve şatafatlı bir yaşama ulaşma arzularının; ancak mahrumların, imkânı olmayanların, işçilerin, kiracıların sermaye sahibi olmayanların emeklerini sömürmeleriyle mümkün olabilmesidir. Bu sömürü bazen işverenin işçisinin emeğini gasp etmesiyle, bazen faiz sistemiyle, bazen gayrimenkul ve toprak sahiplerinin faizin bir nevi olan hırsızlıklarıyla, kimi zaman da din adamı kisvesine bürünen alçakların ezilen, mahrum, mazlum ve zavallıların kanlarıyla beslenmesine yol açar.” (2010: 12-13).

İslamcı sosyalistlerin din yorumu bu şekildedir, ancak son zamanlarda oldukça çoğalan İslam’ın piyasa ekonomisi yorumu, bir gerçekliğin ötesinde, merkez kapitalizme destek olmak ve mevcut para babalarını desteklemekten öteye geçen entelektüel bir çaba sarf etmemektedir. İslam’ın kapitalist yorumunu sunan düşünürler, “İslam’ın öngördüğü yaşam tarzının, somut bir siyasal yönetim önermediğini, istişare kurumundan ve Medine Vesikası’ndan hareketle oluşturulacak demokratik siyasal bir modelin İslam dininin ilkeleriyle çelişmeyeceğini, özel mülkiyet hakkı ve çalışma koşullarına ilişkin hükümlerin serbest piyasa ile telif edilmesinin mümkün olduğunu öne sürmektedirler.” (Demir, 1999: 15).

Serbest piyasa İslamcılarına kısaca değinecek olursak;

Norman Barry, “sivil toplumun seküler bir temele oturtulmasına rağmen, piyasa ilişkilerine ahlakî ve dinî meşruluk sağlayan bir kuramsal çerçeve sunduğu için cazip bir kavramsal model olarak savunulduğunu vurgulamaktadır. Ona göre İslam, piyasa ekonomisi, sivil toplum ve demokrasi arasında bir uzlaşım vardır. Faiz yasağı dışında, özel mülkiyet, serbest ticaret ve serbest girişimcilik gibi piyasa ekonomisinin temel unsurları, İslam’ın öngördüğü iktisadî modelde serbest bırakılmış, hatta tasvip görmüştür” (Demir, 1999: 19)

Demir’ e göre, “serbest piyasa ortamında insanların, başka bir zorlama olmadan, piyasanın öngördüğü işbölümüne uygun davranmaları, sözlerinde durmaları yeteneklerini taahhüt ettikleri şekilde yerine getirmeleri için piyasa dışı bazı kurumlara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu açıdan hukuk, ahlak ve din, başta gözetim ve denetim maliyetleri olmak üzere bireylerin piyasada yürüttükleri işlemlerin maliyetlerini gözle görülür bir biçimde düşürmekte, piyasa kurumunun daha etkin çalışmasına katkıda bulunmaktadır.” (1999: 23)

Demir’in dine piyasayı koruduğu için yüklediği işlev bir doğruluğu yansıtmaktadır. Ancak bir kez daha görülüyor ki dinin bir vicdan ve tanrı-kul ilişkisinin ötesinde, Marx’ın belirttiği gibi, kapitalizmin bir yürütücüsü hâline getirildiği, entelektüel bir kesim tarafından olumlu bir şekilde belirtilmektedir. Oysa kapitalizm ve emperyalizm İslam’la uyuşmak bir yana, asırlarca İslam topluluklarına savaş getirmekten başka bir şey yapmamıştır. Piyasa toplumu ki temelini faizden alan, ekonomik kıstaslarla toplumu ikiye bölen, merkezi devlet sistemiyle görünen/görünmeyen bir tahakküm oluşturan bir sistemdir. Komşuyu komşuya düşüren, komşusu aç iken tok yatıran bir sistemdir. Kur’an’da açık bir şekilde yasaklanan faiz, bugün kapitalist toplumda adı değiştirilerek kâr payına dönüşmüştür.

Kapitalizm, kesin bir şekilde yasaklanan faizi bile adını değiştirerek İslam toplumunda meşru kılabilmiştir. Denek’e göre, “faizin yasaklanmasının temelinde yatan ana etken, malın (sermayenin) gelir getiren bir metaa dönüşmesini engellemektir, aksi takdirde sermaye gelir getiren bir değer hâlini alacak ve üretim toplumsal ekonomideki önemini ve değerini yitirecektir. Faizin ortaya çıkardığı emeğin ve üretimin hiçbir öneminin kalmadığı, sadece sermayenin değer hâlini aldığı zulüm sistemi, kapitalizm olarak kendini göstermiştir”(2010: 60).

Sonuç/Değerlendirme

Kapitalizmin toplumlara dayattığı modern dünya, insanî ilişkilerin, aşkın ve sevginin metalaştırılarak insanlara sunulmasıdır. Devletin önemli bir rol üstlendiği bu durumda hukukun, ailenin ve dinin piyasanın birer kolaylaştırıcısı hâline gelmeleri, kabul edilemeyen, fakat meşru hâle getirilmeleri nedeniyle kabul edilmek zorunda bırakılan birer denetimsel araç biçimi almıştır. Devletin vicdanî duyguları bile denetimi altına almayı başarması, kapitalizm sürecinde dinin ve duygunun basit birer meta hâline getirilmeleri, modern ulus-devletin birer sonucudur. Bu duruma karşı tepki oluşturan dinsel grupların çok azınlıkta kalmaları, genelin isteyerek veya istemeyerek, kapitalizmin bir uygulatıcısı olan devletin dinine inanmaları toplumsal süreçte bir sona gelindiğini gösterir. Farkında olmadan, yanlışların doğru olarak algılanması, kapitalizmin isteği ile devletin uyguladığı bir politikadır.

Kapitalizmin, tarihte en çok eleştirilen sistem olmasına rağmen, en kolay bir biçimde varlığını sürdürmesi bir açıdan, onun kendi kendini bitireceği söylemini ortaya koyan Marksizmle ilişkilendirilir. Marksist yöntem, kapitalizmi kendi haline terk ederek onun kendiliğinden yıkılmasını beklemiştir. Olgunlaşması, olgunlaştıkça sömürmesi, sömürdükçe kendi içinde kendini bitirmesi, kendisiyle çelişkiye düşmesi. Marx’ın “sabrı” kimi zaman anlam verilemeyen ancak izlenecek yolların tümünden daha etkili olmuştur. Kapitalizme ve devlete bir düşman olarak ortaya çıkan, kökünü tarihin derinliklerinde bulan fakat bugün pek rağbet görmeyen anarşizm, yok etmek istediği şeyleri güçlendirmek ve onları daha bir meşru hâle getirmekle içine düştüğü yanılgıdan kurtulamamıştır.

Oysa Marksizm hem yöntemi hem de önerdiği pratikle bugün dinlerde bile karşılığını bulmuştur. İslam sosyalizminin adalet referansı ve kapitalizme karşı olması, Hristiyanlık teolojisinin isyancı ruhu Marksizmde ruh bulmuştur. Genel anlamda bir din ile materyalist bir bilimin ne ortak yönü olabileceği oldukça tartışılan bir konudur. Fakat kapitalizm açısından kurama yaklaşıldığında görülüyor ki İslam ve Hristiyanlık gibi semavi dinlerin esas yapısında piyasa toplumundan çok sosyalizm ile uyuştuğu kanısına varılır. Probleme düşman taraflar açısından bakıldığında Marksizm ve dinlerin ortak paydası düşmanlarıdır. Bunun yanında sosyalizmin insana insan olduğu için eşitlik getirmesi, ona bir ekonomik değer olarak değil de varlık sebebine inmesi önemlidir.

Kapitalizmde dinin aranması, kapitalist dinin bulunmasına yol açar. Din, her türlü faşizmden ve ayrımcılıktan uzak, bireyin tanrıyla iletişimidir. Oysa bugün kapitalizm ve emperyalizmin meşru faşist uygulamaları, İslam’da piyasa ekonomisini arayanları bir daha düşünmeye sevk etmelidir.

Şerafettin Sevgili
3 Ocak 2012

Dipnotlar:
[1] Marx’ın din üzerine söylediği bu ünlü söz, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde (Zur Kritik der Hegelschen Rechtsphilosophie, 1843) “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı” (A Contibution to the Critique of Hegel’s Philosophy of Right) adıyla anılan Giriş bölümünde yer alır.

[2] Marx kesin bir dille ateist olmadığını belirtmiştir.

“Ben, – kendisini dinleyen çocuklara gulyabaniden korkmadığını inandırmaya çalışan çocuğu hatırlatan – ‘ateizm’ etiketini […] reddediyorum.” (Brief an Arnold Ruge, 24 Kasım 1842)

[3] Bkz. Demir, Ömer. (editör) İslam, Sivil Toplum, Piyasa Ekonomisi, Liberte Yayıncılık, Ankara, 1999.

[4] Ali Şeriati, Mahmut M. Taha, İhsan Eliaçık, Muhammed Nur Denek bu çizgidedirler.

Kaynakça
Cesur, Ertuğrul. “İslam’ın Sol Yorumu” İslâmiyât dergisi, Cilt 5, Sayı 2, Nisan-Haziran 2002, s.69-70.

Denek, Muhammet Nur. İslam, Eşitlik ve Sosyal Adalet, Phoneix Yayınevi, Ankara, 2010.

Marx K.- Engels F. Din Üzerine, Çev: Kaya Güvenç, Sol Yayınları, Ankara, 1976.

Marx K.- Engels F. Alman İdeolojisi, Çev: Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, 1976.

Giddens, Anthony. Sosyoloji, Çev: Hüseyin Özel vd. Ayraç Yayınevi, 2000.

İnsel, Ahmet. İktisat İdeolojisinin Eleştirisi, Birikim Yayınları, İstanbul, 2006.

Mardin, Şerif. Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İletişim Yayınları, İstanbul 2009.

Kaygusuz, İsmail. İslam İmparatorlukları Tarihinde İktidar Mücadeleleri ve Aleviliğin Doğuşu, Su Yayınları, İstanbul, 2005.

Özdoğan, Kazım. “Bir Özgürlük Teolojisinin İmkânları Üzerine”, Birikim dergisi, Sayı 250, Şubat 2010, s. 26-36.

Panopticon, Sosyal Bilimler Dergisi 1. Sayı sf. 9-18.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder