Bugün özellikle Suriye konusunda bir “Müslüman namusu”
varsa, o da Nureddin Şirin’dir.
Ama politika, “namussuz ve puşt” bir pratikse, o da Adem Özköse’dir.
İlki için Filistin davası kutsî, ikincisi için
talidir. Özköse, Hizbullah ya da Hamas, Filistin davasının hiçbir sınır
neferini ve akıncısını önemsemez. Bunlar, Türkiye’nin âli menfaatleri yanında
gölgededir. Burada o sınırsızlıkla ilgili edebî laf salatasına daldırır
kaşığını. “Kemalizm” der, “misak-ı millî” der, “Baas” der ama o sınırlarda
dökülen kanları görmez. Bunları zaten görmeyen zalimin koltuğunun yanına
sığınır. Birden sınırsızlık edebiyatı yapar ve o sınırları kan ve terle silecek
pratiği ayaklar altına alır. Özköse gibilerin ağzındaki sınırsızlık esasta,
zalim karşısında eylemli olarak sınır çeken mazlumu silmeyi, bu kanın ve terin
kokusundan efendisini kurtarmayı ifade eder. Özköse gibilerin kan görünce
midesi bulanır, ter kokusunda ise kaçacak delik arar bunlar. Mossad ve MGK
ağzıyla durmadan “çocuklar ölüyor” der, ama o çocukları sırtlarından vuran,
kollarını kıran zalime de ses etmez. Bu sınırsızlık edebiyatı, “sen şiddetinle
sınır çekmezsen, zulüm de görmezsin ey mazlum!” telkinlerine kadar uzanır.
Zalimin ilk yaptığı, mazluma gördüğü zulüm karşısında yükselttiği feryadın
zulmün “temel” sebebi olduğunu öğretip onu susturmaktır. Özköse gibiler, bu iş
için para alırlar.
Oysa mesele sınırsa, hicret Mekke’ye karşı sınır
çekmektir.
“Senin dinin sana, benim dinim bana” demek
sınırlayıcıdır. Sınırsızlık ise bugünde dinsizleşmektir. Hakikatin sınırsızlığı
ve sınıfsızlığı, sınır savaşları ve sınıf mücadelelerine tabidir.
Yüksek siyasetten bakmak, ülke devlet başkanlarının
yanı başında durup onların stratejik hesaplarına göre gazeteci kafası ile
yazılar döşenmek ve bir tür siyaset belirlemek, Nureddin Şirin örneğinde,
sorunludur. “Hazır İran, Suriye, Hizbullah, hatta Hamas arasında bir direniş
hattı örülmüş, bunu dağıtmayalım” demek ise bugünün gerçekliğinde apolitiktir.
Apolitizm ise antipolitizme varır ve antipolitizm de efendilerin somut verili
politikalarına bağlanır. Belki de bugün aynı hat üzerinde, bu hattın mevcut direniş
imkânlarının genişleyip derinleşmesine ilişkin durumların da araştırılması
gerekir. Şirin ve Özköse, bu devrimci politik ihtiyaçlara karşı kördür.
Körleşme, ilkinde mevcut direnişin ışıltısından, ikincisinde davud yıldızının
oğlu Ahmed’in parıltılı tayyibî retoriğinden kaynaklanmaktadır.
Kimi Müslüman çevrelerin kemalizm ve Baas eleştirileri
bağlamında, zihinsel manada, liberal bir temrine ve temrene sarılmaları
anlaşılır gibi değildir. Liberalizm, meta ve paranın özgürlüğünün peşindedir.
Bunlarla kendi mevcudiyetini tanımlamış kölelerin surları yıkmak için
başlattığı huruc ile İslam’ın Allah’la ezeli-ebedi hurucu örtüştürülemez.
Birincisi ikincisinin yerini aldığında ricat kaçınılmazdır. Bu ricat, geri
çekilme, düşmanın kucağına doğrudur.
Sınır tanımayan gazeteciler liberal bir formasyondur
ve bunun Müslüman temsilcisi Özköse, Nepal’den Mısır’a kadar yaptığı gezileri
paraya tahvil edip dünyalığını biriktirme peşindedir sadece. “Ateş olmayan
yerden duman çıkmaz” ilkesi uyarınca, Mavi Marmara’da çektiği yaralı İsrail
askeri fotoğrafını batıdaki sınır tanımayan gazeteci dostlarına, Reuters’e,
satması muhtemeldir. Bu bir tezviratsa da Özköse’nin ahlâkının ve aklının böyle
işlediği kesindir.
Bugün liberalizm, piyasalara özgürlük şiarı ile
sınırlara saldırırken, örneğin İran’da Humeyni eliyle kurulmuş mustazaf
kuruluşlarına bağlı kamu mülkiyetindeki tüm varlıkların Ahmedinecad’ın olduğu
yalanını pazarlamaktadır. Aynı yalan, o uyduruk iş dünyası ve ekonomi
dergilerinde hazırlanan yılın zenginleri listesinin üst sıralarına Castro’yu
koymak suretiyle yinelenmektedir.
Aynı kafa, aynı tıynet Özköse’nin Esad
değerlendirmesinde de vardır. Garip bir Müslüman “bugünde ne olursa her şeyi
Erdoğan’dan biliyorlar” demektedir. Ama aynı zamanda “ona dokunmak Peygamber’e
dokunmaktır” sözünü de sarf edebilmektedir. Kesin olan şu ki Peygamber’in kendi
döneminde Tayyip kadar yaygın ve derin bir kudreti mevcut değildir.
Özköse’nin dediği gibi, Hüsnü Mahalli “Baas sözcüsü”
ise kendisi İsrail gazetecisidir. Hüsnü Mahalli, yıllar önce Kaddafi’nin “Yeşil
Kitap”ını kendisinin çevirdiğini, kitabın değersiz olduğunu, Kaddafi’nin başına
gelenleri hak ettiğini söylemiştir. Çeviri için aldığı paradansa söz
etmemektedir. Her dönemin adamı olma mecburiyetindeki gazeteci kişiliği ve
kimliğinin bu türden politik mevzularla ilgili kalem oynatması değersizdir.
Gazeteciden sanatçı, filozof, edebiyatçı ve magazinci (ya da tersinden) türeten
bir ülkede gazeteciliğin lâyıkıyla yapıldığı iddia edilemez.
Gazetecilik mizanpaj, kadraj ve kuşatmadır. Hakikati
küçük kurgulara kapatıp çarpıtmaktır. O, Çetin Altan’ın ifadesiyle, “şeytanın
gör dediği”dir. Adem Özköse ise bu anlamda şeytanın uzattığı elmayı herkese
tattırmak derdindedir.
O, “İsrail hapishanelerinde kadınlara tecavüz
edilmediğini” kendi şeytanından, somut konuşursak, Mossad’lı dostlarından
öğreniyor olmalıdır. Suriye’nin İsrail’den daha fazla zalim olduğunu söylerken
kullandığı bu cümleler, sırf gezmek ve “ekmek” derdiyle bindiği Mavi Marmara
gemisine neden Ak Partili milletvekillerin binmediği gerçeğini karartmak
içindir.
Bu cümleler, “İsrail’i unutun, Filistin’e bakmayın,
Suriye’ye bakın” demektir. Suriye ile ilgili kafa karışıklığının buradan, yani
İsrail husumetinden kaynaklandığını bilerek, kendince bir hamle yapmakta ve
İsrail’e övgüler düzmektedir. Bu kafa İsrail’i övmek zorundadır, zira tüm
teorik-politik ve ideolojik kurguları Yahudicedir. İsrail’i inkâr etmek bunlar
için Osmanlıcılığı, bir nevi ümmetçiliği ve içi boş İslamcılığı da inkâr etmek
demektir.
Kimi Müslümanların ağzındaki Yahudi’nin ya da
İsrail’in eğretilemesi, örtmecesi ya da mecazı “Türkiye” sözcüğünde dile gelir.
Türkiye ise Osmanlı bakiyesidir. Türkiye “makul İsrail” olarak görülür.
Müslümanların bir kesimine, içeride kemalist nizama zarar vermesinler diye, dış
diyarlara giriş imkânı veren “kırmızı pasaportlar” takdim edilmiştir devlet
tarafından. İçerideki Türkçü direnci kırmak için milliyetçileri Turan
kapılarına gönderen Özal gibi kemalizmin çeşitli varisleri, Müslümanlara ve
sol-sosyalistlere de aynı oyunu oynamıştır. Turan diyarlarına giden Türk
işadamları eşlerinin üzerine gül koklamış, oralarda gayrimeşru çocuklar
edinmiş, oralı kadınların mallarını gasp etmiş, ganimetleriyle gene evlerine
dönmüşlerdir.
Özköse henüz gençtir ve ona ancak Filistinli küçük bir kızın
ayakkabısını alıp evine götürmek düşmüştür. Oraya bıraktığı ise bir şey yoktur,
halifelik ve Osmanlılık yalanından başka.
Kimi Yahudi dindarlara göre İsrail devleti dine
aykırıdır, zira Yahudi devleti belli bir toprak kesitine değil, tüm dünyaya ait
olmalıdır. “Vaat edilmiş topraklar” Fırat-Nil arası değil, tüm yeryüzüdür.
Özköse gibilerinin kafasındaki Osmanlıcılık ve ümmetçilik bu kafanın
uzantısıdır.
Dedesi olduğunu söylediği Abdülhamit Han, Filistin
toprağını karış karış Yahudilere satıp, içteki ikinci tür, yani dünya
Yahudiliğinin direnci ile karşılaştığında, kurtuluşu boğazdaki bir Yahudi
bankerin villasına sığınmakta bulmuş bir isimdir. Bugün Esad rejiminin zulmü
karşısında yiğitlenenlerin o dönemin istibdadına karşı edecek tek lafları
yoktur.
Bu kafayla Özköse, Suriye rejimini “Alevi
diktatörlüğü” olarak nitelemektedir. Tıpkı gayrimüslimlerden yeterli vergiyi
alamadığı için İran toprağındaki halklardan daha fazla vergi almak adına onları
gayrimüslim statüsüne taşıyan Emevilere benzemektedir bu tavrı. Emevilik
tarihsel olarak Özköse şahsında başkenti olan Şam’ı geri istemektedir. Özköse
ise o günlerde Alevi-Şii halkın Muaviye için taktığı “Şam şeytanı” lakabını
bugünde bizzat üstlenmektedir.
Sınır tanımayan gazeteci Özköse, Afganistan’daki
anti-sovyet direnişinden ve Bosna direnişinden etkilenip Müslüman olduğunu
söylemektedir. “Sınırları kaldıralım” diyen Özköse, her iki ülkenin direniş
sonrası emperyalist müdahale ile lime lime edildiğini, küçük kabilelerin
otağları etrafında küçük birimlerin oluştuğunu görmemektedir. Bugün Türkiye
sermayesinin gücünü arkasına alıp bu topraklara akın etmek için Müslüman
gençlere telkinlerde bulunmaktadır. Müslüman gençler, üç kuruşa köle ücretiyle
çalıştığı işlerin patronlarına askerlik etmeye çağrılmaktadırlar. 30.000
dolarlık “vatan sevgisi” ve “Peygamber Ocağı”, ol fukara gençlere hitap
etmemektedir.
Özköse için Şam, Anadolu’nun devamıdır. Bu coğrafya
bilgisi ve kurgusu ile işten eve gitmek için üç kuruşunu düşünen emekçinin
değil, eskiden Şanzelize’de kahvaltı edip akşam yemeğini New York’ta yiyen
zenginin duygularına tercüman olmaktadır.
“Gençler açılın!” diye haykırmaktadır ak tolgalı
beylerbeyi… “Özal çocuğu” olan Özköse, bir zamanlar “açın Türkiye’nin önünü”
diyen Cem Uzan türünden, “açın İslam’ın önünü” demektedir. Uzak diyarlara
uzanıp Cem Uzan gibi patronların iradesi için köle ticaretine çıkmaktadır.
“Açın önünü” dediği İslam ise ne Kur’an’ın ne de Hz. Muhammed’in İslam’ıdır. O
Yahudi-Mason patronların kemalize “İslam”ıdır.
Yiğit fukara gençler cihad aşkına sınırları
tepeleyerek giderlerken, Özköse gibiler, bu sınırları uçakla aşıp manzarayı
izlemekle yetinmektedirler. Bu değirmen nasıl döner, bu yürek kimin için atar,
bellidir. Derdi ise cihadın geçersiz ve gereksiz kılınması içindir.
Özal’ın Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanan turan
koşusu, yerini İslam coğrafyasına dönük akına bırakmıştır. Tayyib’in ülkesinde
gençler, Afgan sınırında, yoklukta, beş vakit namaz kılıp Müslümanca yaşayan
fukara halklarla dalga geçen “snob” Müslümanlara dönüştürülmektedir. Cebinde
IPod’u, dizinde laptop’u, ağzında lolipopu ile bu gençler, Müslüman
coğrafyasında ticaret akınlarına nefer niyetine sürülmektedirler. Ve bunlar,
Afrika’ya gelip oradaki yerlileri küçümseyen Hıristiyan misyonerlere fena hâlde
benzemektedirler.
Duclesmeur isminde bir gemici, çıktığı yolculuğu
anlatır Jean Jacques Rousseau’ya. Ona Yeni Zelanda’ya gittiklerinden, burada
gemi kaptanının ve seyahatin baş sorumlusu Fresne’nin yerli Maorilere yem
olduğundan bahseder. Her iki olay üzerine uzun uzun düşündükten sonra Rousseau,
“Doğanın iyi çocuklarının gerçekte bu denli kötü olmaları mümkün mü?” demekle
yetinir.
Kötü olan, Maoriler mi yoksa Fransızlar mı?
Kötü olan, “kırk yıllık diktatörlük”le en azından
belli bir mesafede tutulmuş Fransızların bugün Özgür Suriye Ordusu’na savaş
teknikleri öğretmesi mi yoksa bu teknikleri kendisine de uygulandığından onları
uygulayanlara karşı çıkan Hizbullah mı?
Revize edilmiş bir “turan ülküsü”nü pazarlayan
Özköse’nin bu soruya cevap vermesi gerek. “Halife torunu” olduğunu iddia
etmesinin neye ve kime hizmet ettiğini görmesi gerek. O halifenin polisleri,
bugün yeni getirilen puan sistemiyle daha fazla para kazanma hırsıyla, evsiz
insanların gözlerini çıkartıyorsa ve Özköse de Müslümansa buna itiraz etmesi
gerek. Onun ekmek yediği yere tükürmemek derdiyle, çanağı dünya, dünyayı çanak
zannetmekten vazgeçmesi gerek.
Şunu da hatırlatmak gerek: o, gittiği yerlerde
yüreğini serinleten hilafet ve Osmanlı ile ilgili anılarını anlatırken, İslam
açısından emrolunanın insanların hilafete ya da Osmanlı ecdadına değil,
yalnızca Allah’a iman etmek ve güven duymak olduğunu bilmeli ve bildirmeli.
Salih amel bu değil de petro-dolarların ve banka işlemlerinin akış güzergâhını
rahatlatmak mı yoksa?
İslam olmakla üstün olduğunu zannediyor Özköse, bu
zandan kurtulmalı. Osmanlıcılık Müslümanlığı örtüyor, bunu görmeli.
Üstünlüğün takvada olduğunu unutuyor, unutmamalı.
Gasp edilmiş bir hilafeti, köleleri, cariyeleri ve
“ululemr”in tüm esareti ile mazlumlara kan kusturmuş bir devleti yüceltiyor,
yüceltmemeli.
Sınır tanımayan gazetecilerin neoliberal iktidara
hizmet etmesi türünden, Türkiye’nin gaz almış dış siyasetine cephane
taşımamalı. Nil’in huzurlu sahilinde otururken aklına gelen Seyyid Kutub’un
“Osmanlı’yı İslam’ı mahveden bir lânet güç” olarak niteleyen sözlerini
hatırlamalı.
“Esad diktası”nın Suriye’de yaptıkları karşısında coşa
gelen Özköse, Kürd’e karşı bilenen zalim kılıçların karşısına da dikilebilmeli.
Bunları yapmıyorsa, Allah, sürekli mazlumlardan,
kadınlardan ve çocuklardan bahseden Özköse gibi “dostlar”dan onları korusun!
Eren Balkır
13 Aralık 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder