Biz aylar öncesinden, Suriye konusunun, halkın
özgürlük, onur ve adalet taleplerine dayalı rejim karşıtı gösterilerinin
ötesinde, en az beş yıl öncesinden bu yana “bölgesel İslami direniş ekseni”ni
yıkmaya yönelik kapsamlı bir projenin uygulanmakta olduğunu vurgulayınca, bazı
kardeşler de ısrarla, “direniş ile Suriye ilişkisi”ni gündem dışı tutmaya
çalıştı.
Doğrusu, bir ip çekme yarışı misali, bir taraf ısrarla
bir noktayı göstermeye çalışırken, diğer taraf da bu noktanın üzerine ısrarla
örtmeye çalıştı.
Velfecr’de
yayınlamaya başladığımız özel dosyalardan da açıkça görüleceği üzere, ABD ve
İsrail’in Suriye üzerindeki planları ve hesapları ve aynı zamanda Suriye
yönetimini yıkma operasyonları sadece son ayların konusu değildir.
Bugün Ortadoğu’da iki eksen vardır; birincisi
emperyalizm ve siyonizmi bölgeden atmaya dayalı “direniş ekseni”, ikincisi ise,
başını ABD-İsrail ve bölgesel müttefiklerinin çektiği “yıkım ekseni”.
Şimdilerde bu ikinci eksenin yanına üçüncü bir eksen eklendi; “ABD-NATO
saldırılarını meşrulaştırmaya çalışan İslamcılar ekseni.”
Doğrusu ben şahsen, kendilerini vaktiyle direniş
taraftarlığı ile tanımlayan bazı İslamcıların, müslüman aydın ve kanaat
önderlerinin günün birinde NATO-ABD projelerinin yanında duracak bir noktaya
savrulacağını ya da “ne yapalım, sonuçta bir zalim başka bir zalim eliyle def
edilecek” diyerek göz yumacağını, müslüman kamuoyunun zihinlerine seslenerek,
Suriye’ye yönelik olası bir NATO saldırısına meşruiyet zemini oluşturmaya
çalışacaklarını hayal bile etmiyordum...
Bizler bu konuya bakarken, “bu meselede ABD ve
İsrail’in hesabı ne?” “Suriye ile ilgili gelişmeler, Amerika’nın bölgesel
planlarından ayrı düşünülebilir mi?” sorularını başa alırken, bir önyargı veya
vehimden hareket etmedik.
Eğer bugün ABD ve siyonistlerin kendileri, Suriye
konusundaki hedeflerinin ne olduğunu, nasıl bir senaryo çizdiklerini ve bunun
için hangi ilişkileri, bağlantıları kurduklarını bizzat kendileri açıkça ilan
ettikleri hâlde ve aynı şekilde bugün ABD, NATO, Arap Birliği ülkeleri ortak
bir stratejide birleşip bu stratejiyi adım adım uyguladıklarını herkesin
gözleri önüne seriyorlarsa, eğer tüm bunların hepsi göz ardı edilip,
“emperyalist ve siyonistlerin hangi hesaplar peşinde koştukları bizi
ilgilendirmez” tavrı anlamlı ve meşru olacaksa, o zaman diyecek fazla bir şey
kalmıyor...
Bizim bu tutumumuzu, “direnişin esenliği ve siyonizme
karşı süren savaşın zaferi” bağlamının dışına çıkartarak "İran ve
Hizbullah yandaşlığı" zemininde polemik konusu yapanlar, neredeyse İran ve
Hizbullah ile aynı karede gözükmenin bir "suç"(!) olduğu intibaını
vermeye çalışanlar, acaba ABD-NATO, İsrail ve Arap rejimlerinin sürdürdükleri
medya ve psikolojik savaş operasyonlarında "gönüllü İslamcılar"
olarak çalışmalarında hiçbir beis görmüyorlar mı?
Tahran’da geçen Ekim ayının başında düzenlenen
“Uluslararası Filistin’le Dayanışma Konferansı”nda bir fotoğraf vardı: aynı
hassasiyet, aynı çaba ve aynı mücadelenin simgeleri gönül birlikteliği içinde
bir arada idiler. Bir tarafta Hamas bir tarafta Hizbullah bir tarafta İslami
Cihad bir tarafta Cemaat-i İslami, bir tarafta İhvan diğer taraf da Milli Görüş
hareketi, “siyonizme karşı mücadele”nin zafere ulaşmasının gündemi”ni konuşuyor
ve ortak kararlar alıyorlardı.
İHH Başkanı Bülent Yıldırım, İHH yönetiminden Gülden
Sönmez, Ömer Faruk Korkmaz, Mazlum-Der genel başkanı, başkan yardımcısı Recep
Karagöz, Ahmed Varol ve diğer bazı Türkiyeli kardeşlerimiz de oradaydı. O
tabloyu hep birlikte gördük. Oradaki insanların birbiriyle olan kucaklaşmasını
da, muhabbetini de, İran İslam Cumhuriyeti’ne olan takdir ve bakışlarını da,
aralarındaki ünsiyet ve ülfeti de…
Yani o salonda, aralarında İslam İnkılâbı rehberi İmam
Hamenei’nin de bulunduğu şahsiyetlerin oluşturduğu bir fotoğraf.
O fotoğrafa tanıklık etmek kadar gurur ve onur verici
bir şey olamazdı bizim için. Şiisiyle Sünnisiyle, Arabıyla, Türküyde, Farsıyla,
Kürdüyle, Arnavut ve Pakistanlısıyla dünyanın her bir tarafından, İslam
ümmetinin seçkin şahsiyetleri, genelde İslam davasının, özelde de siyonizme
karşı mücadelenin yol haritasını konuşmak için bir aradaydı.
Emperyalizm ve işbirlikçilerinin tüm ayrılıkçı
komplolarına, kapıkulu saray mollalarının bütün fitne ve tuzaklarına rağmen,
İslam ümmetinin ittihadını en büyük hedef edinen bir Müslüman olarak böylesi
bir tablonun varlığına tanık olmanın manevi coşkusunu kelimelere dökebilmem
mümkün değil.
Böylesi tablonun yanında olmak, bu fotoğrafın içinde
yer almak bizim için sadece ve sadece onur, gurur ve kıvançtır. Bu tablo, bizim
gönül dünyamızın, zihin dünyamızın, umutlarımız, özlemlerimiz ve kavgamızın
şeref tablosudur.
Fakat bu tabloyu birileri içine sindiremeyebilir,
Hizbullah’ın yanında değil de, Saad Hariri’nin yanında durabilir; İran’a karşı
ABD projelerine yeşil ışık yakabilir; İslami direniş ekseninin kırılması için
bütün gücünü kullanan siyonistlerin, onların perde arkası hizmetçilerinin,
Suudi Arabistan’ın, Ürdün’ün, Katar’ın “yeşil kuşak” projelerinin takipçisi ve
savunucusu olabilir…
Bizler bu tabloyu yüreklerimizde taşırız her zaman.
Bugün alıp yarın atmak, bugün yararlanıp yarın yuvarlamak, bugün kaldırıp yarın
sallamak durumunda değiliz. Zira devrimcilerin kırmızı çizgileri üç günde
oluşup beş günde buharlaşmaz. Devrimciler, bugün “devrim” olarak gördüklerini,
yarın devirmeye kalkmaz…
Dr. Ali Şeriati’nin güzel tanımlamasıyla; tarihte
“zer” “zor” ve “tezvir” üçleminde İslami kılıklı egemen zorba rejimlerin dün
birilerine karşı kılıç kullanarak, birilerine karşı altın keseleri sunarak,
birilerini minberlerden din ile aldatarak gayri meşru saltanatlarını sürdürmeye
çalıştıkları gibi, bugün de bazı İslamcılarımız Riyad, Amman, Doha merkezli
stratejik yıkım ve yıpratma hamlelerini kuşanıp onların operasyon kervanlarına
katılabilir…
Tarih gerçekte tekerrürden başka nedir ki?
Bizler daha yıllar öncesinden, Türkiye’nin böyle bir
yöne doğru gittiğini, Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün istihbarat merkezlerinin
biraraya gelerek, "İslami direniş ekseni"ni kırmak için, paralel
akımlar üretmeye çalıştıklarını, bazen “âlim” ve bazen “direnişçi” kılığındaki
birtakım "konu mankenleri"ni sahneye çıkartıp“ yapay İslamcı
eksenler” peşinde koştuklarını bunun için de özellikle kendilerine İstanbul’u
üs olarak seçtiklerini sürekli yazdık…
Yine aynı şekilde Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar gibi
körfez ülkelerinin petro-dolarlarıyla Türkiye’de nasıl lobi çalışmaları
yürütüldüğünü, sözde bazı uluslararası konferanslar, ikili görüşmeler, gizli ev
toplantıları, kapalı kapılar ardından kurulan ittifaklar ve angajmanlarla,
hangi hedeflerin peşinde koşulduğunu ve bu denklemlerin içinde kimlerin yer
aldığını gördük, öğrendik…
Elbette tüm bu operasyonların su yüzüne çıkan yanları
olacaktı; tüm bu senaryoların manşetlere ve yazılara yansıyan kısımları
gözükecekti. Doğrusu şaşırtıcı da değil. Tencere yuvarlanır kapağını bulur…
Bize göre tamamen kirli bir eksenin üretilmesi söz
konusu…
Eğer bizler, bir fotoğrafta yer alacaksak, bu fotoğraf
ümmetin direniş ve vahdet fotoğrafıdır, ihanet ve işbirliği fotoğrafı değil.
Birilerine göre tüm aykırılığımızı sürdürüp ABD ve NATO’ya el açıp kılavuzluk
yapacak kadar derin bir zillete düşmeyeceğiz…
Artık Türkiye İslamcılığı, Ak Parti hükümetinin de
sağladığı güçlü rüzgârla birlikte, reel politiğin İslamcı manifestosunu da
yazmaya başladı. Artık ABD, NATO ve ABD kuklası Arap rejimleri öylesine nefret
edilecek, karşılarında durulacak, yerilip mahkûm edilecek “düşman”lar değil.
Artık, Amerikan planları ve senaryoları, boşa çıkartılması "namus
borcu" olan işlerden değil. Artık parmaklar, İslam’a ve Müslümanlara
düşmanlık ve ihanette sınır tanımayanlar olarak Washington’u, Londra’yı,
Paris’i, Riyad’ı, Amman’ı vs. gösterecek değil…
1964 yılında kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü, kuruluş
bildirgesindeki “İsrail’i tanımama” maddesini, Oslo görüşmeleriyle birlikte
kaldırarak, siyonist rejimle “tanınmış ve yasal bir muhatap” olarak
müzakerelere başladı; yol haritaları çizildi.
Pan Arabizm’in babası olarak görülen Cemal Abdünnasır
“İsrail yok edilecek” sloganıyla yola çıkmış, yerine Camp David anlaşmalarını
imzalayan Enver Sedat’ları bırakmıştı.
Türkiye’deki bazı İslamcılarımız artık bundan böyle
ABD’nin “büyük şeytan” ve siyonist rejimin de “ortadan kaldırılması gereken
gayri meşru varlık” olduğu ilkesinden vazgeçtiğini bakalım ne zaman ilân
edecek?
Eğer bu durum birilerini rahatsız etmiyor ve içlerini
kanatmıyorsa, biz de şairin dediği gibi “çek elini ey tabib, bî-devâ derler
bize” sözüyle derdimizle baş başa kalırız.
İnna lillah ve inna ileyhi raciun.
Nureddin Şahin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder