Pages

01 Aralık 2011

NATO, Suriye ve İslamcılar


Biz aylar öncesinden, Suriye konusunun, halkın özgürlük, onur ve adalet taleplerine dayalı rejim karşıtı gösterilerinin ötesinde, en az beş yıl öncesinden bu yana “bölgesel İslami direniş ekseni”ni yıkmaya yönelik kapsamlı bir projenin uygulanmakta olduğunu vurgulayınca, bazı kardeşler de ısrarla, “direniş ile Suriye ilişkisi”ni gündem dışı tutmaya çalıştı.

Doğrusu, bir ip çekme yarışı misali, bir taraf ısrarla bir noktayı göstermeye çalışırken, diğer taraf da bu noktanın üzerine ısrarla örtmeye çalıştı.

Velfecr’de yayınlamaya başladığımız özel dosyalardan da açıkça görüleceği üzere, ABD ve İsrail’in Suriye üzerindeki planları ve hesapları ve aynı zamanda Suriye yönetimini yıkma operasyonları sadece son ayların konusu değildir.

Bugün Ortadoğu’da iki eksen vardır; birincisi emperyalizm ve siyonizmi bölgeden atmaya dayalı “direniş ekseni”, ikincisi ise, başını ABD-İsrail ve bölgesel müttefiklerinin çektiği “yıkım ekseni”. Şimdilerde bu ikinci eksenin yanına üçüncü bir eksen eklendi; “ABD-NATO saldırılarını meşrulaştırmaya çalışan İslamcılar ekseni.”

Doğrusu ben şahsen, kendilerini vaktiyle direniş taraftarlığı ile tanımlayan bazı İslamcıların, müslüman aydın ve kanaat önderlerinin günün birinde NATO-ABD projelerinin yanında duracak bir noktaya savrulacağını ya da “ne yapalım, sonuçta bir zalim başka bir zalim eliyle def edilecek” diyerek göz yumacağını, müslüman kamuoyunun zihinlerine seslenerek, Suriye’ye yönelik olası bir NATO saldırısına meşruiyet zemini oluşturmaya çalışacaklarını hayal bile etmiyordum...

Bizler bu konuya bakarken, “bu meselede ABD ve İsrail’in hesabı ne?” “Suriye ile ilgili gelişmeler, Amerika’nın bölgesel planlarından ayrı düşünülebilir mi?” sorularını başa alırken, bir önyargı veya vehimden hareket etmedik.

Eğer bugün ABD ve siyonistlerin kendileri, Suriye konusundaki hedeflerinin ne olduğunu, nasıl bir senaryo çizdiklerini ve bunun için hangi ilişkileri, bağlantıları kurduklarını bizzat kendileri açıkça ilan ettikleri hâlde ve aynı şekilde bugün ABD, NATO, Arap Birliği ülkeleri ortak bir stratejide birleşip bu stratejiyi adım adım uyguladıklarını herkesin gözleri önüne seriyorlarsa, eğer tüm bunların hepsi göz ardı edilip, “emperyalist ve siyonistlerin hangi hesaplar peşinde koştukları bizi ilgilendirmez” tavrı anlamlı ve meşru olacaksa, o zaman diyecek fazla bir şey kalmıyor...

Bizim bu tutumumuzu, “direnişin esenliği ve siyonizme karşı süren savaşın zaferi” bağlamının dışına çıkartarak "İran ve Hizbullah yandaşlığı" zemininde polemik konusu yapanlar, neredeyse İran ve Hizbullah ile aynı karede gözükmenin bir "suç"(!) olduğu intibaını vermeye çalışanlar, acaba ABD-NATO, İsrail ve Arap rejimlerinin sürdürdükleri medya ve psikolojik savaş operasyonlarında "gönüllü İslamcılar" olarak çalışmalarında hiçbir beis görmüyorlar mı?

Tahran’da geçen Ekim ayının başında düzenlenen “Uluslararası Filistin’le Dayanışma Konferansı”nda bir fotoğraf vardı: aynı hassasiyet, aynı çaba ve aynı mücadelenin simgeleri gönül birlikteliği içinde bir arada idiler. Bir tarafta Hamas bir tarafta Hizbullah bir tarafta İslami Cihad bir tarafta Cemaat-i İslami, bir tarafta İhvan diğer taraf da Milli Görüş hareketi, “siyonizme karşı mücadele”nin zafere ulaşmasının gündemi”ni konuşuyor ve ortak kararlar alıyorlardı.

İHH Başkanı Bülent Yıldırım, İHH yönetiminden Gülden Sönmez, Ömer Faruk Korkmaz, Mazlum-Der genel başkanı, başkan yardımcısı Recep Karagöz, Ahmed Varol ve diğer bazı Türkiyeli kardeşlerimiz de oradaydı. O tabloyu hep birlikte gördük. Oradaki insanların birbiriyle olan kucaklaşmasını da, muhabbetini de, İran İslam Cumhuriyeti’ne olan takdir ve bakışlarını da, aralarındaki ünsiyet ve ülfeti de…

Yani o salonda, aralarında İslam İnkılâbı rehberi İmam Hamenei’nin de bulunduğu şahsiyetlerin oluşturduğu bir fotoğraf.

O fotoğrafa tanıklık etmek kadar gurur ve onur verici bir şey olamazdı bizim için. Şiisiyle Sünnisiyle, Arabıyla, Türküyde, Farsıyla, Kürdüyle, Arnavut ve Pakistanlısıyla dünyanın her bir tarafından, İslam ümmetinin seçkin şahsiyetleri, genelde İslam davasının, özelde de siyonizme karşı mücadelenin yol haritasını konuşmak için bir aradaydı.

Emperyalizm ve işbirlikçilerinin tüm ayrılıkçı komplolarına, kapıkulu saray mollalarının bütün fitne ve tuzaklarına rağmen, İslam ümmetinin ittihadını en büyük hedef edinen bir Müslüman olarak böylesi bir tablonun varlığına tanık olmanın manevi coşkusunu kelimelere dökebilmem mümkün değil.

Böylesi tablonun yanında olmak, bu fotoğrafın içinde yer almak bizim için sadece ve sadece onur, gurur ve kıvançtır. Bu tablo, bizim gönül dünyamızın, zihin dünyamızın, umutlarımız, özlemlerimiz ve kavgamızın şeref tablosudur.

Fakat bu tabloyu birileri içine sindiremeyebilir, Hizbullah’ın yanında değil de, Saad Hariri’nin yanında durabilir; İran’a karşı ABD projelerine yeşil ışık yakabilir; İslami direniş ekseninin kırılması için bütün gücünü kullanan siyonistlerin, onların perde arkası hizmetçilerinin, Suudi Arabistan’ın, Ürdün’ün, Katar’ın “yeşil kuşak” projelerinin takipçisi ve savunucusu olabilir…

Bizler bu tabloyu yüreklerimizde taşırız her zaman. Bugün alıp yarın atmak, bugün yararlanıp yarın yuvarlamak, bugün kaldırıp yarın sallamak durumunda değiliz. Zira devrimcilerin kırmızı çizgileri üç günde oluşup beş günde buharlaşmaz. Devrimciler, bugün “devrim” olarak gördüklerini, yarın devirmeye kalkmaz…

Dr. Ali Şeriati’nin güzel tanımlamasıyla; tarihte “zer” “zor” ve “tezvir” üçleminde İslami kılıklı egemen zorba rejimlerin dün birilerine karşı kılıç kullanarak, birilerine karşı altın keseleri sunarak, birilerini minberlerden din ile aldatarak gayri meşru saltanatlarını sürdürmeye çalıştıkları gibi, bugün de bazı İslamcılarımız Riyad, Amman, Doha merkezli stratejik yıkım ve yıpratma hamlelerini kuşanıp onların operasyon kervanlarına katılabilir…

Tarih gerçekte tekerrürden başka nedir ki?

Bizler daha yıllar öncesinden, Türkiye’nin böyle bir yöne doğru gittiğini, Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün istihbarat merkezlerinin biraraya gelerek, "İslami direniş ekseni"ni kırmak için, paralel akımlar üretmeye çalıştıklarını, bazen “âlim” ve bazen “direnişçi” kılığındaki birtakım "konu mankenleri"ni sahneye çıkartıp“ yapay İslamcı eksenler” peşinde koştuklarını bunun için de özellikle kendilerine İstanbul’u üs olarak seçtiklerini sürekli yazdık…

Yine aynı şekilde Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar gibi körfez ülkelerinin petro-dolarlarıyla Türkiye’de nasıl lobi çalışmaları yürütüldüğünü, sözde bazı uluslararası konferanslar, ikili görüşmeler, gizli ev toplantıları, kapalı kapılar ardından kurulan ittifaklar ve angajmanlarla, hangi hedeflerin peşinde koşulduğunu ve bu denklemlerin içinde kimlerin yer aldığını gördük, öğrendik…

Elbette tüm bu operasyonların su yüzüne çıkan yanları olacaktı; tüm bu senaryoların manşetlere ve yazılara yansıyan kısımları gözükecekti. Doğrusu şaşırtıcı da değil. Tencere yuvarlanır kapağını bulur…

Bize göre tamamen kirli bir eksenin üretilmesi söz konusu…

Eğer bizler, bir fotoğrafta yer alacaksak, bu fotoğraf ümmetin direniş ve vahdet fotoğrafıdır, ihanet ve işbirliği fotoğrafı değil. Birilerine göre tüm aykırılığımızı sürdürüp ABD ve NATO’ya el açıp kılavuzluk yapacak kadar derin bir zillete düşmeyeceğiz…

Artık Türkiye İslamcılığı, Ak Parti hükümetinin de sağladığı güçlü rüzgârla birlikte, reel politiğin İslamcı manifestosunu da yazmaya başladı. Artık ABD, NATO ve ABD kuklası Arap rejimleri öylesine nefret edilecek, karşılarında durulacak, yerilip mahkûm edilecek “düşman”lar değil. Artık, Amerikan planları ve senaryoları, boşa çıkartılması "namus borcu" olan işlerden değil. Artık parmaklar, İslam’a ve Müslümanlara düşmanlık ve ihanette sınır tanımayanlar olarak Washington’u, Londra’yı, Paris’i, Riyad’ı, Amman’ı vs. gösterecek değil…

1964 yılında kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü, kuruluş bildirgesindeki “İsrail’i tanımama” maddesini, Oslo görüşmeleriyle birlikte kaldırarak, siyonist rejimle “tanınmış ve yasal bir muhatap” olarak müzakerelere başladı; yol haritaları çizildi.

Pan Arabizm’in babası olarak görülen Cemal Abdünnasır “İsrail yok edilecek” sloganıyla yola çıkmış, yerine Camp David anlaşmalarını imzalayan Enver Sedat’ları bırakmıştı.

Türkiye’deki bazı İslamcılarımız artık bundan böyle ABD’nin “büyük şeytan” ve siyonist rejimin de “ortadan kaldırılması gereken gayri meşru varlık” olduğu ilkesinden vazgeçtiğini bakalım ne zaman ilân edecek?

Eğer bu durum birilerini rahatsız etmiyor ve içlerini kanatmıyorsa, biz de şairin dediği gibi “çek elini ey tabib, bî-devâ derler bize” sözüyle derdimizle baş başa kalırız.

İnna lillah ve inna ileyhi raciun.

Nureddin Şahin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder