Pages

22 Kasım 2011

Mısır Halkının Devrimci Kalkışması


Mısır devriminde protestoların kış boyu devam edebilmesi mümkün mü?

“Mısırlılar yeniden iş başında!” diye bağırıyor Tahrir Meydanı’na yürüyen protestocular.

Yazıyı yazdığım şu âna kadar 36 saat aralıksız çatışmalarla geçmiş. Tahrir, zaferimizin yadigârı. Son on aydır mücadele sürüyor. Taşlar atılıyor, sopalar sallanıyor, gazlara maruz kalınıyor, plastik mermiler yaralıyor vücudumuzu, ara sıra gerçek silâhlar ateşleniyor kafamıza, boynumuza. On aydır keder, korku, şiddet, kafa karışıklığı ve binlerin içeri tıkılması ile sonuçlanan kovuşturmalara tanık oluyoruz.

Bugün 19 Kasım ama 25 Ocak’tan farksız.

Dün tüm politik güçlerin çağrısı ile büyük bir protesto eylemi gerçekleştirildi. Muazzam bir kalabalık toplandı. On aydır her eylemcinin rüyalarını süsleyecek bir kitleydi bu. Kitle, politik güçlerin isteklerine karşı çıkarak, Cuma günkü gösterileri Tahrir’de oturma eylemine dönüştürdü. Tahrir’in birkaç adım ötesinde oluşturulmuş küçük tartışma gruplarında "Ordunun Mısır’ı değil, Mısır’ın ordusu” diye bağıran göstericilerle karşılaşılıyordu. “Kahrolsun askerî devlet!” şiarı tüm meydanda dalga dalga yayılıyordu.

Ertesi gün 19 Kasım’da, öğleden sonra, polis gaz kullanarak, büyük bir kuvvetle saldırıyor kitleye. Saatlerce sürüyor çatışmalar. Sonra polis meydanın kontrolünü tümüyle ele geçiriyor.

Son on ayın hikâyesi bu şekil. Tahrir halktan alınıyor ve halk meydandan uzak tutuluyordu. Ramazan’ın ilk Cuma’sı iftarını meydanda açmak isteyen iki yüz kişi askerlerin saldırısına uğramıştı meselâ.

Meydan Geri İsteniyor

Ama bu sefer hikâye farklı seyrediyor. Göstericiler Tahrir’i geri almakta kararlılar. Bu hususta gayet istekliler. Dört saat içinde polis halkı meydandan atıyor. Sonraki dört saat ise meydanın tüm çıkışlarına dönük hücumlarla geçiyor.

Tuhaf ama gerçek, “Valla kardeş özlemişim bu gazın berbat kokusunu” diyorum bir dosta. Mermi vızıltılarını duyuyoruz. Gaz bombaları sekiyor yanı başımızda. Bu gürültü içinde Tahrir’in batısındaki Nil Kasrı Köprüsü’ne gidiyoruz. İki yüz kadar eylemci yaralı ama savaş alanına geri dönüyor ve polisle boğuşuyor. Çatışma sürüyor.

Dört saatimizi gaz bombalarından kaçmakla geçiriyoruz. Nil’in tüm sahil şeridi savaş meydanına dönüyor. Bir ara bir kız, gaz bulutunun içinden çıkıp yanıma yanaşıyor ve “Bırakıp eve gitsek artık, yoruldum” diyor.

Serseme dönmüş, bulanık, gaz dolu gözlerle etrafa bakıyorum. Saatler geçmiş, herkes yorulmuş, yaralı sayısı artmış. Sonra dönüp kıza “ben burada kalacağım” diyorum.

İçinde asker dolu dört polis aracına el koyuyoruz. Niyetleri, önden gelen diğer kuvvetlerle bizi kıskaca almak. Tekerleklerini patlatıp etraflarını kuşatıyoruz. Bir teğmen kafasını çıkartıp yalvarıyor bize, gideceklerine söz verip duruyor. Gitmelerine izin veriyoruz. “Akıllı olun!” diye bağırıyoruz arkalarından.

Biri çıkıp “insanlar Talat Harb Caddesinden meydana girmişler” diye bağırıyor sonra. İşe yaradı” diye devam ediyor, “salaklar meydandan çıkıp bizi takip ettiler, meydan boş!”.

Hâlihazırda Tahrir’in etrafında, bir yarım daire içinde çatışmaya devam ediyoruz. Meydanın Abdülmuneyim Riad tarafındayız. Büyük bir kütleyle meydana hücum ediyoruz. Bağırıyoruz, etrafımızdaki insanları kucaklıyoruz, dört bir yandan yumruklarımız havada, meydana giriyoruz. Hava gazdan çok zafer kokuyor. Ve yeniden 25 Ocak yazıyor takvim yapraklarında.

Kuzeyden Güneye, Doğudan Batıya

Şubat’tan beri hiç bu kadar yüksek sesle söylememiştik şarkılarımızı. “Ordu tarafından yönetilmeyeceğiz!” Fikriyatın özü bu. Tahrir’in tozlu zeminine göz yaşartıcı gaz sinmiş. Her yandan insanlar doluşmuş meydana, orta yaştan, sakallı, tıraşlı erkekler, örtülü örtüsüz genç kızlar ve yaşlı kadınlar. Nikab giymiş bir kadın benimle birlikte polise atmak için taş kırıyor.

Aynı gün Tahrir’in bilinci yeniden zuhur ediyor. Tüm farklarımızı bir yana bırakıp birleşiyoruz. Sakallı bir adamın elindeki dövizde “ben selefiyim ve korkak selefi şeyhleri kınıyorum” yazıyor. Bir kez daha entelektüel seçkinler yanıltıyorlar bizi, biz de her daim işe yarayan şeyi yapıyoruz: sokakları geri alıyoruz.

Eylemcilerden biri, "cuntanın başı Tantavi, Mübarek’in otuz yılda yapamadığını on ayda yaptı. Tüm Mısırlıları hep birlikte isyan ettirdi” diyor. Her noktada ve her fırsatta karşınıza tek başına hakikati bağıran, ikaz mesajı veren, ihtarda bulunan, şiir okuyan ve hareketi mahmuzlayıcı sözler sarf eden birileri ile karşılaşıyorsunuz.

Sanki hepimizden on aydır söyleyemeyip de içimizde tuttuğumuz sözler fışkırıyor Tahrir’de.

“Konuş! Korkma! Söyle, kahrolsun askerî rejim!”

“Tahrir’dekiler bizden daha insan değiller”… İskenderiye şehrinde Facebook üzerinden örgütlenen bir eylemci grubun adı bu. Birkaç gün önce oluşturulan grup, İskenderiyelilere Kahire’ye gidip meydanı geri alma çağrısında bulundu. Tüm Kahire halkının yaptığı gibi.

Tahrir’de, tüm Mısır şehirlerinde yaşananlarla ilgili haberlere ulaşmaya devam ettik.

Baştan ayağa tüm Mısır eşzamanlı olarak isyan ediyor. On bir şehirde göstericiler sokakları ele geçirdi ve polisle şiddetli çatışmalar içine giriyor. Her zaman en kararlı şehir olagelmiş Süveyş’te öfkeli eylemcilerin gösterisine asker müdahale etmiş. İskenderiye’de ve diğer şehirlerde eylemciler emniyet binalarını ve karakolları kuşatmış.

Sürü Gördükleri Kitleyi Gütmek İsteyenler

25 Ocak’taki gibi devlet televizyonu aynı yalan haberleri kusmaya devam ediyor. “Tahrir’deki insanlar birer eşkıya ve cani. Polis bir tane bile gaz bombası ya da mermi atmış değil. Ama onlar polise saldırmayı sürdürüyorlar.” Bunlar en sık yinelenen yalanlar.

Gece Facebook sayfalarında askerî yüksek konseyin başı olan Tantavi’nin konuşma yapacağına ilişkin söylentiler dolaşmaya başlıyor. Bir eylemci, sayfasında “bu Tantavi’nin yapacağı üç konuşmanın ilki mi?” diye soruyor. Zira Mübarek de geri adım atmazdan önce, devrim süresince üç konuşma yapmıştı.

Tantavi yerine ekranlara bir general çıktı ve üç ayrı kanalda üç ayrı talk-show’a konuk oldu. Mübarek gibi o da bir milyon kişinin 85 milyon Mısırlıyı temsil edemeyeceğini, bu azınlığın ülkenin istikrarını bozmaya çalıştığını söyleyip durdu. Bu sözler Tahrir’deki halkın umurunda bile değil oysa.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmuş Selefi lider, Hazim Ebu İsmail de Tahrir’e geldi. Bir gece önce eylemcilere “kamp kurmayın” diyen Hazim, bu gece gelip büyük bir küstahlıkla halka dayanışma içinde olduğunu söyledi. Eylemciler hakikatin kendi yanlarında olduğunu biliyorlar, bu nedenle kimin gelip kimin gittiği ile hiç mi hiç ilgilenmiyorlar. Polis de Tahrir’deki bilince teslim oldu. Tek tek katılımlar yaşandı. Bir dizi milletvekili adayı, seçimlere dönük kampanyalarını askıya aldıklarını bildirdiler sonra.

Polisin onlarca kişiyi öldürdüğü ve binlercesini yaraladığına ilişkin haberler ulaştı. Ordunun saldırısı sonrası bir yığın cesedin çöp konteynerlerine atıldığını gösteren fotoğraflar çıktı ortaya. Kültür bakanı, polisin barışçıl gösteri yapanlara karşı şiddet uygulamasını protesto ederek istifa etti.

Alınan Dersler

Son birkaç ayda zor da olsa bir ders aldık. Devrim henüz bitmemiş bir iştir.

19 Kasım, Tahrir’in bir kez daha haleti ruhiyemiz olduğu bir gün. Tahrir, bizim için şimdi bir sonraki düzeye sıçramakta kullanmamız gereken bir çıkış noktası. Polis de bu gerçeği görüyor ve aralıksız olarak meydana saldırıyor.

Görünüşe göre polisin amacı bizi yıldırmak, ileri doğru adım atmamıza mani olmak ve bizi teslim alıp meydanı korumak. Birçok durumda ordu, polisin kendi kirli işlerini yapmasını tercih ediyormuş gibi görünüyor. Böylelikle kendi elleri kirlenmiyor. Ancak her birimizin içinde yeterince Tahrir mevcut ve bu, bizim yılıp teslim olmamıza asla izin vermiyor.

Cuntanın başbakanın istifasını kabul ya da red ettiğine ilişkin kafa karıştırıcı söylentiler dolaşıyor ortalıkta.

Kitle, Nisan 2012’de cuntanın iktidarı seçilmiş bir cumhurbaşkanına teslim etmesi ile Tunus modelinde olduğu gibi, bir geçici konsey lehine, cuntanın geri adım atması yönünde talepte bulunma arasında salınıp duruyor. Her iki talep konusunda da kitle oldukça inatçı; artık gayet tecrübeli devrimcilerden oluşan kitle, taviz vermeden ve cuntanın konuşmaları ile oyunlarına hoşgörü göstermeden ilerliyor.

Bu ayın sonunda yapılması vaat edilen meclis seçimlerinin bizler için koca bir hiç olduğunu biliyoruz. Zor da olsa şu konuda dersimizi aldık: devrimin hiçbir yasası askerî idare altında yürürlüğe giremez, dolayısıyla iktidardaki askeriye ile birlikte daha fazla adım atılamaz.

Cunta nihayetinde dönüp dolaşıp aynı noktaya geldi. “Bilin bakalım ne oldu, halk rejimin yıkılmasını talep ediyor hâlâ!” yazıyordu Tahrir’deki bir pankartta. Ama daha da önemlisi şu: “Mısırlılar işlerinin başına geri döndüler.”

Devriminiz kutlu olsun ey Mısır halkı!

Amor Eletrabi

19 Kasım 2011

NATO ve AFRICOM

NATO’nun “insanî müdahale” bahanesi ile Libya’ya saldırmasını hayretle izlerken, Batı Avrupalıların geçmişte Afrika’ya yönelik yaptıkları “medenî” hamleleri hatırlıyoruz. 1884-85 tarihlerinde düzenlenen Berlin Batı Afrika Konferansı’ndan kısa bir süre sonra kutsal kitaplar ve mermilerle silâhlanmış Britanya, Fransa, Almanya, Belçika ve Portekiz Afrika’yı kendisinden kurtarmak için bir arayışa girdiler.

Rudyard Kipling’in pek bilinmeyen emperyalist şiirinde yankılanan entelektüel ve ahlâkî üstünlükleri ile bu Avrupalı güçler yeni Afrikalı tebaasının topraklarını ve hayatlarını tam anlamıyla kontrol altına aldılar. Atlantik ötesi ve Sahra ötesi köle ticaretlerinin hasarından tam olarak kurtulamamış olan Afrika ise, takip eden sürece yönelik iyi bir hazırlık yapamadan yakalandı.

Liberya ve Etiyopya hariç, Afrika’nın her karış toprağı Avrupalı emperyalist güçlerin kontrolü altına girdi. Sonuç: yüz yıl süren bir işgal. İnsansızlaştırma. Afrikalıların köleliğe tabi kılınması ve doğal kaynakların talan edilmesi. Can kayıpları o denli büyüktü ki bugüne dek hesaplanamadı bile. Ama eğer kıtanın yüzde yedisini kontrol eden Belçika bu dönem boyunca on-on beş milyon Kongoluyu katletti ise bu miktara bağlı kalarak, Britanya, Fransa, Almanya, Portekiz ve sonrasında İtalya’nın kaç kişiyi katlettiği tahmin edilebilir. NATO’nun Libya’ya yönelik saldırısının korkunç sonuçları ile derinleşen bu tarih üzerinden NATO’nun “insan hakları müdahalecisi” olarak tanımlanmasının nasıl mümkün olabileceğini sorgulamak gerekiyor.

19. yüzyılın sonunda Batı Avrupa, kendi sınırları dâhilindeki kısıtlı kaynaklar ve piyasalarla sürdürülebilmesi mümkün olmayan bir sanayi devriminin içinden geçiyordu. Bu Avrupalı güçler arasındaki yeni kaynaklar ve piyasalarla ilgili rekabet giderek yoğunlaştı. 1873-1896'daki uzun süreli ekonomik depresyon, aşırı nüfus, yüksek sefalet ve işsizlik oranından kaynaklanan ekonomik güçlükler karşısında Avrupa kendisini bu sıkıntıdan kurtarmak için ciddi bir cevaba ihtiyaç duyuyordu. Afrika, binlerce kez bu cevabı sunduğunu bir biçimde ispatladı.

Bugün yanına ABD’yi alan Avrupa’nın, 1800’lerde yüzleştiği türden, ciddi ekonomik güçlüklerle karşı karşıya olduğunu görüyoruz. O gün gibi bugün de Avrupa ve ABD, kendi ulusal sınırları dâhilinde bulamayacağı ekonomik çözümlerin arayışı içinde. Dünyanın diğer kısımlarında ama özellikle Afrika’da mevcut ekonomilerin sürdürülmesi için gerekli olan tüm kaynaklar için, bu Batılı ülkeler bir kez daha işgal ve kaynak talanına başvuruyorlar. Rusya, Hindistan ve Çin’le aynı kaynaklar için rekabet eden bu güçler, ilgili işgalleri meşrulaştırma gayreti içinde yeni stratejiler geliştiriyorlar. Peki ama bugünküler ne kadar yeni?

Batı Avrupalı güçlerle ABD’nin meydana getirdiği bir askerî-güvenlik ittifakı olan NATO 1949’da, II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından kuruldu. O da Birleşmiş Milletler’i doğuran Atlantik Sözleşmesi’nin bir ürünüydü. NATO’nun belirlenen amacı, Sovyetler’den gelebilecek yayılma tehdidi karşısında üye ülkeleri korumaktı. Var olduğu süre boyunca Sovyetler’le hiçbir zaman doğrudan bir askerî çatışma içine girmedi. Daha çok, önemli bir bölümü Afrika ve Latin Amerika’da cereyan eden temsili savaşlar dönemin genel düzenini temsil etti. Sovyetler Birliği, Afrika ve Amerika’daki bir dizi kurtuluş hareketine (kimi zaman mütevazı bir biçimde) yardım ederken, NATO mensubu ülkeler bu bölgelerdeki ekonomik etkilerini sürdürme yollarını aradılar.

1991’de Sovyetler’in dağılması ile NATO bir gecede konu dışına çıkmış basit bir askerî bürokrasiye dönüştü. Birçok askeriye ve dış siyaset uzmanı NATO’nun tarihin çöplüğüne atılacağını öngörmeye başladı. Yaklaşmakta olan kaçınılmaz ölümü savuşturmak için NATO dünya meselelerinde oynayacağı yeni roller aramaya başladı. Sonuçta bir dış siyaset gözlemcisinin ifadesiyle, “görev tanımında büyük ölçekte ciddi bir kayma” yaşandı.

Batı’nın sınırlarını zorlayan Kızıl Ordu’ya karşı muhafızlık etmekle artık meşgul olmayan NATO ülkeleri, terörizmle savaş, çevreyi koruma, kriz yönetimi, insanî müdahale gibi yeni görevler (bahaneler) edindi. 1.38 milyar dolara Brüksel’de yaklaşık 40 hektarlık bir alana yeni bir fütüristik bina diken, ilk üye sayısını 16’dan (çoğu eski Sovyetler’den gelen yeni üye devletlerin katılımı ile) 28’e çıkartan ve üye devletlerin askerî bütçeleri ile birlikte dünya savunma giderlerinin yüzde yetmişini teşkil eden bu “yeni” NATO, amacına ilişkin tazelenmiş bir anlayış üzerinden, dünyaya hâlâ geçerli olduğunu büyük bir endişe ile ispatlamaya çalışıyor. Tam da bu noktada esas olarak Afrika ve dünyanın endişelenmesi gerekiyor.

Esas olarak bütçenin %75’ini karşılayan ABD tarafından kontrol edilen NATO’nun başında eski Danimarka başbakanı, küstah ve fırsatçı, Anders Fogh Rasmussen bulunuyor. İçinde NATO’nun Birleşmiş Milletler’e “küresel bir barış koruyucu güç” olarak hizmet etmesi gibi önerileri içeren, saldırgan bir ajandaya sahip Rasmussen, NATO’nun Avrupa dışındaki bir dizi çatışma sürecini sadece seyretmekle yetindi. En dikkat çeken husus ise NATO’nun ABD ile birlikte Afganistan’a müdahale etmesiydi. Perişan ve öfkeli olan Afganlar, bugün masum insanları öldüren bu güçlerin ülkelerini terk etmelerini istiyorlar.

NATO ayrıca Somali sahillerini temizlemek ve korsan oldukları iddia edilen kişiler tarafından yabancı gemilere el konulmasına mani olmak için de çalışıyor. Bu harekât, aralarında Somalililerin, yolcuların ve mürettebatın olduğu çok sayıda insanın öldürülmesi ile sonuçlandı. Şunu akıldan çıkarmamak gerekiyor: Somalililer, illegal olarak balıkçılık yapan bu gemilere on yedi yıl önce çıkmaya başlamıştı. Ama tek bir kişinin bile burnu kanamamıştı. 2009’da başlayan Obama yönetimi ile birlikte her şey değişti. Aynı yıl NATO da ABD savaş gemileri ile birlikte Somali sahillerinde devriyeye çıkmaya başladı.

2009’un Nisan’ında Başkan Obama, keskin nişancılara Amerikan bayraklı Maersk Alabama isimli gemiye çıkan ve fidye isteyen Somalilileri öldürmeleri emrini verdi. Fransa, başka bir gemi kaçırma hadisesinde sekiz Somaliliyi öldürdü. ABD ve Fransa, NATO desteği ile Somali’deki Şabat isimli milliyetçi gruba karşı çok yönlü bir savaş içine girdi. Süreç içinde ölü sayısının artması kaçınılmaz. Ayrıca ABD’nin Somali’deki bu savaşına Kenya, Uganda ve Burundi’den gelen birlikler de dâhil oldu. Üstelik Uganda ve Burundi Afrika Birliği barışı koruma görevinin himayesinde sürece müdahale etti. ABD’nin insansız uçak üsleri Etiyopya’da kuruldu. Özetle emperyalist güçler kendi “kirli işler”ini yaptırtmak için kalleş Afrikalıları kullanma hilesine bir kez daha başvuruyorlar.

Muammer Kaddafi’nin öldürülmesinden kısa bir süre sonra, Senato Dış İlişkiler Komitesi Afrika İşleri Alt Komitesi başkanı Chris Coons şu tespiti yaptı: “Kaddafi’nin ölümü ve yeni bir Libya rejiminin tesis edilmesine dönük vaat, ABD’nin Orta Afrika’ya dönük hesap kitap edilmiş tepkisi için gerekli birer argümandır.” Libya’da elde edilen sonuçların verdiği cesaretle ABD Uganda’ya buradaki Rab’bin Direniş Ordusu üyelerini takip edip yakalamaları için 100 birlik gönderdi. Kongo, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Güney Sudan da bu askerî müdahalelerden nasibini aldı.

Şurası açık ki Senatör Coons bu cümleyi sarfederken aklında AFRICOM vardı. Bush yönetimi süresince Miras Vakfı tarafından tasarlanmış olan ABD’nin Afrika için oluşturduğu bu yeni askerî komutanlık, emperyalist NATO ülkeleri için fırsatlarla dolu bir zamanda gündeme geldi. Libya harekâtı boyunca AFRICOM ile birlikte çalışan ve elde ettiği sözde başarılar karşısında böbürlenen NATO, bugünlerde “insanlığı kurtarmak” için yapılan bu savaşta kendisini vazgeçilmez görüyor. Bu iki asker çantasının biraraya gelişi Afrika için oldukça tehlikeli bir gelişmeyi temsil ediyor. Obama yönetiminin Libya harekâtını AFRICOM’un “ilk” teşebbüsü olarak kabul etmesi üzerinden, Afrikalıların AFRICOM’un bundan sonraki çabalarının Kıta’yı neye benzeteceğini tahmin etmelerine de gerek kalmıyor.

Avrupa “aydınlanma”sının kazançlarını her yere yayma “yük”ünü sırtlarına almış 19. yüzyıldaki ataları gibi, “Kuzey”den gelen bu yeni nesil çapulcular Afrika’ya ölümün soğukluğunu, yıkımı ve yersiz yurtsuzluğu bir kez daha dayatacaklar. Bu gayret eskiden ifa edilmiş, Kıta’nın insanî manada canlandırılması kampanyalarına ne de çok benziyor.

NATO ve AFRICOM’un Libya saldırısına etkin bir biçimde karşı koyamayan Afrika, geçmişin derslerini lâyıkıyla öğrendiğini artık göstermek ve kendisini “beyaz adamın yükü”nü taşımaktan kurtarmak zorunda.

Harold Green
11 Kasım 2011

Kaynak

14 Kasım 2011

Günlerin Getirdiği

Joseph Daher doğru söylüyor[1]: bölgeyle ilgili görüş açımızı tayin eden, El-Cezire. Ve bu haber kanalı, bölgedeki Arap sermayesinin ufkunu ele veriyor. Bu ufukta Siyonizmin bayrağı dalgalanıyor. Bölgede Arap sermayesi, İsrail’in verdiği cevaz üzre hareket edebiliyor. Türkiyeli efendiler de pay istiyorlar, “ben de deli dumrul olacağım, bu işin rantını yiyeceğim” diyor. Ama Tayyib, laiklik müdafaası sonrası Mısır ulemasının tokadını yiyor. Nahdacı Gannnuşi, gıyaben yediği tokadı halkına atıyor. Seçim sonrası ilk olarak Katar Emiri’ni ziyaret ediyor. Şükranlarını sunuyor. Katar, İsrail’le iktisadî ilişkilerini derinleştiriyor. Şirketler paylaşılıyor, emirlikler acentelere dönüşüyor. United Fruits of Middle East kuruluyor.

Bu arada, bölgede devletin ulusal ya da ulusötesi bir şirket gibi yönetilip yönetilemeyeceğine ilişkin tartışma sürgit devam ediyor. Ama herkes, devletin şirket gibi yönetilmesi hususunda hemfikir. Benjamin Franklin’in ifadesiyle, “paranın her şeye kadir olduğunu söyleyip duran, esasta para için her şeyi yapacak bir kişidir.” Özetle, Allah’a imanın yerini paraya dönük itikat alıyor.

El-Cezire, paranın ve şirketlerin demokrasisinden ve özgürlüğünden yana saf tutuyor. Her gördüğü sakallıyı dedesi zanneden sol ve Müslüman yayın organları da El-Cezire’nin tayin ettiği görüş açısı içinde konuşmayı politika zannediyorlar. Para ve şirket gerçekliği ile insanî gerçeklik arasındaki ayrım silikleşiyor. Birincisi ikincisinin arkasına saklanıyor.

Tunus’tan Bahreyn ve Yemen’e dek uzanan hat üzerinde yaşananlara dair solun ve Müslümanların buradan söyleyecekleri bir şey bulunmuyor. Zira esas güç değiller. Her iki kesim de politik-ideolojik mevcudiyetini liberal akımla tanımlıyor. Kendisini ona yamıyor.

Sol ve Müslüman, liberal olanda buluşuyor. Liberal, sol ve Müslüman arasına bir kama gibi yerleşiyor. Sol ve Müslüman kapışırken, kazanan liberal oluyor. Burjuva değerler her iki tarafa servis ediliyor. Sol ve Müslüman’a liberalizm bulaşıyor. Her iki kesimi kesen apolitik hat iktidara değdikçe antipolitizme çalıyor. Politika insana, insan bireye doğru kapanıyor. Bu bireyin sol ve Müslüman olması, temelli bir fark arz etmiyor.

Birey, bölünmez yegâne bütünlük olarak cennet diyarına işaret ediyor. Tüm itirazlar, karşıtlıklar, gerilimler ve kavgalar onda ve orada son buluyor. Bunların gereksizleştirilmesi için birey putlaşıyor. Politika geçersizleşiyor. Zamanla sadece kendisini gören solcular, sadece kendisini gören Müslümanlara birileri kendilerini görsün diye, bağıra çağıra küfrederek ömürlerini tüketiyorlar.

Solculuk veya Müslümanlığın hayatta kalmasının yegâne garantisinin birey cennetinde olduğuna ikna edilmek, hayatta kalma gayreti içinde, yaşamaktan kaçmak, hayat pratiğini ölüme tamamlıyor. Efendiler, ölümle korkutup köleliği hayatta kalmanın yegâne biçimi hâline sokuyorlar.

Müslüman, Marksizmi insan dışı bulduğundan eleştiriyor. Bu noktada liberal, ona gerekli besini temin ediyor. Sol, İslam’ı insan dışı bulduğundan eleştiriyor. Liberal gene besin tedarikçisi. Marksizm insan dışı maddî olana, İslam insan dışı manevi olana bakıyor. Bu sebeple “insan” mahkemesinde yargılanıp idam ediliyor her ikisi de. Liberalizm, o hukukun ideolojik ruhunu üflüyor.

Sol ve Müslüman, bugün hayatta kalmak için efendilere, “tamam ben de sadece insana bakacağım” sözü veriyor. Efendilerin yüzlerce yıllık insan putu sadece kendilerine işaret ediyor. Onun dışında bir yere bakmak bile tehditkâr bulunuyor. Allah insanîleşiyor, maddiyat insanî istismara açık olduğu ölçüde anlam kazanıyor. Salt insana ve onun hayatta kalmasına indirgenen bir akıl ve eylem, efendilerin eteğini hiç bırakmıyor.

AKP, ülkedeki tüm taşın-toprağın mülkiyetine dair bir temsiliyeti yükleniyor. Hayatta kalmak, toprağa daha sağlam basmayı gerektiriyor. Toprak yarılınca, hayatta kalmak da imkânsızlaşıyor. Hayatın altındaki halı çekiliyor. AKP, böylesi bir sarsıntı sonrası, gene hayatta kalmaya, daha doğrusu, zamanı mekânda sabitlemeye çalışıyor. Mekâna dönük alışkanlık, hayatta kalma pratiğine kul olmuş kölelerin zamanı yenme biçimi oluyor.

“Bakmayın deprem olduğuna, bina yıkılmadığına göre sağlamdır, girin” emrini veriyor AKP. Deprem bir kez daha sallıyor müstekbirin saltanatını. İktidar, her şeyin yolunda gittiğini her ân herkese ispatlama kaygısı ile yaşanan tüm gelişmelere elindeki havuç ve sopayla yaklaşıyor. Bu gerilim, bu sancı, sömürülen-mazlum halkın gerilim ve sancılarını anbean boğuyor. Yaşamak için verilen mücadele, AKP türünden iktidarların eliyle eziliyor ve hayatta kalma gayretine kapatılıyor. Toprak ve coğrafyadaki bütünlüğe, tutkala muhtaç onlar. Daha doğrusu, onlar, iktidarın kendilerine toprak ve coğrafyadaki parçalanmanın giderilmesi için bahşedildiğini biliyorlar.

AKP, kendisine ait otele sağlam raporu veriyor. Otel bir metafor. AKP cumhuriyetini temsil ediyor. Bir milyon dolara dışarıdan rehabilite edilen otel zarfımız ise içeri tıkılanlar, suyu çalınan köylüler, işkence gören devrimci öğrenciler, üç kuruşa talim eden emekçiler, mazrufumuz.

AKP’yi münferit bir olgu hâlinde karşıya almamak gerek. O, bu topraklardaki müstekbirlerin saltanat ordusunun neferi. Ordu ile cedelleşme, sadece yeni dönemin gereklerini karşılayacak başka bir orduya muhtaç olunduğu için gerçekleşti. AKP, temize çekme operasyonu ve belkemiğini 1920’lerden bugüne akıp gelen devletli gelenek teşkil ediyor.

Bayram Otel üzerinden bakarsak, AKP, özünde Kemalist cumhuriyete “sağlam raporu” veriyor. “Okuyup üflüyor”, eksik metafizik payandalarını örüyor. Kopacaklar kopamıyor, geri giriyor ana binaya. Allah yolunda cihad, kendini Allah zannedenlere dönük korkunun önünde diz çöküyor. Bu amaçla AKP, başörtülü kızlar için üniversite kapılarında kurulan ikna odalarını tüm ülke genelinde kuruyor. Efendilerin develeri güdülsün diye ikna ediyor, diyarda göçmen olanları.

Kolombiya devleti gibi AKP devleti de insanları hayatla tehdit ediyor. Hayat ise her kolektif hareketinde bir fazla üretiyor, yaşamaya yazgılı. Efendiler onu ezemediler, ezemiyorlar.

İnsan bir metafor. Mecaz. İktisadî, coğrafî ve biyolojik bir bütünlüğü işaretliyor. Muktedir ve müstekbir, ona hüküm koymak zorunda. Müstekbir, herkesin kendisinin insan dışı şartların oyuncağı olduğunu görmesine mani olmak için alabildiğine insana abanıyor. İzmir-Antalya arası, özellikle kaçakçılıkla ve kompradorlukla palazlanmış Anadolu sermayesi, tüccarlar ve yeni burjuvazi nasıl ki Kemalizm aracılığıyla kendi hayat tarzını kamusallaştırdı ise, her dönemin müstekbiri de kendi insan dışı doğasını örtbas edecek kültürel, ideolojik ve politik araçlar geliştirmeyi biliyor. Zorla ikna ediyor, o araçların mağdurlarını. İzmirli, batılı tüccarların hayatlarından etkilenip açık geziyorsa, neticede Kemalizme kılık kıyafet “devrim”i yaptırtıyor.

İnsan, Kemalistse insan. Değilse değil. İnsan, ancak Tayyibî ise insan. İnsan, gene insan. Gerisi, berisi hayvan ve güdülmeyi, kıyımı, kurban edilmeyi yazgısı olarak alnında taşıyor. Hayatta kalmanın ötesine geçip hayatın tohumlarından fışkıran akıl ve vicdan, onlar eliyle, eziliyor.

Gözleri insan dışına çevirmek, insan dışılık zannediliyor. Marksizmin de kaderi bu. Üretici güçler, sömürü, zulmün maddî zemini, tarihin yasaları dediğinde, insana hüküm koyanlar, onu ipotek altına alanlar sinirleniyorlar. İslam da Marksizm de ortak bir kaderi paylaşıyor. İnsan’cıların ipine tutunmakla hayvan sürüsünden sayılmak arasında salınıyor.

“Sivil ve insan” medya, kendisine verilen ölçü ve ölçek dâhilinde iş görüyor. Kitleleri hayatta kalma gayretine kilitliyor. Ölçü şu: tüketimin kölesi olan bireyin kendini vazgeçilmez görme yanılgısının sürekliliği. Şiddet, sınır çekmek. Sivil olmak, bu türden sınırları silmek demek. İnsan olmak, imanına koruduğu toprağın ve mülkün kulu olmak demek. Liberal hoşgörü ve faşist zorbalık, içten ve dıştan, birbirlerini tamamlayarak ilerliyor.

Misal, TV programcısı Cüneyt Özdemir Şam’a gidiyor ve deprem konusunda yaptığı yayıncılıkla incittiği Tayyib abisinden özür diliyor. Lüks mahallelerde gezip “buralarda devrim mevrim yok” diyor. Akla şu soru geliyor: “oralarda görünür hâle gelmişse devrim, zaten olmuş demek değil midir?”

Son deniz otobüsü hadisesinde içine Tayyib kaçtığını ikrar ediyor Özdemir:

“Sivillere yönelik eyleme giderken aklında medyayı çatır çatır kullanırım diye düşünenlerin de artık o devrin bittiğini bilmesi gerekiyor. Bunun için Başbakan’ın huzuruna gidip ‘nasıl yayın yapılır’ ayarı almaya ya da Ankara’dan birilerinin telefon etmesine de gerek yok. Sivillere yönelik terör eyleminden nemalanmak isteyen bu insanlara verilecek en büyük ceza, özgür ve bağımsız yayıncıların bu eylemleri hiç görmemesi değil, hak ettiği kadar görmesidir.”[2]

Sivil ne, terör ne, “özgür ve bağımsız yayıncı” kim, başbakana “sen yorulma, biz senin borazanınız zaten” demek ne demek, haberin hak ettiği değeri tayin eden kim vs… Öz itibariyle Özdemir ve bilcümle zevat havuç oluyor, Müge Anlı’lar sopa. AKP cumhuriyetinin İnsan’ına hizmet ediyorlar.

Kimse, askerin elindeki “enstrüman”ı sorgulamıyor, herkes, mazlumun öfkeli dilini kesmek için birbiriyle yarışıyor.

Bu ortamda, insanın bireye, bireyin ülkeye indirgenmesinin açık timsali olan Ülke TV’de Hilal Kaplan ve Kenan Alpay, şizofren bir Kemalistle cedelleşiyor. Kaplan, M. Kemal’in “diktatör” olduğunu örtük olarak söylüyor ve bir diktatör tarifi veriyor: “ekonomik, politik ve sosyal alanda tekeli elinde bulundurmak”. Kaplan ikrar ediyor: Tayyib abisi, diktatör olmayı M. Kemal’den öğrenmiş!

Kaplan, “mazlumun zulmü varsa, bizim de Tayyibimiz var” diyor ve devam ediyor, o güzel insanın, Ahmet abimizin adını, “besmelesiz”, ağzına alarak:

“Kürtçe, sadece zulümlerini yakından bildiğimiz PKK’nın tekelinde olan bir dil midir? Bir dilin ne olduğunu sadece o dili konuşan zalimler belirleyebilir mi? Öyleyse referandum zamanı yerden yere vurduğunuz darbeciler hangi dilde zulmettiler diye sormazlar mı?”[3]

Mazluma direnişinde kullandığı silâhı bırak demek, daha sinsi bir zulüm değil midir?

Ahmet abinin Hasan Hüseyin şiirine düştüğü Lübnan ezgisi ile, “bu şiddet olmazsa hiç olmaz” değil midir? Yağmur çamur değmemiş yüreklere “zalim” demek hak mıdır? Dört yanımız puşt zulası iken, fark koymasın mı başkaldırmak? Sussun mu çiğdem çiçek, kardelenler, mavinin türküsü, turuncu gemi ve kılıç balığı?

Sussun tabiî, sussun ki haksözlü Kenan Alpay konuşsun: “Mustafa Kemal’e muhalif olan hemen herkesi işbirlikçilikle, ihanetle, ajan olmakla suçlamak, Cumhuriyet’in başından beri devam eden ve kaynağında devlet olan bir kara propagandadır.”

Sormak gerekiyor: bugünün AKP cumhuriyetinde Tayyib abinize muhalif olmak da “işbirlikçilik, ihanet ve ajan olmak”la suçlanmıyor mu? M. Kemal, her şeyi sorgulanamayacak bir yere çekip o yere kendi sarayını inşa ettiyse, Tayyib de o saraya girip her şeyi kendi mevcudiyetine bağlamıyor mu?

Bugün fukara bir Müslüman’ın ağzından dökülen “ona küfreden Peygamber’e küfretmiş gibidir” lafı, Müslüman olmanın da Kemalist nizamın iki dudağına sıkıştığının delili. Doğası itibariyle politik olan İslam, bu doğadan uzaklaşıyor. Uzaklaşma sonucu ondan olduğunu iddia eden kimileri, Papa’nın elini öpüyor, İsrail’le gizli anlaşmalar imzalıyor, ABD’den gelen emirlere itaat ediyor vs. Mazlum ve fukara Müslüman ise olan bitene “İslam içindir” yanılgısı ile ses etmiyor.

Tayyib, ekonomisinin güçlülüğünü göstermek için herkese “Üç çocuk yapın” diyor. Duble yollar, kanal projeleri, heybetli, gösterişli adımlar, napalm bombaları, misket bombaları, operasyonlar…

Onca haksızlığa rağmen, haksözden “çıt” yok.

Efendiler, hayatta kalmanın yaşamak olduğuna ikna ediyorlar kitleleri. İnsan, buradan tarif ediliyor. Hayatta kalma gayreti, hayat mücadelesini ve yaşama arzusunu ele geçiriyor. Kış soğuğunda donmamaya çalışanlara doğum günü pastaları kesiliyor. Dualar okunuyor üstüne.

Hayatta kalan, bireysel bir kavganın neferi olarak, göklere çıkartılıyor. Yaşama iradesi ise her daim kolektif olana bakıyor. Zira hayat, tekil şahsa eksikliklerini hatırlatıp başkalarını görmeye mecbur ediyor. İlkine tabi olan bir işçi, işten atıldığında, bir masanın başına geçip iş ilânlarında umut kapısı bulmak istiyor. İkincisine tabi olan ise soluğu, en azından bir kahvede alıyor, yoldaş arıyor kendisine.

[…] Aylar öncesinde “demokrasiyi biz Kürdlerden mi, hele hele Libyalı birkaç kabile şefinden mi öğreneceğiz, biz büyük ve güçlü bir devletiz” diyen, Sakarya-Fırat dizisinin senaristi Sülüman Çobanoğlu, mealen Kürdleri küçük bir kabile olarak gördüğünü söylüyordu. Aylar sonra o büyük ve güçlü devletin malumat satıcısı bir gasteci, Hz. Muhammed’e “kabile şefi” deyince kıyamet koptu.

Libyalı kabileler, bugün birbirlerine düşmüş durumdalar. “Baba”larını katlettikten sonra üvey analarının kucağında ne yapacaklarını bilmez bir hâldeler. İslamcılar, müstekbire karşı mücadelenin öncü gücü olan Peygamber’i taklid etmeyi büyük ve güçlü devletlerin hizmetine sunmakta beis görmüyorlar. Muhammedî kavganın harı, liberal ve emperyalist sularda söndürülüyor.

Sol, Kemalist, demokrat, liberal vs. de Peygamber’i görmek istemiyor ama Kanuni karşısında da huşu içinde titriyor. Özünde Kanuni ve Peygamber arasında yapılan hadsiz kıyas, Tayyib’e dönük bir mesajı içeriyor. “Devletli kal, devlet yıkan Muhammedî pratiği terk et!”

Hakkı Devrim özür diliyor sonra ve “insan” olarak Peygamber’e saygı duyduğunu söylüyor.

Müslüman’ın insana indirgenmesi, insanın da iktidarın belkemiği kılınmasını ifade eden AKP devletinin tebaasının, Peygamber’i salt insana indirgeyip ona ancak “saygı” duyabilen Hakkı Amca’ya kızmaya hakkı yok esasen. Onlar yaptı, Muhammed’i bireylerden bir birey, onlar devleti kutsadı, devletlerden bir devlet olarak. “Birey merkezli” anayasa hazırlamayı vaad eden “kabile şefi”, Allah’ın Afrikalısına Türkçe öğretmekle övünen vaizi ile kol kola, Kürd’ün üzerine ölüm fermanları savuruyor bugünlerde.

Bu zulüm karşısında gene de tutuşuyor dizeler, şarkı oluyor, yüzlere çarpıyor ve dirhem dirhem eksiltiyor düşmanı.

Eren Balkır
14 Kasım 2011

Dipnotlar:
[1] Joseph Daher, “Where Does Al Jazeera Stand?”, 5 Ekim 2011, Counterfire. Türkçesi: İştirakî.

[2] Cüneyt Özdemir, “Kartepe Canlı Yayını”, 13 Kasım 2011, Radikal.

[3] Hilal Kaplan, “Ahmet Kaya ve Tayyip Erdoğan”, 14 Kasım 2011, İlke.

12 Kasım 2011

Emperyalizm ve Suriye


“İran, Suriye ve Kuzey Kore Irak’tan ders çıkartmalıdır.” Bu cümle, eski devlet silâh kontrolü müsteşarı John Bolton’a ait. Bolton, Bağdat’ın Irak’ı işgal eden Birleşik Devletler ve müttefiklerinin eline düşmesinden bir gün sonra tehditkâr bir dille kaleme aldığı 10 Nisan 2003 tarihli demecindeki bu cümle ile ABD liderlerinin duygularını yankılıyordu.

O dönemde Irak’taki Baas rejimini başarılı bir hamle ile devirmenin sevincini yaşayan ABD’li siyasetçiler, “Ortadoğu haritasının yeniden çizilmesi” hedefi için yeni bir aşamaya geçtiler. Bölgede ve dünyada Washington ve Wall Street’in emirlerine uymayıp belli bir düzeyde bağımsız hareket eden tüm ülkeler hedefe yerleştirildi.

Harita tabii ki istenildiği şekilde çizilemedi. İşgal karşıtı direniş üzerinden Irak halkı, emperyalistleri işgali hedefleyen saldırgan planlarını rafa kaldırmaya mecbur etti. Ama gene de Irak direnişi, ABD savaş makinesini durduramadı ve Suriye bir sonraki hedef hâline geldi.

Kısa Suriye Tarihi

Suriye, yüzlerce yıl Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı bir eyalet olarak yaşadı. Birinci Dünya Savaşı sonrası imparatorluğun dağılması ile muzaffer emperyalist güçler, Ortadoğu’yu kendi aralarında bölüştüler. İngilizler Filistin, Ürdün ve Irak’ı; Fransızlar Lübnan ve Suriye’yi aldı.

1917 Rus Devrimi sonrası Bolşevikler, Çarlık Rusyası’nın sömürgeci arzularına karşı çıktılar ve Ortadoğu’nun bölüştürülmesine ilişkin Britanya, Fransa ve Rusya arasında yapılan görüşmeleri içeren gizli Sykes-Picot Anlaşması’nı ifşa ettiler.

1940’ta Fransa’nın Almanlara hızla teslim olması ardından İngilizler, Lübnan ve Suriye’yi işgal ettiler. 1946’da Suriye bağımsız oldu. Fransız emperyalizmi, İkinci Dünya Savaşı sonrası, özellikle Lübnan’da büyük bir güç kazandı. Ancak ABD zamanla onun yerini aldı. İngilizler hâlen daha bölgedeki en önemli güçtü.

1963’te Arap Sosyalist Baas Partisi Suriye’de iktidara geldi. Baas Partisi aynı yıl Irak’ta da iktidarı aldı. 1947’de Suriye’de kurulmuş olan parti, farklı Arap ülkelerinde kollara sahipti. “Birlik, Hürriyet, Sosyalizm” şiarı altında Baasçılık, Arap milliyetçi hareketine ait sol bir eğilimi temsil ediyordu.

1960’ların ortalarında Salah Cedid liderliğindeki Baas’ın sol kanadı partideki sağcı eğilimi mağlup etti. Cedid, sanayiyi ve tarımı millîleştirdi, işçiler ve köylüler lehine kapsamlı toplumsal programlar geliştirdi.

Emperyalizmin himayesinde hareket eden İsrail, giderek büyük bir askerî devlet hâline geldi. 1967’te Arap komşularına saldırdı. Altı günde Mısır, Suriye ve Ürdün’ü yendi. Batı Şeria, Gazze, Sina Yarımadası ve Suriye’deki Golan Tepeleri’ni işgal etti. İşgal bugüne dek varlığını korudu.

Askerî yenilgi, Suriye ve Mısır’daki milliyetçi liderlere karşı ağır bir saldırıyı koşulladı. Solcu ve radikal güçler giderek zayıfladılar. Mısır’da 1970’te Nasır’ın ölümü ardından emperyalizm yanlısı bir rejim tesis edildi. Suriye’de Cedid, 1971’de Hafız Esad karşısında mağlup oldu. Mısır’daki Enver Sedat’ın aksine Esad, emperyalizm yanlısı bir lider değildi. İktidarda kaldığı süre boyunca bir tür sosyalist bir program tatbik etti. Eskiye nazaran görece merkezci ve burjuva milliyetçi bir programdı bu. 2000’de ölmesinin ardından yerine Beşar Esad geldi.

Suriye Rejiminin Karakteri

Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması ve Ortadoğu’nun emperyalist güçler arasında bölüşülmesi sonrası buradaki devletler biçim olarak otoriter ve gayri demokratiktiler. Emperyalistler sağcı, gerici feodal unsurları desteklediler. Sınırlar emperyalist çıkarlar uyarınca çizildi. Bu, gelişen burjuva demokratik haklar için uygun ve ideal koşulları temin etmiyordu.

Suriye, Libya ve 1979 devrimi sonrası İran gibi, emperyalist hâkimiyetten kurtulmuş ülkelerde bile işgal ve iktidarın devrilmesi tehdidi demokratik hakların genişlemesi için uygun bir zemin sunmuyordu. Sonuç olarak bağımlı ya da bağımsız bölgedeki birçok rejim hükümet, meclis ve seçimler hususunda burjuva demokratik bir biçim arz etmiyordu. Devletin şiddete dayalı baskıcı niteliği istisnai değil, kuraldı.

Esasında ABD’nin demokrasi ve insan haklarını teşvik ettiğine dair propagandasının aksine, en gerici ve baskıcı devletler bağımsız olanlar değil, ABD’ye bağımlı olanlardı. Bu gerçek üzerinden, kraliyet ailelerinin hükmettiği Suudi Arabistan, Kuveyt ve Bahreyn’e bakmak mümkün. Buralarda yalandan da olsa, bir meclise ya da seçime bile rastlanmıyor.

Marksist bir bakış açısı üzerinden bakıldığında, devletin temel işlevinin sınıfsal baskı olduğu görülecektir. Lenin’in tespiti ile, “Devlet özel bir güç örgütlenmesidir: o, bazı sınıfların bastırılması için kullanılan şiddet örgütüdür.” Bu tespit, devlet idaresinin tehdit altında olmadığı ve baskının yumuşak biçimlerle uygulandığı, ayrıca devletin ölümcül bir tehdit karşısında ayakta durmaya çalışıp sert ve şiddetli bir biçimde baskı uyguladığı örnekler için de geçerlidir. Kilit soru, bu noktada güçlerin sınıfsal niteliğinin devlet lehine mi yoksa aleyhine mi olduğudur.

Suriye rejimi, ülkenin bağımsız olmasından yana ama öte yandan kapitalist hatta ilerleyen burjuva milliyetçi bir niteliğe sahiptir.

Tarihsel açıdan mazlum ülkelerdeki azgelişmişliğin ana sebebi, bu ülkelerdeki kaynakların sömürgeciler eliyle yağmalanmasıdır. Ülkenin bağımsızlığından yana saf tutup emperyalistlerin ülke kaynaklarına el koymasına mani olmak suretiyle millî burjuvazinin kalkınmayı hızlandırması mümkündür. Bu kalkınmanın mevcut kaynakların emperyalist sermayenin elinde olduğu sürece gerçekleşmesi mümkün değildir. Ancak burjuva milliyetçi güçler aynı zamanda işçi sınıfının politik bir güç kazanmasına da karşıdırlar. Belli ölçüde milliyetçilik, farklı etnik yapılardan oluşan bir birlik hâlinde inşa edilir ve tüm diğer devletler gibi içteki azınlıklara karşı şovenist bir tutum sergiler.

Suriye devletinin aslî işlevi, yönetici sınıfa dönük politik ve iktisadî itirazları bastırmaktır. Polis güçleri, zorbalıkları ile Suriye halkının farklı kesimlerinde hayli şöhret sahibidir.

Bağımsız Ama Çelişkili Dış Siyaset

Dış siyasette Esad ailesi, anti-emperyalist bir konum alma hususunda her daim tutarsız bir çizgi izledi. Bu, özellikle uzun süredir iktidarda olan tüm burjuva milliyetçi rejimlerin ortak özelliğidir.

Yetmişlerde, Büyük Suriye’nin tarihsel parçası ve ülkenin komşusu olan Lübnan’da kanlı bir iç savaş yaşandı. Uzun mücadeleler ardından Millî Lübnan Hareketi liderliğindeki ilerici güçler zaferin eşiğine geldi. Nisan 1976’da Suriye ordusu ABD desteği ile Lübnan’a girip ilerici güçlerin zaferine mani oldu. İsrail’e ve emperyalist hâkimiyete karşı çıkan Suriye millî burjuvazisi bölgeye sıçrayabilecek bir devrimci zaferden korktu. Suriye 1991’deki ilk emperyalist işgale de katıldı. Baas Partisi birkaç yıl öncesinden bölünmüş, Irak rejimi ile Suriye arasında husumet ortaya çıkmıştı.

Lübnan’daki karşı devrime ve Irak’taki emperyalizme destek veren Suriye, genel anlamda bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdürdü. Ülke, Sovyetler Birliği ile savunma anlaşması imzaladı. Uzun süre batılı kapitalistlerin nüfuzundan uzak durdu. Sovyetler’in dağılması sonrası, ABD hükümeti kendisine uşaklık edecek hükümetlerin tesis edilmesi için çalışmaya başladı. Son dönemde Suriye rejiminin değiştirilmeye çalışılmasının nedeni bu.

İsrail’in ABD desteği ile 1982’de Lübnan’ı işgal etmesi sonrası ABD güçleri Lübnan’daki yükselen direniş hareketine karşı savaştı. Suriye direniş hareketini destekledi. 1983’te bomba yüklü bir kamyonun patlaması sonucu 241 ABD askerinin ölümü ardından ABD Lübnan’daki askerî faaliyetlerine son verdi. Suriye destekli direniş hareketi İsrail işgaline karşı mücadele etme imkânı buldu. 2000’de, 18 yıllık mücadeleyi takiben Lübnan direnişi İsrail’i neredeyse ülkenin tümünden kovmayı başardı. Suriye’nin bu hususta verdiği destek, Lübnan direnişinin başarısı için hayatî bir rol oynadı.

Sonrasında Suriye, 2000’de İsrail’i ülkeden kovan Hizbullah’ı desteklemeye başladı. Hizbullah, 2006’daki İsrail bombardımanına ve işgal hareketine direnen ana güçtü. Sonuçta İsrail çok sayıda ölü vererek ülkeden geri çekildi.

Suriye, Hamas ve diğer Filistinli direniş güçlerini de destekledi. Solcu Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi birçok Filistinli örgüt karargâhlarını Suriye’de kurdu.

2003 Irak işgali ardından Suriye emperyalist güçlerin hedefinde olan İran’la sıkı ilişkiler kurdu. Obama, ülkede çıkan ayaklanmalar öncesi bu ilişkiyi bozmak için uğraştı. 22 Nisan’da Obama, Suriye’yi “Suriyeli yurttaşlarını bastırmak için Iran’dan yardım almak”la suçladı.

2006’da eski Lübnan başbakanı Refik Hariri’nin suikast sonucu öldürülmesi ardından emperyalistler Suriye’yi suçlayan kapsamlı bir kampanya yürüttüler. 1559 sayılı BM kararının kabulü ile Suriye Lübnan’dan tümüyle çekilmeye mecbur edildi. Suriye karşıtı kampanyanın amacı, Suriye’yi ülkeden çıkartmak ve Lübnan’daki politik arenada emperyalizm yanlısı güçlere yol açmaktı. İşler istenildiği gibi gitmedi. Hizbullah 2006 direnişi ile büyük bir güç kazandı. Emperyalistlerin amacına hizmet eden “soruşturmalar” zamanla Suriye’yi temize çıkarttı ve Hariri suikastı ile ilgili olarak Hizbullah’ı hedef tahtasına yerleştirdi.

Eylül 2007’de İsrail Fırat kıyılarını bombaladı. Güya saldırının hedefi, Suriye’nin nükleer tesisleriydi.

Son Dönemde Yaşanan Ayaklanmalar

Ayaklanmalar 16 Mart’ta Şam’da yapılan bir gösteri ile başladı. Bunu, güneydeki Dara şehrinde yapılan görece daha büyük bir gösteri takip etti. Göstericiler, şehirdeki Baas Partisi binasını ateşe verdiler. 25 Mart’ta Hama’da binlerce gösterici toplandı. Liderliğini Müslüman Kardeşler’in yaptığı gösteride güvenlik güçleri kitleye ateş açtı.

Aradan geçen bir ay içinde gösterilerin yoğunlaşması ile Esad hükümeti protestoların şiddetini düşürmek için kimi tavizler verdi. 25 Mart’ta Esad, Dara valisi Faysal Gülsüm’ü görevden aldı. 19 Nisan’da hükümet Esad’ın da imzaladığı olağanüstü hâli kaldıran bir kanun çıkarttı. Esad’ın da imzaladığı kanun 1963’ten beri yürürlükteydi ve İsrail’e karşı mücadele üzerinden gerekçelendiriliyordu.

Farklı rakamlar verilse de Mart’tan beri ölenlerin sayısı batı medyasına göre 350 civarında. Suriye devleti gösterileri şiddetle bastırmaya devam ediyor.

Ancak gene de muhalefetin ne ölçüde silâhlı olduğu konusu açık değil. İnternete yüklenen videolara ve diğer medya kaynaklarına göre protestolarda silâha rastlanmıyor.

Göstericilerin iddiasına göre, devlet ayrımsız herkesi katlediyor, devlet ise protestocuların silâh taşıyıp polise ateş ettiğini söylüyor. Suriye devlet televizyonunun 10 Nisan tarihli haberine göre, liman şehri Baryas’ta dokuz polis öldürüldü.

El Cezire’de çalışan bir gazeteci, “ülkenin güney kısmında herkesin silâh” taşıdığını söyledi. Habere göre, “kimin kime ateş ettiği belli değil.”

Göstericilerin tüm Suriye halkının duygularını temsil edip etmedikleri de belirsiz. Muhalefet, ülke genelinde nüfusun önemli bir bölümünü hareket geçirirken, Suriye rejimi de mevcut desteğini muhafaza ediyor. 29 Mart tarihli Business Week haberine göre, “devlet güdümlü televizyon bugün yüz binlerce insanın Şam, Halep, Hama ve Haseke caddelerine aktığını gösteren görüntüleri yayınladı.”

Hükümet yanlıları ile muhalefet arasında silâhlı çatışmaların yaşandığına ilişkin haberlere de rastlandı. Suriye devlet televizyonunun iddiasına göre, güvenlik güçleri hükümet destekçileri ile protestocular arasındaki çatışmalara müdahale etti.

30 Mart tarihli konuşmasında Esad, “tek bir Suriyelinin kılına zarar gelmemesi yönünde güvenlik güçlerine emir verildi.” dedi ve katliamdan sorumlu olanlara çağrıda bulundu. İki hafta sonraki konuşmasında ise Suriye için “şehid” düşenlerden bahsetti. Sefalet, işsizlik, yolsuzluk ve sorumsuz devlet kurumları gibi meselelere ise hiç değinmedi.

Suriye’deki politik nizam ile devlet çelişkili konumlar alıyor. Bir yandan reformlar, diyalog ve uzlaşma öneriliyor bir yandan da protestocuların aşırıcı olup dış mihraklardan beslendikleri, istikrar ve güvenliği tehdit ettikleri iddia ediliyor.

Suriye hükümetindeki Baas Partisi’nin öncü rolünü benimseyen politik örgütler koalisyonu olan Millî İlerici Cephe’nin parçası olan iki ayrı Suriye komünist partisi mevcut. Bunların tabanda faaliyet yürütmesine izin veriliyor. Baasçılara yakın duran Komünist Parti (Bektaş) hükümetin ilân ettiği reformları övüyor bir yandan da güç kullanımını ve medyanın olayları yansıtma biçimini eleştiriyor. Parti, gerici güçleri “yaşanan müessif olayları istismar etmek”le suçluyor ve “gerici, cahil ve mezhepçi” sloganlara bulaşmakla eleştiriyor.

Aynı şekilde Komünist Parti (Birleşik) “şiddet karşıtı” bir diyalogdan yana. Yaşanan olayların bölgedeki Amerikan ve Siyonist projeyi güçlendireceğini, reformların kökleşmesini istemeyenlerin ekmeğine yağ süreceğini iddia ediyor. Her iki parti de millî birlik çağrısı yapıyor. Politik reformların hızlandırılmasını istiyor, hükümetin kamu sektörünü zayıflatan gayri millîleştirme politikalarını terse çevirmesini talep ediyor. İddialarına göre, “bu politikalar kitlelerin hayat koşullarını kötüleştiriyor.” Bu düşünceler, Baas Partisi içindeki mevcut akımın da düşüncelerini yansıtıyor.

Suriye Muhalefetindeki Farklı Eğilimler

Mısır ve Tunus devrimleri, Arap dünyasındaki tüm iktidarları sorgulanır kıldı ve tüm mevcut politik güçleri yaşanan süreci iktidarı elde etmek için muazzam bir fırsat olarak görmelerine neden oldu. Elbette bu, söz konusu güçlerin hepsinin ilerici olduğu anlamına gelmiyor.

Bu noktada Suriye’deki muhalefet hareketindeki tüm farklı eğilimlerin güçlerini tartmak ve politik niteliklerini anlamak mümkün değil. Son dönem yaşanan protesto hareketi, Şam’ın emekçi mahallelerindeki polis şiddetine karşı kendiliğinden bir protesto olarak ortaya çıktı. Şüphesiz ki gösterilere sefaletten ve devlet baskısından kurtulmayı arzulayanları da içeriyor. Ancak hareketin içinde ayrıca ülkedeki laik yönelimi alt etmek isteyen mezhepçi dinî güçler de bulunuyor. Bunlar “Alevîler mezara, Hristiyanlar Beyrut’a” diye bağırıyorlar. Dinî bir azınlık olarak Alevîler nüfusun %12’sini teşkil ediyorlar. Baasçı yöneticilerin önemli bir bölümü de Alevî.

Muhalefet, ayrıca emperyalizm yanlısı kesimleri de içeriyor. 17 Nisan tarihli Washington Post haberine göre, Suriye’deki muhalefete ABD milyonlarca dolarlık yardım etmiş. Wikileaks belgelerine göre, 2005-2009 arası dönemde ABD, Londra merkezli Adalet ve Kalkınma Hareketi’ne altı milyon dolar vermiş. Söz konusu kanal, 2009’da Suriye rejimine karşı yayıncılık yapan Barada isminde bir uydu kanalı kurmuş. “Şam’daki diplomatik kaynakların ifşa ettiği üzere, Suriyeli sürgünler Ortadoğu Ortaklık İnisiyatifi adlı bir Dışişleri Bakanlığı programından para almış.”

ABD’li politika yapıcıları muhalefetin politik niteliğini tanımlamak gerektiğinin farkındalar. Bu nedenle, Suriye rejimini devirmekle geçen onca seneye rağmen ABD ve emperyalist müttefikleri Libya’ya yaptıklarını Suriye’ye yapmadılar. Eğer Müslüman Kardeşler ya da başka bir güç emperyalist kontrol altında değilse ABD’nin maddî yardım yapması da mümkün değil.

Diğer yandan Londra merkezli Adalet ve Kalkınma Hareketi liderliği ele geçirirse, o vakit ABD yaptırım tehdidine başvuracak ve ülkeye doğrudan müdahale edecektir. Elbette hangi gücün muhalefetin liderliğini ele geçireceği de emperyalistlerin propaganda faaliyetlerini finanse etme, örgütleme ve yayma becerisine bağlıdır.

Libya Dersleri

ABD’deki ve tüm dünyadaki ilerici güçler, Libya deneyiminin verdiği dersi bilince çıkartmak zorundadır. Libya’daki protesto hareketinin başlamasından kısa bir süre sonra Libya lideri Muammer Kaddafi hızla şeytanlaştırıldı. İnsanlar halkın Kaddafi’ye karşı olduğuna inandırıldılar. Böylelikle rejimin toplumsal destekten mahrum olduğu iddia edildi. Bingazi’deki muhalefet liderleri, devrimci hareketin gerçek temsilcileri olarak takdim edildiler.

Birçok ilerici güç söz konusu şeytanlaştırma sürecine bir biçimde dâhil oldu. Sosyalizm ve Kurtuluş için Parti ve diğer hareketler, muhalefetin niteliğini analiz etmemizi istediler ve çoğunlukla bizim gibilere alaycı ifadelerle saldırdılar.

Zamanla güçler dengesi değişti, Kaddafi ve destekçileri ülkeyi silâhlı muhalefetin elinden geri almaya başladı. “Devrimci” liderlik, bir süre sonra doğrudan askerî müdahale çağrısında bulundu. Libya, emperyalistlerin doğrudan müdahalesine maruz kalan ülkeler listesine dâhil oldu, bu sefer müdahale, belli bir miktar desteğe sahip muhalefet güçlerinin davetiyle gerçekleşti.

Sonrasında Libya, ABD, Fransız ve İngiliz uçakları tarafından günbegün bombalandı. Muhalefet, geçen yüzyılda bölgenin sömürgeleştirilmesinden sorumlu bu emperyalist güçlerden, para, silâh, eğitim ve askerî tavsiye aldı. Krizin nasıl sonuçlandığından bağımsız olarak Libya ve bölge halkı, başka bir emperyalist müdahalenin sonucunda ciddi bir yenilgiye maruz kaldı.

Muhalefetin safında yer alan tüm ilerici güçler, emperyalist müdahale için gerekli sahneyi hazırladılar, şimdilerde ise Ortadoğu/Kuzey Afrika’daki başka bir devletin egemenliğinin ihlal edilmesinin sorumluluğunu paylaşıyorlar. Bu kesimler, ya askerî bir emperyalist müdahaleyi açıktan destekliyorlar ya da bir yandan muhalefeti destekleyip bir yandan da emperyalist müdahaleye karşı çıkıyorlar. Muhalefetse emperyalist ülkelerin kendi ülkelerini daha fazla bombalamasını istiyor.

Görevimiz

Suriye analizi için gerekli çıkış noktası bağlamında Suriye devletinin nitelik açısından Mısır ve Tunus’tan farklı olduğunu belirtmek gerekiyor. Emperyalist ülkelerse halkın çoğunluğunun arzularına karşı hükümetleri destekliyorlar. Suriye rejimi ile ayaklanmalara sahne olan Ürdün, Yemen, Bahreyn ve diğer Ortadoğu ülkelerindeki rejimler arasında ciddi farklılıklar mevcut. Bağımsız niteliğinden ötürü Suriye devleti, emperyalist güçler eliyle gerçekleştirilmek istenen rejim değişikliğinin hedefi kılınıyor.

ABD’deki devrimci ve ilerici güçlerin birincil görevi, Suriye ve diğer ülkelere dönük emperyalist müdahalelere karşı çıkmaktır. Bizler, mazlum halkların kendi kaderlerini tayin haklarını savunmak zorundayız. Şurası açık ki hükümet biçimi Suriye halkı için hayli önemlidir ancak halk kaderini kendi başına tayin edememektedir. Suriye’ye dönük Batı müdahalesi iyi niyetli bir yaklaşım değildir. Müdahalenin hedefi, Suriye halkına boyun eğdirmek, ülke piyasalarına ve kaynaklarına el koymaktır. Bu türden niyetlerin yanında batı müdahalesi kesinlikle demokrasi lehine bir kazançla sonuçlanmayacaktır. Ortadoğu’da ABD’nin uşağı olan rejimlere ve Mısır devrimini inkıtaa uğratma gayretlerine baktığımızda, bu tespit doğrulanmaktadır.

Eğer Suriye’deki muhalefete dönük ham ve kayıtsız şartsız desteğin amacı, Suriye rejiminin uyguladığı baskıları dünya âleme duyurmak ise ilerici güçler için böylesi bir çaba gereksizdir. İş dünyasının emrindeki medya bunu zaten yapıyor ve onların yüz milyonları bulan bir izleyici kitlesi hâlihazırda mevcut. Ancak desteğin amacı, gerçek demokrasinin ve toplumsal adaletin desteklenmesine dönük katkı sunmak ise o vakit ilgili destek, muhalefetin, onun politik taleplerinin, en ciddi politik meselelere yönelik yaklaşımının, özellikle emperyalist güçlerle ilişkilerinin niteliğine dönük açık bir kavrayışa dayanmalıdır.

25 Nisan’da Beyaz Saray Başkan Obama’nın Suriye karşıtı “tedbirler” üzerinde durduğunu ilân etti. Obama, söz konusu tedbirleri ve diğer eylemleri BM Güvenlik Konseyi’nde gündeme getirecek. Henüz bu noktaya gelmemiş olsak da ABD ordusunun, NATO’nun ve diğer emperyalist güçlerin Suriye’ye yönelik müdahalesi bir tehdit olarak varlığını muhafaza ediyor. ABD’deki devrimciler olarak bizim görevimiz, ülkemizdeki yönetici sınıfın Suriye karşıtı propagandasındaki emperyalist özü ifşa etmek, alınacak tedbirlere karşı çıkmak ve her türden askerî müdahaleye karşı mücadele etmektir. Suriye’nin geleceği emperyalist akbabalar değil, Suriye halkı tarafından kararlaştırılmalıdır.

ABD Suriye’den Elini Çek!

Mazda Mecidi

Daniel Ortega’nın Zaferi


6 Kasım Pazar günü Nikaragua’da genel seçimler yapıldı ve Daniel Ortega’nın partisi FSLN büyük bir zafer elde etti.

Bu zafer, şanlı Sovyet Sosyalist Devrimi’nin 94. yıldönümünden bir gün önce gerçekleşti.

Geçerken söylemek gerekir ki, Rus işçilerinin, köylülerinin ve askerlerinin tarihe bıraktıkları iz asla silinmeyecek ve Lenin’in ismi insanlığın âdil bir gelecekte yaşamasını umanların söz ve eylemlerinde ışımaya devam edecektir.

Meseleler giderek daha da karmaşıklaşıyor ve yeni nesillerin eğitimi için ortaya konan gayretler yeterli gelmiyor. Bu sebeple bugün gezegenin her yerinde yaşanan ve onlarca yıl önce sadece hayalini kurmakla yetindiğimiz olaylarla ilgili yorumda bulunmak istiyorum.

Öncelikle belirtmem gerekir ki Nikaragua’daki seçimler, eskiden geleneksel ve burjuva bir üslupla gerçekleştirilir, âdil ve hakkaniyetli bir içerik barındırmaz, ekonominin tekelini ve kamu sektörüne ait kaynakların idaresini nitelik itibariyle gayri milliyetçi ve emperyalizm yanlısı bir oligarşinin eline teslim ederdi. Bizim yarıküremizde bu güçler, her daim imparatorluğun politik ve askerî çıkarlarının hizmetinde oldular. Sandinist zaferin önemini bundan daha iyi gösterecek bir şey olamaz.

19 Mayıs 1895’teki savaşta şehit düşen Martí’den beri biz kendi yurdumuzda bu hakikatten haberdarız. “Bu nedenle Küba’nın bağımsızlığı Birleşik Devletler’in Antiller genelinde yayılma imkânına ve bu devletin Amerikan topraklarına daha fazla saldırmasına mani olacaktır” diyordu Martí. Özellikle imparatorluğun ekonomik ablukası ve acımasız saldırganlığına karşı ayakta kalmayı bilmiş Küba halkının elli yıllık serüveni üzerinden bu sözleri tekrarlamaktan asla yorulmamak gerek.

Ancak halkımızı harekete geçiren nefret değil, düşüncelerdir. Bu düşünceler, Sandino’nun, özgür insanların generalinin, halkı ile dayanışma içinde olmasını sağlıyor, Sandino eylemleri ile altmış yıl sonra bile biz öğrencilerine ilham vermeyi sürdürüyor. O, kültürle ilgili muhteşem yaklaşımları ile birkaç gün süren üniversiteli öğrencilerin Üniversiteler Arası Kitap Okuma Festivali’nde güzel bir gelenek olarak hayat buluyor.

Nikaragualı kahramanın ülkesini işgal eden yankilere karşı verdiği mücadelede yiğitçe ölmesi Kübalı devrimciler için her zaman bir ilham kaynağı oldu. Bu nedenle 1 Ocak 1959’da devrimin zafere ulaştığı ilk günden itibaren Nikaragua halkı ile dayanışma içinde olmamız asla tuhaf bir durum değil.

Dün, 8 Kasım tarihli Granma, 1976’da, FSLN’nin zaferinden tam iki buçuk yıl önce, hareketin kurucusu Carlos Fonseca Amador’un vefatını hatırlattı: onun hatırasına yazılmış “ölümün fatihi sevgili liderimiz” ismindeki o güzel şarkıda “kızıl ve siyah anavatanımızın damadı, tüm Nikaragua ağlıyor sana” diyordu.

Bugüne dönersek: Daniel’i iyi tanıyorum; o asla uç konumlar almaz. Her zaman temel ilkelere sadık kalır. Üniversite kökenli bir politik lider olarak o, başkan olduğunda Sandinist hareket içinde zafer öncesinde mücadelenin belli bir aşamasında zuhur eden farklı eğilimlerle saygın ilişkiler kurmayı bildi. Böylelikle devrimciler arasındaki birliği sürekli teşvik etti ve halkla sürekli temas içinde oldu. Nikaragua’daki en fakir kesimler arasında temin ettiği o büyük etkinin ana nedeni bu.

Sandinist Devrim’in geniş kapsamlı oluşu Nikaragua oligarşisinin ve yanki emperyalizminin nefretini kazandı.

Yönetim ve CIA tarafından teşvik edilen Reagan ve Bush’un o kirli savaşı esnasında ülkesine ve halkına karşı en acımasız suçlar işlendi.

Bu güçler tarafından sayısız kontrgerilla çetesi örgütlendi, eğitildi ve sahaya sürüldü. Uyuşturucu trafiği kontrgerillanın finansmanında bir araç olarak kullanıldı, on binlerce silâh ülkeye taşındı ve binlerce Nikaragualı yaralandı ya da katledildi.

Sandinistler işte bu adaletsiz ve hakkaniyetsiz mücadele içinde seçimlere girdiler.

Bu durum Sosyalist kampın çöküşü, SSCB’nin dağılması ve ülkemizdeki Özel Dönem’in başlaması ile birlikte daha da güç bir hâl aldı. Bu zor koşullarda ve Nikaragua halkının çoğunluğunun verdiği desteğe rağmen, seçimler kazanılamadı.

Nikaragua halkı bir kez daha, on yedi yıl süresince, yozlaşmış, emperyalizm yanlısı hükümetlere tahammül etmek durumunda kaldı. Ülkedeki sağlık, okuma yazma ve sosyal adalete ilişkin değerler hızla düşmeye başladı. Ancak Daniel’in liderliğindeki Sandinist devrimciler bu dönem boyunca mücadelelerine devam ettiler. Nihayetinde azami tecrübeyi ve politik bir aklı talep eden aşırı zor koşullara rağmen halk hükümet kurmayı bildi.

Küba, acımasız yanki ablukasına ve Özel Dönem’in ağır sonuçlarına rağmen, yoluna devam etti. Bu esnada Nikaragua’daki kirli savaşı yürüten babanın oğlu olan George W. Bush ABD’nin başında idi. Bush, Nikaragua’daki kontrgerillalara silâh dağıtması için terörist Posada Carriles’i serbest bıraktı. Ayrıca Küba havayollarına ait yolcu uçağına sabotaj düzenleyen Orlando Bosch’u affetti.

Ancak Venezuela’daki Bolivarcı Devrim ile Ekvator, Bolivya, Brezilya, Uruguay, Arjantin ile Paraguay’da Latin Amerika halklarının bağımsızlığı ve bütünleşmesi için çalışacak hükümetlerin iktidara gelmesi, bizim Amerika’mızda yeni bir aşamanın başladığının birer alameti oldu.

Küba’nın Nikaragua’ya dönük politik ve sosyal alanlardaki dayanışması hiçbir zaman kesilmedi. Ülke, Küba’daki sağlık ve eğitim çalışmalarından en iyi şekilde faydalanan ülkelerden biri hâline geldi.

Binlerce gönüllü doktor Nikaragua halkına yardım etti. Binlerce öğretmen en ücra dağlara giderek halka okuma yazma öğretti. Bugün binlerce doktorun yetişmesini sağlayan Latin Amerika Tıp Okulu’ndaki eğitim süreç içinde Nikaragua’ya kaydırıldı.

Belirttiğim bu ayrıntılar anavatanlarının gelişmesi için Sandinist devrimcilerin bereketli gayretlerine dair örneklerden başka bir şey değildir.

Fikrimce Daniel’in sahip olduğu rolün temel yönü, büyük zaferinin arkasındaki ana neden, halkla temasını hiçbir vakit kesmemiş olması ve onların refahı için aralıksız mücadele etmesidir.

Bugün itibariyle Daniel, karmaşık ve zor koşulları ustalıkla yöneten, tecrübeli bir liderdir. Açgözlü kapitalizmin altında ezilen ülkesi ile bir kez daha baş başadır. O karmaşık sorunları zekice nasıl çözeceğini, ülkenin ekonomik ve sosyal kalkınmasını süreklileştirmek ve huzuru tesis etmek için neyi yapıp neyi yapamayacağını, nelerin zorunlu olduğunu gayet iyi bilmektedir. O, elde ettiği zaferin kahraman ve yiğit halkı sayesinde gerçekleştiğinin farkındadır. Halk seçimlere geniş bir katılım göstermiş, nüfusun üçte ikisi onun safını tutmuştur. Daniel, işçilerle, köylülerle, öğrencilerle, kadınlarla, teknisyenlerle, ustalarla, sanatçılarla ve tüm ilerici sektörlerle, ülkeyi ayakta tutup onu ileri götürenlerle her zaman sıkı ilişkiler kurmayı bilmiştir. İnanıyorum ki onun ülkenin bağımsızlığı ile ekonomik ve sosyal kalkınması için çalışmaya hazır olan tüm demokratik politik güçlere yaptığı çağrı gayet doğrudur.

Bugünün dünyasında sorunlar hayli karmaşık ve güçtür. Ancak dünya var oldukça bizim gibi küçük ülkeler bağımsızlık, işbirliği, kalkınma ve barış ile ilgili haklarını uygulamaya sokabilir, sokmalıdır da.

Fidel Castro Ruz
10 Kasım 2011
Kaynak