Pages

22 Eylül 2011

Arap Hazanı


Ortadoğu’da hazan mevsiminin siz batılılardakine benzer çağrışımları yoktur. Sizin için bu mevsim ölümü çağrıştırır; yapraklar renk değiştirir, dökülür ve kuşlar güneye uçarlar. Bizim içinse Yaz’ın bunaltıcı sıcağının ardından uyandığımız keyifli bir mevsimdir. Otlar kırmızı, kahverengi tonlardaki çayırlarda yeniden boy verir ve ağaç dalları olgunlaşmış incirler ve narların ağırlığı ile yere değerler.

O muhteşem Şubat ayaklanmaları dalgasına verilen isim olarak “Arap Baharı” yerini “Arap Yazı”na, insanı acımasızca yakan güneşin altında boş yere gölgelik bir yer ya da serin bir çukurun aranıp durulduğu o sıcak ve anlamsız mevsime bıraktı. Mısır’da askerî cunta, Mübarek’in politikalarını devam ettirdi; Libya’da silâhlı çeteler, NATO Hava Gücü’nün pahalı şemsiyesi altında çölü arşınladı; Suriye’de Şamlı lezbiyen blogcunun efsanevi maceraları, İskoçya’da emekliliğini yaşayan Ortaçağ’a ait Amerikalı eski bir istihbarat ajanı eliyle ortaya çıkartıldı, kaleme alındı ve tasarlandı. Filistin ise kolayca unutuldu ve bir yeni muhafazakâr gözlemci, mutlu bir ifadeyle, alelacele, “Arap Baharı’nın Filistin meselesini gündemden çıkarttığını” duyurdu.

Hazan geldi ve Yaz’ın sisi, dumanı dağılıp gitti. Bahar’da ekilen tohumların ilk meyveleri alınmaya başlandı: Nil üzerindeki bir kalede bulunan İsrail Büyükelçiliği’ne zorla girildi, Türkiye, geçen yılki onur kırıcı eylemi hatırlattı ve Suudiler, hayatlarında ilk kez ABD’yi tehdit ettiler. Filistin, yeniden merkeze oturdu ve BM’ye yapılan başvuru yeni mozaiğin parçası hâline geldi. Artık Ortadoğu’da bugün yaşananları anlamaya ve ortadaki delilleri yeniden değerlendirmeye geçebiliriz: tüm bu yaşananlar, liberalleşmeye ve demokrasiye dönük hakiki bir gayretin ifadesi mi, yoksa bir kredi kartı devrimi mi ya da dikkatle planlanmış bir komplo mu? Ve tüm bu olup bitenler bizi nereye götürüyor? Görünüşe göre bölgemiz, tam da bilgisayardaki sabit disk gibi yeniden formatlanıyor. Bu kısa sürecin sonunda, ileride izah edeceğimiz üzere, uzun süredir unutulmuş olan halife, yeniden sahneye çıkacak.

Filistinliler Neden BM’ye Başvurdular?

Filistinliler, o hiç bitmeyen müzakerelerden bıktılar. Onlara hep o 1993’ten, Mandela Nobel Barış Ödülü’nü aldığı, Jurassic Park’ın izlenme rekorları kırdığı seneden beri, ellerinden alınan bağımsızlığın geri verileceği vaat ediliyor. Yaser Arafat ile İtzak Rabin arasında imzalanan Oslo Anlaşması’nın kısa süreli bir otonomi faslından sonra tüm sorunları çözeceği umut edildi. Ama işe yaramadı: Arafat zehirlendi, Rabin vuruldu, sonuçta Yahudi hükümetleri, süreç içinde tahammülü kalmayan Filistinlileri kesintili olarak kıyıma tabi tuttu. Müzakereler gene de devam edip durdu…

Filistinliler, uzun süre önce bu müzakerelerden bıktılar ve inançlarını yitirdiler: 2006’daki ilk serbest demokratik seçimlerde müzakereleri yürüten Fetih’e destek vermediler. Şimdi, beş yıl sonra, Mahmut Abbas ve Fetih de zaman kaybından bıktılar ve sonuçta her şeyi kaybedeceklerinden korkmaya başladılar. Abbas, yüzünün önemli bir kısmını yitirdi. Hasımları, onun İsrail süngüsü üzerinde oturan bir çorap kukla olduğunu düşünüyorlar. Onlara göre, Abbas’ın artık yönetme yetkisi yok. O, bir sonraki intifada dalgasının Mübarek gibi kendisini silip atacağından ve İsraillilerin de kendisini kurtar(a)mayacağından korkuyor. Abbas’ın tek seçeneği, yeniden formatlanan bölgeyle ilişkisini kesmek. Hamas ile barışmasının ve BM’ye kabul için başvurmasının ama bir yandan da her ihtimale karşı ayaklanma karşıtı ekipman ısmarlamasının nedeni bu.

Abbas ve Fetih, her ne kadar emekliliklerinde bağ bahçe işleriyle uğraşıp zeytinyağı satmayı planlasa da kimi sonuçlara ulaşmaları zaruri görünüyor. Ama zaman ve içinde olduğumuz yeniden formatlanma süreci, Abbas’ın konumunu giderek daha fazla şüpheli kılıyor. Fetih’in de az çok ait olduğu Baas ve Nasır’ın sosyalist milliyetçi Arap hareketi artık ölüyor. Irak’ta bu hareket, ABD işgali eliyle imha edildi; Mısır’da Mübarek politikaları tarafından tüketildi; Libya’da bombalar altında eziliyor, Suriye’de ise şiddetli biçimde çöküyor. Bu Arap sosyalistleri neoliberallere çok fazla taviz verdiler, yeni süper zengin milyarderlerini yüreklendirdiler, fazla rüşvet aldılar ve belli ölçüde de halk desteğini kaybettiler. Kokusunu yitiren tuz misali, anlamlarından mahrum kaldılar. Bu yönetimler, ABD sendikalarının, Meksika Anayasal Devrimci Parti’nin ve Avrupa sosyal demokratlarının kaderini yaşıyorlar. Ayrıca devrim sonrası miras aldıkları katılık, onların değişmesine imkân vermiyor.

Herkes gibi Mahmut Abbas da BM kararının makul bir statü kazandırmayacağını anlamış durumda. Ancak o, İsrailliler eliyle başına açılacak belânın kendisine değer kazandıracağını düşünüyor. Abbas, hayli Amerikan yanlısı bir tutum içinde. Güvenlik güçleri, eğitimlerini Amerika’dan aldı. Teklifinin kabul edileceğini umut ediyor. Bu, Obama’nın Kahire konuşması ışığında makul bir umuttu ve esasında Obama da bu oyuna girerdi. Ancak ABD’li Yahudiler, o denli güçlü ve milliyetçiler ki ona hiç fırsat vermezler. ABD’li Yahudiler, aptal bir inatçılığa sahip Netanyahu’yu seçtiler. ABD’de siyasete hükmeden sınıf, Yoldaş Stalin’in ya da Albay Kaddafi’nin bile gururlanacağı bir tezahüratla kucakladılar Netanyahu’yu. Weiner’in Kongre’deki koltuğunu beklenmedik bir biçimde kaybetmesi ve Obama’nın yeniden başkan seçilmesi sürecini raydan çıkartan Yahudi korkuları, Obama yönetimini BM Güvenlik Konseyi’nde veto kararı verme vaadinde bulunmaya itti.

Bu, zoraki alınmışsa da akıllıca bir karar. Barış için birlik süreci ABD vetosunu bastırıyor ve görünüşe göre uluslararası siyasetin bu kıyamet günü silâhı, 1950’deki Kore Savaşı’ndan beri ilk kez yürürlüğe sokulacak ama bu sefer ABD aleyhine. Teslimiyetçi yanını göstermesi sebebiyle, ABD, Ortadoğu’daki yönetsel konumunu terk etmek durumunda kaldı.

Ortadoğu’yu Kim Yönetecek?

Arap milliyetçiliği halk desteğinin tadını çıkarttığı sürece, kimse (yeniden formatlanan) bölgeyi söz konusu milliyetçilik yenilmeden yönetemez. İnsanlar, kendi politik yönelimlerinden hoşnut olmak zorundadırlar. Atina’dan Kahire’ye, herkesi işgalci Yahudi’ye karşı mücadeleye çekecek daha iyi bir unsura da rastlanmıyor. Bu tespitin sebebi, bir tür önyargı ya da mitik bir antisemitizm değil, aksine Kutsal Topraklar’a dönük her yana yayılan aşk; bu toprakların sakinleri Siyonistler eliyle berbat bir biçimde hırpalanıyorlar. Eski Ahit – Atasözler’de (30:22) söylendiği üzere: “Altında yeryüzü titrer ve bir hizmetçi kral olur.” Bir İsrailli yazar da ülkesindeki Yahudilere uyarlar bu sözü. Kendi yöneticilerine hizmet etmeye alışkın olan Yahudiler yeterli düzeyde yardımsever değildir, tutkudan ve insaftan mahrumdur, yereldeki insanlara caniyane ve adaletsizce davranır, sonuçta da kendi teşebbüslerine dönük itiraz düzleminde, tüm Ortadoğu’yu birleştirmeyi başarırlar.

Ortadoğu’daki yöneticilere ilişkin nihaî karar, bu yöneticilerin Kutsal Topraklar’a yönelik yaklaşımı üzerinden tayin edilecek. İnsanlarımız, o güvenilmez demokrasi ve liberalizmden ziyade ve Facebook’la Twitter’dan daha fazla, kendi kaderleriyle ilgililer. Şubat’ta da yazdığım üzere, “Bu, Camp David Anlaşması ile tesis edilmiş olan İsrail-Amerikan düzeninin sonudur. Bugün itibariyle yeni bir düzenin gelişine tanıklık ediyoruz.”

Kim bölgeyi yönetmeyi arzuluyorsa Filistin’i düşünmek zorunda. Dahası, bu düşüncesini liderlik yönünde ortaya koyduğu teklifin bir önkoşulu olarak sunmak durumunda. Bunu Türkiye yaptı: uzun bir beklemenin ardından Erdoğan hükümeti, birkaç çarpıcı hamlede bulundu: İsrail büyükelçisini paketleyip geri gönderdi. İsrail’le mevcut askerî işbirliğini ve askerî alımları durdurdu. Erdoğan donanmasının koruması eşliğinde Gazze’yi ziyaret etmeyi vaat etti. Sonuçlar gayet çarpıcı: Kahire ziyareti üzerine Sultan’ın varisi olduğu iddia edilen bu kişiye “yeni Selahaddin” denildi. Selahaddin, Haçlıları 1187’de Galile Denizi’nin üst kısmında, Kurunü’l-Hattin savaş meydanında mağlup etmişti. Erdoğan da, ona atıfla, bir kurtarıcı olarak selâmlandı. Eğer sözlerinin ödülü bu ise eylemlerinin ödülü ne olacak?

Mısır, yeni bir devrimin arifesinde: Mısırlılar, İsrail büyükelçiliğini kuşatan duvarı yıktılar ve binaya girdiler. Kitle, Mübarek sonrasında onun politikalarını devam ettirdiği ve gerekli adımları atmadığı için askerî cuntaya dönük tatminsizliklerini ifade etti. Şubat ayaklanması ve o binlerce şehidiyle Mısırlılar, henüz güçlerinin çok azını gösterdiler aslında. General Tantavi, yıllar önce Mübarek tarafından halefi olarak seçilmiş bir isimdi zaten. Politik rejim hiç değişmedi, seçimler ertelendi, Gazze ablukası devam ediyor, hatta Mısırlı askerlerin İsraillilerce öldürülmesi bile olağan hâli hiç mi hiç bozmuyor.

Türkiye, yeni düzeni kurma meşruiyetine sahip. O, AB ya da NAFTA gibi oluşumların bir muadili olarak bugün Osmanlı İmparatorluğu’na işaret eden hilafeti ilân edebilir. İstanbul, Birinci Dünya Savaşı’na dek halifenin son ikametgâhı ve Ortadoğu’nun dördüncü yüzyıldan beri doğal başkenti. Kemalizmin o şiddete dayalı laisizminin sona ermesi ve İslamî AKP’nin yükselişi Türkiye’nin hilafeti yeniden diriltme teklifi için kapıları açıyor. Doğal bir lider olarak Türkiye, Suriye dışarıda tutulacak olursa, ileride tüm bölgeyi hilafet bayrağı altında bütünleştirebilir.

İkinci Güç

Tek talip Türkler değil elbette. Ortadoğu’da yeni bir güç daha doğuyor. Bu gücün liderliği, Katar gibi sıkı müttefiklere sahip olan Suudi Arabistan’ın elinde. Bunlarda tonla para ve El Cezire gibi hayli güçlü medya araçları var. Ateşli bir Müslüman ve katı anti-sosyalist olan bu kesim, bölgeyi kendi ağız tadına uygun olarak yeniden formatlamak niyetinde. Libya’ya dönük NATO saldırısından esas kazancı bunlar elde etti. İstikrarsızlaştırılan Suriye’deki kaynakların önemli bir bölümü de bunların kontrolünde. Şimdiye dek pek sahneye çıkmıyorlar ve ellerini göstermiyorlar. Filistin meselesi, bunları ortaya çıkmaya zorlayacak temel konu.

Prens Turki Faysal’ın NY Times’da yazdığına göre: “ABD Filistin’in teklifini veto ettiği takdirde Suudi Arabistan onun yanında yer alacak.” Bu, sadece Filistin halkına dönük sempatiden ötürü yapılmayacak, ayrıca bölgesel hâkimiyete dönük açık bir teklif olarak gerçekleştirilecek. Suudiler, hilafet tacının kimde olacağı hususunda yarış içinde. Onu artık istiyorlar. Bu sonuca ulaşmak için uzun süredir tonla para harcadılar; Kaddafi’yi yok ettiler ve Esad’ın iktidarını sarstılar. Türk AKP’si ile iyi giden ilişkileri var. Erdoğan ve Gül Suudileri yakından tanıyor, ara sıra bu ülkede vakit geçiren bu ikili, Suudilerin desteğinden epey yarar gördüler. Eğer Suudiler patron olmak istiyorlarsa, Filistin için daha fazla gayret göstermek zorundalar.

Muhtemelen Türkiye görece daha gerçekçi bir talip: Türkiye, büyük, müreffeh ve modern bir ülke; buradaki ortodoks İslam’ın Sufizmle güçlü bir teması mevcut (Türklerin çok sevdiği bir şair ve veli olarak Rumi’yi hatırda tutmak gerek.). Suudilerde İslam’ın Protestan-Püriten kolu hüküm sürüyor (Selefilik ya da Vehhabilik). Bu akımın pek başarı şansı yok. Tarihsel açıdan Mekke ve Medine’nin kutsal şehirler olarak Halife’nin ikametgâhı olma ihtimali bulunmuyor. Muhtemelen bu iki şehir, hedeflerini aşağıya çekmeyip Türkiye’ye nispetle ikinci plana düştüklerini kabul etmedikleri sürece, başarısız olacak.

BM Teklifi

ABD, bir dizi zor tercihle karşı karşıya. Filistin teklifini veto etmek boş bir hareket, ancak tarafgirliliğinin de açık bir delili olacak. Avrupalılar ona yardım etmeyecek: Siyonistlerin kazanç hanesine yazılmasın diye Libya’yı artık bombalamayacak. ABD yönetimi Yahudileri kucaklamaktan da vazgeçmeyecek.

Belki de İsrail aklını başına alacak ve Kadima lideri Tsipi Livni’nin de önerdiği biçimiyle, BM oylamasını daha fazla germeyecek. Filistin’le ilgili karar geçse bile İsrail, bölgedeki en güçlü ordunun sahibi olmayı ve ABD’den aldığı koşulsuz desteğin keyfini çıkartmayı sürdürecek. İsrailliler, yüzlerce Genel Kurul kararında olduğu gibi bu kararı da görmezden gelip Ben Gurion’un düsturunu tekrarlayabilirler: “Gayrıyahudilerin ne dediğinin kim umurunda? Önemli olan, Yahudilerin ne yaptığı.” Amerikalı-Arap felsefeci Joseph Massad, İsrail’in her hâlükârda kazanacağını söylüyor: eğer Filistinlilerin teklifi kabul edilirse, ellerine sadece küçük bir yurtluk geçmiş olacak, kabul edilmezse hareket güçlerini yitirecekler.

Ali Ebunima, teklife muhalif bir dizi sebep sıralıyor. Esasında ideal olan, Filistin Ulusal Otoritesi’nin bağımsızlığı değil. Bu bağımsızlık göçmenlerin sorunlarını çözmeyecek, Batı Şeria ile Gazze arasındaki kırılmayı gidermeyecek ve İsrail’deki ayrımcılığı halletmeyecek. Ama gene de endişeye mahal yok: Mahmut Abbas’ın teklifi bağımsız bir Filistin doğurmayacak. Filistin trenini çıkmaz sokaktan kurtaracak, Netanyahu ve Lieberman’ın yüzlerindeki o sahte gülüşü silip atacak sadece. Bölgedeki ABD etkisini kıracak. Daha da önemlisi bu bardağı taşıran son damla olmasa bile, İsrail için hayli olumsuz olan yeni bir dinamiğin oluşmasına katkı sunacak. Filistinliler de bu sorunu kendi başlarına çözemezler zaten: İsrail/Filistin’deki ırk ayrımcısı rejimin tasfiyesi, meşruiyetini ve popülaritesini güvenle artıran geleceğin halifesi eliyle gerçekleşecek.

İsrail Şamir
21 Eylül 2011

Kaynak

09 Eylül 2011

Mısır’da Ordu ve Devrim


Birçok Mısırlı, Silâhlı Kuvvetler Yüksek Konseyi’nin Mübarek rejiminin politik retoriğine benzer bir dil tutturmasını dikkatle izliyor. SKYK’nin iddiasına göre, o “halk” güçleri arasında “tarafsızlığı” sağlıyor ama görünüşe göre, her cephede de başarılı olamıyor.

Esasında gerçekleştirdikleri isyanı hakiki bir devrime dönüştürmek niyetinde olan Mısırlılar, SKYK’nin mevcudiyetine silâhlı kuvvetlerin kimliğine ilişkin tanımın inceltilmiş bir biçimi ile yaklaşıyorlar. Eğer Mübarek karşıtı ayaklanmanın o ünlü şiarı, ordunun rejimi karşısında ve halkın safında ise, mevcut şiar, SKYK ile orduyu akıllı bir hamle ile ayrıştırıyor ve böylelikle devrimcilerle askerleri halkın safında olmaya çağırıyor, bu noktada SKYK, Mübarek’siz gerçekleştirilen bir dizi reform aracılığıyla Mübarek rejimini sürdürmenin yollarını arayan bir politik hasım olarak temsil ediliyor.

Ordu ve Devrim

Ordu ile devrimciler arasındaki ayrışma, Mübarek’in devrilmesinden de önce, gösterilerin kim oldukları bilinmeyen, muhtemelen Mübarek’in elindeki güvenlik güçleri ile asker üniforması giymiş kişilerce alevlendirildiği günlerde gerçekleşti. Sonradan subayların da onayladığı biçimiyle, çok sayıda gösterici tutuklandı, kadınların “bekâret” testine tabi tutulduğu bu tutuklamalarda ağır işkenceler yapıldı. Dahası Mısırlı göstericilerin ana talebi, tutukluların askerî mahkemeler yerine sivil mahkemelerde yargılanması ve asker eliyle gerçekleştirilen işkencelerin acilen son bulmasıydı.

Bunların yanı sıra (hepsi değilse de) birçok Mısırlı devrimci, uluslararası insan hakları üzerine çalışma yürüten gruplarca da onaylanan, ordunun karıştığı bu tip suistimallere ilişkin raporları inkâr etmek konusunda ısrarcı oldu. Bunların amacı, orduyla, özellikle yozlaşmış diktatöryel rejim ile halk arasında “tarafsız” kalıp sürece müdahale etmeyen ve orduda otuz yıldır çalışan, üst kademe ile dayanışma içinde olmaktı. Aslında ordu liderliğinin Mübarek’in devrilmesinden beri kullandığı retorik, ordunun “muhafaza edilen” ve hâlâ devrimi “muhafaza eden” taraflardan birisi olduğu tespiti üzerine kuruluydu.

On dokuz üyeli SKYK’nin başkanı, Mübarek’in eski savunma bakanı Mareşal Muhammed Hüseyin Tantavi, yanına Mısır Ordusu Genelkurmay Başkanı General Sami Anan’ı alarak, geçen Ocak ayında, Mübarek karşıtı on sekiz günlük ayaklanmanın sürdüğü günlerde, Washington’a gitti ve burada ABD’li subaylarla görüştü (Anan, ikinci ayaklanmanın başladığı şu günlerde ABD’de bulunuyor, muhtemelen ileriki günlerde Tantavi de ona katılacak.). Tantavi’nin ısrarla belirttiği üzere SKYK, demokratik seçimlere kadar, tüm politik, hukukî ve anayasal hazırlıklar tamamlanana dek sürecek geçiş sürecinde iktidarda kalacak ve bu süre zarfında ilgili hazırlıklar, SKYK’nin gerçekleştireceği düzenlemelerle uyumlu sivil bir kabine tarafından yapılacak.

Mübarek döneminden kalma ilk kabinenin devrimciler eliyle dağıtıldığı günlerde ordu iktidarın devrilmesinden yana oldu ve halkın yanında olan “yozlaşmamış” bir başbakan olarak İsam Şeref’i koltuğa oturttu. Ancak Şeref, son dört aylık pratiği ile devrimciler nezdindeki güvenirliğini yitirdi, zira o gerçek bir rejim değişikliğini işaret eden geçişsel değişimlere imkân verecek müdahalelere alan açmayan SKYK’nin dayatmalarını hiç mi hiç sorgulamadı.

Şeref, bu nedenle hükümetteki bakanlarını eskiden Mübarek rejimine verdikleri hizmetlere göre atadı. Geçen ay belirlediği ikinci kabinedeki bir dizi bakan da aynı şekilde tayin edilmişti. Ancak 8 Temmuz’dan beri Tahrir’de oturma eylemi yapan devrimcilerin basıncı ile bu bakanların bir kısmı Mübarek’in kapatılan Ulusal Demokratik Parti’sine hiç üye olmamış kişilerden seçildi. Öte yandan tayin ettiği içişleri bakanı ise devrimcilere utanmadan saldırmaya devam etti.

SKYK’yi Rüşvetle Satın Almak

Bu esnada ABD ve Suudi Arabistan, yanlarına muavinleri Birleşik Arap Emirlikleri’ni alarak, Mübarek’in yargılanmasına ilişkin SKYK üzerindeki baskıları kaldırdı ve yozlaşmış rejimin emir erlerinin yargılama sürecini karartmaya çalıştı. Suudiler, Mısırlı devrimcilerin karşı çıktıkları IMF’in önerdiği aynı miktarda bir parayı reddetme teşebbüsüne yardımcı olmak için SKYK’ye dört milyar dolar yardımda bulundu.

IMF’e, Dünya Bankası’na ve ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı’na hiçbir zaman “hayır” dememiş olan Mübarek idaresi yoksulları otuz beş yıl boyunca mahvetti. Bugün ise Mısır, ABD hükümetinin izin verdiği görece daha geniş bir alanda hareket ediyor. ABD ülkeyi Arap Dünyası’ndaki devrimci kitlelerin ön cephesi olarak görüyor.

Amerikan emperyalizmi ellilerde ve altmışlarda Tayvan ve Güney Kore’ye kimi imtiyazlar bahşederek onları emperyal sermaye ile rekabetindeki ulusal kapitalist düzenlerinin gelişmesine izin vermiş bir güç. Üçüncü dünyadan her daim esirgenmiş olan bu imtiyazlar, söz konusu ülkelerin komünist komşularından görece daha müreffeh bir modele sahip olabilmeleri için verilmiş. Bu ise onların uluslararası komünizmin safına geçmemeleri için yapılmış.

Üçüncü dünya ülkelerinin emperyal sermayenin ülke ekonomilerine nüfuzuna engel olabilmek adına ortaya koydukları gayretler CIA destekli askerî darbelerle sonuçlanmış. Kimi örneklerde ABD’nin doğrudan müdahalelerine tanık oluyoruz.

Benzer bir mantık Mısır’da da işliyor. Mısır’daki ayaklanmanın isyan hâlindeki komşu Arap ülkeleri için bir işaret fişeği hâline gelebilecek bir dönüştürücü devrim olma ihtimali Amerikalıları korkutuyor ve bu korku ile ABD Mısır’a özel kimi izinler veriyor. Birleşik Arap Emirlikleri kaynaklı paranın IMF parasının yerini alması bu stratejik imtiyazın bir boyutu.

Mübarek Yöntemleri Şeklen Değişti Özde Her Şey Aynı

Bu para, daha fazla fon aktarımına ilişkin vaatler ve SKYK’nin devrimcilerin taleplerini engelleyip değişime direnmesi noktasında ABD’den aldığı destek, SKYK üyelerini yüreklendiriyor. Bu cesaretle SKYK, politik, ekonomik ve hukukî taleplerin ezilmesi adına, Mübarek’e benzer bir biçimde, muhalefetin gayrımeşru kılınmasına dönük benzer bir politik retorik devreye sokuyor.

Bir yandan Mısırlı gazeteciler ve muhalif isimler “yıkıcı” ve “yabancı” unsurlar olarak lanse edilirken, bir yandan da Tahrir Meydanı’nı işgal eden devrimciler, Mübarek’e karşı gerçekleştirilmiş ayaklanmaya önderlik eden devrimcilere “benzemedikleri” iddiası üzerinden, ayrıştırılıp gayrımeşru ilân ediliyorlar. Bu devrimciler, Mübarek’in devrilmesi öncesi Tahrir’e saldıran çeteleri ifade eden “baltacılar” olarak nitelendiriliyorlar. Böylesi bir retorik, 28 Ocak sonrasında toplanan göstericileri 25 Ocak’taki gösterilerde yer alan unsurlardan ayrıştırıp onları “ajan” olarak nitelendiren Mübarek’in retoriğine çok benziyor.

Birkaç hafta önce Abasiye mahallesinde yürüyüş yapanlara saldırıp yüzlerce insanı yaralayan çeteler SKYK üyelerince adı sanı bilinmeyen “halk komiteleri” olarak nitelendirildiler. Mareşal Tantavi ise bu çeteleri Mısır “halk”ı olarak tanımladı ve bunların SKYK’nin müdahalesine gerek kalmadan göstericilerin savunma bakanlığına ulaşmasına mani olduklarını söyledi. Oysa askerler mahallede yürüyüş kolunu dikenli tellerle kesip bir yandan da çetelerin saldırısını seyretmişlerdi.

Tantavi’nin iddiası gerçeklere aykırı. TV’de Ahir Kelâm isimli bir sohbet programı yapan gazeteci Yusri Fuda’nın gözlemleri de bu yönde. Fuda, Abasiye çetelerinin esasta başka mahalleden, Ayn Şems’ten geldiklerini, çete liderinin de Mübarek’in Cumhuriyet Muhafızları’nın bir üyesi olduğunu, bu ismin Mübarek ve SKYK yanlısı gösterilerde boy gösterdiğini, hatta eski diktatörü öven bir şarkı yazdığını söylüyor.

Arap Karşıtı Mısırlılık Şovenizmine Geri Dönüş

Bu gerçeklerin ötesinde, SKYK’nin gayrımeşrulaştırma gayreti en çok, zayıf bir halka olarak kabul ettiği, ayaklanmayı desteklemiş bir Mısırlı-Filistinli şairi hedef gösterdiği noktada yoğunlaşıyor. Böylelikle SKYK, devrimcilerin “yabancı” olduklarına dair iddiasına destek bulduğunu sanıyor, bu iddia ile devrimcileri gayrımeşrulaştıracağını düşünüyor. Ama bir yandan da SKYK, Sedat-Mübarek döneminde Mısır’ın çevre ülkeler tarafından tecrit edildiğini söylüyor. Oysa ayaklanma, ülkenin Arap dünyası ile yeniden entegrasyonu noktasında önemli adımlar atmış görünüyor.

Geçenlerde ünlü Mısırlı romancı ve edebiyat profesörü Radva Aşur’un oğlu, doğma büyüme Kahire’li olan Tamim Barguti, TV’de katıldığı bir sohbet programında, General Hasan Ruvayni tarafından hedef gösterildi. Merkezî Askerî Saha Komutanı ve SKYK üyesi olan Ruvayni, Barguti’nin “yabancı aksanı ile konuştuğunu ve devrimi desteklediğini, yabancı bir isme sahip olduğunu hiç de Mısırlılara benzemediğini” söyledi. Oysa babası ünlü Filistinli şair ve yazar Murid Barguti olan Tamim, Mısır aksanını anadili olarak konuşuyor.

Sohbet programını yöneten gazeteci şairin kimliği konusunda bilgi verdiğinde Ruvayni, Mübarek dönemine özgü bir üslupla, Sedatçı ve Mübarekçi anti-Arap Mısırlılık şovenizmine uygun olarak, şairin Filistinli kimliğine saldırıyor. Ruvayni ise “Filistinliler hususunda ulusal mutabakatı taahhüt eden tarafın Mısır” olduğunu ve “Mısır’daki 86 milyonluk nüfusun henüz tümüyle bitkin” düşmediğini, onun “büyük bir ülke” olduğunu söylüyor. Ruvayni ise yarı Filistinli bir Mısır vatandaşının Mısır’ın iç meselelerine burnunu sokmasına kızıyor. Ama o aynı öfkeyi, ülke ile ilgili alınan ABD menşeli kararlar için göstermiyor. ABD’nin Mısır’a müdahalesi ve bu ülke üzerindeki nüfuzu öfkenin hedefi olmuyor.

Filistin ve Arap karşıtı bu zehirli dil hukukî kovuşturmaya uğramıyor. Sedat döneminden kalma şovenizm ve tecrit siyaseti Mısırlılar arasında Arap ve Filistin düşmanlığını körüklüyor. Ulusal güvenlik adına Mısır’ın birlik ve beraberliği için bir tehdidin olduğunu söyleyen bu şahıs konsey üyelerince hiçbir şekilde eleştirilmiyor.

Düşmanı Geri Püskürtmek

Bu olay ardından üç yüz ünlü Mısırlı aydın Barguti’yi destekleyen ve Ruvayni’yi kınayan bir bildiri kaleme aldı. Ayaklanma yanlısı gazeteci Yusif Fuda da gazetedeki köşesinde Ruvayni’ye saldırarak, onun Filistin karşıtı tiradını ülkede devrimci değişimler talep eden tüm politik güçlere doğru genişlettiğini söyledi. Mübarek’i deviren gösterilerin önde gelen örgütlerinden biri olan 6 Nisan Hareketi, Ruvayni tarafından yabancılar tarafından finanse edilen bir güç olmakla suçlandı. Ruvayni, ayrıca bu örgütün üyelerinin Sırbistan’da eğitildiklerini, Kifaya (“Yeter!”) isimli demokrasi yanlısı hareketin de dış mihrak ürünü bir hareket olduğunu iddia etti.

Geçen ay SKYK tarafından yayımlanan Askerî Tebliğ dergisinin 69. sayısında 6 Nisan Hareketi’nin stratejisinin “ordu ile halk arasına nifak sokmak” olduğu söylendi. SKYK’nin devrimcileri gayrımeşrulaştırma operasyonunun başındaki isim olarak öne çıkan Ruvayni’ye karşı Kifaya’nın liderlerinden Corc İshak bu türden onur kırıcı iddiaların ispatı için kendisinden delil istedi ve bu delilin savcılığa teslim edilip kendisinin yargılanmasını talep etti. 6 Nisan Hareketi liderleri ise Ruvayni’yi mahkemeye vermeye hazırlanıyorlar. Ancak askerler onun sivil mahkemede yargılanamayacağını, kendisinin sadece askerî hukuka tabi olduğunu söylüyorlar. Esasında Kifaya ve 6 Nisan onur kırıcı bu saldırı hususunda tüm SKYK’ye dava açmak niyetindeler.

Önde gelen muhalif aydınlardan Profesör Hasan Nafah gazetedeki köşesinde SKYK’nin aldığı yabancı fonların ve fon kaynaklarının listesini yayınlayarak onun devrimci harekete yönelik suçlamalarından vazgeçmesini istedi. Yazısında çetelerle, SKYK’nin sonradan icat ettiği bir ifade ile, “halk komiteleri” ya da bizatihi “halk”la savunma bakanlığına yürüyen devrimciler arasında tarafsız kaldığı iddiasının yalan olduğunu, söz konusu tarafsızlığın karşı devrime hizmettiğini söyledi.

Ruvayni, SKYK ve tüm Mısır ordusunun, en büyük anti-demokratik güç olan ABD’nin eline baktığı artık bilinen bir gerçek. Böylesi bir destek, ordunun “tarafsız” kalışını izah ediyor. Mısır’daki karşı devrimci iki odak olarak Suudilerle ABD öne çıkıyor.

Mısır’da günlük yayınlanan gazete El-Masriyü’l-Yevm’deki köşesinde ünlü Mısırlı romancı Âlâ Asvani SKYK’ye saldırarak onun Mübarek’i deviren ayaklanmanın tek bir talebini bile yerine getirmediğini söylüyor ve SKYK’nin “devrimin safında” olup olmadığını sorguluyor.

ABD ve SKYK

Tüm bunlar olup biterken, bir diğer SKYK üyesi ve savunma bakanı yardımcısı Muhammed Assar, ABD’li ortakları ile “iki ülke arasındaki ilişkilerin yeniden gözden geçirilmesi” amacıyla, son on yıldır düzenli olarak yapılan ve her yıl iki kez gerçekleştirilen bir toplantı için Washington’a gidiyor. Bu esnada AFRICOM (ABD Afrika Komutanlığı) komutanı General Carter F. Ham Kahire’yi ziyaret ediyor ve SKYK üyeleri ile görüşüyor. Bu görüşmelerde Afrika’daki, özellikle Libya’daki güvenlik meseleleri ve ABD-Mısır arası “eğitim işbirliği” konuşuluyor.

AFRICOM, ABD Savunma Bakanlığı’na bağlı dokuz Birleşik Savaş Komutanlığı’ndan biri. İlk altı komutanlık sadece bölge odaklı. AFRICOM bunlardan biri. Mısır bu komutanlığın odaklandığı saha dışında. Doğrudan ABD Merkez Komutanlığı’na bağlı olan AFRICOM, “Afrika’nın güvenliği” ile ilgili olarak Mısır’a danışıyor.

AFRICOM 2007’de, küçük Bush tarafından, başkanlığın doğrudan talimatı ile kuruldu. 2008’de tam anlamıyla operasyonel kılındı ve o günden beri Güney Afrika’nın muhalefetine rağmen Afrika kıtasında üslenmeye çalışıyor. Almanya’nın Suttgart kentinde olan karargâh binası söylentilere göre Obama tarafından, ülkedeki isyancıların iktidarı almaları ardından, Libya’ya taşınacak.

ABD’nin Mısır’ı bölgesel düzeyde sınırlandırma ve içerme gayretleri devam ederken, Amerika bir yandan da ülke içinde de faaliyetlerini yoğunlaştırıyor. Yakın dönemde Mısır’a atanan ABD büyükelçisi Ann Patterson’un itiraf ettiği üzere, ABD ülkenin politik hayatına katılımı için bir dizi sivil toplum kuruluşuna 105 milyon dolar verdi. Oysa Mısırlılar bu türden bir desteğe karşı çıkıyorlar. Bu muhalefet SKYK mensubu General Assar’ın “Mısır sokaklarındaki kafa karışıklığı”nın böylesi desteklerle oluştuğunu iddia etmesine neden oluyor. Esasında ortada yaşanan bir kafa karışıklığından sözetmek mümkün görünmüyor. Aksine Mübarek rejimi süresince ve onun yıkılması sonrası, ülkede ABD’nin oynadığı rol ile ilgili net bir fikir oluşmuş durumda. ABD parasını alanlar, SKYK tarafından hainler ya da dış güçlerin ajanları olarak etiketlendiriliyorlar.

Parayı Takip Et

SKYK’ye karşı aydınlardan ve devrimcilerden yükselen sesin iyice güçlenmesi ile birlikte SKYK’nin en önemli müttefiki aşırı zenginler oluyor. Bunların bir kısmı laik bir kısmı İslamcı. Her iki kesim de Mısırlılara en düşük asgarî ücretin (aylık 1200 Mısır Lirası, 200 Dolar civarı) verilmesi noktasında ortaklaşıyorlar. Bu kervana Müslüman Kardeşler ve çeşitli Selefî gruplar da katılıyor. 26 Temmuz’da İhvan’ın ve Selefîlerin de olduğu bir dizi güç arasında anlaşma yapılıp Tahrir’in “birliği” için gösterilerde beş talebin dillendirilmesi kararlaştırılmasına karşın, söz konusu kesim Tahrir’de, 29 Temmuz’da düzenlenen oturma eylemine saldırıyorlar ve orduyu destekliyorlar.

Ayaklanmaya sonradan, tereddüt ederek, duhul eden İhvan, görece daha kapsamlı bir role sahip olmaya çalışıyor. Bugün ABD yönetimi (8 Temmuz’daki oturma eylemine katılmayı reddeden) İhvan’ı açıktan muhatap alıyor. İhvan, SKYK ve burjuvazi ile ilişkilerinde yabancılık çekiyormuş gibi görünse de paranın kaynağını geriye doğru takip ettiğimizde, Suudi Arabistan ve ABD üzerinden arada bir dostluğun mevcut olduğu görülüyor. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, yeni muhafazakâr Cumhuriyetçilerin İslamcılar Mısır’da iktidara geldiği ABD yardımlarının kesilmesi önerisini Obama eliyle veto ettirmekle tehdit ettiğinde, kendi ülkesindeki dış siyaset stratejisi ile çatışacağını görmüyor.

Gelecekteki bir ayaklanmaya, kısmen korkuya ve kısmen de üstlerinin bulaştığı çürüme süreci tarafından lekelenmemiş, onlar gibi eski rejime tabi olmayan orta kademe milliyetçi subaylar eliyle gerçekleştirilecek bir darbeye ilişkin tüm söylentiler, devrimci anlamda açılacak yeni bir sayfaya işaret ediyor. Seçimlerin Kasım’a ertelenmesi ile durum iyice gergin bir hâl alıyor ve İslamcılarla diğer devrimci güçler, devrimci güçlerle ordu arasında ya da ordu içinde kimi çatışmaların oluşma ihtimalini artırıyor. Tüm bu olup bitenlerde Amerikalıların ve Suudilerin oynadığı rol, resmî retoriğe rağmen, aşikâr hâle geliyor. Mısır ve Mısırlıların geleceği ise belirsizliğini hâlâ muhafaza ediyor.

Joseph Massad
28 Temmuz 2011

Kaynak

02 Eylül 2011

İslam’ın İlk Büyük Generali: Hz. Muhammed


Büyük bir dinin kurucusunun hayatı ile ilgili nesnel bir yaklaşımda bulunabilmek her daim güç bir mesele olagelmiştir. Muhammed’in şahsiyeti mucizevî bir aura ile kuşatılmış, bu aura, O’na iman eden müminlerin kaçınılmaz gayretleri sonucu pekiştirilmiştir. O’nun hayatta olduğu döneme yakın tarihlerde yaşamış ve hayat hikâyesini kaleme almış ilk yazarlar ise çoğunlukla tarihsel gerçekle meşgul olmak yerine, Allah’ın Elçisi, hatta Allah’ın bizatihi kendisi olduğuna inandıkları bir şahsın hatırasını mümkün olan her yoldan yüceltmek için çabalamışlardır. Bu da sonuçta diğer dinlerin ve geleneklerin geride bıraktığı tortuya ait efsanelerin, mucizelerin, gizemli alametlerin ve semavi işaretlerin birikmesini getirmiştir.

Kurtarıcıların ve Mesihlerin biyografileri genelde bir tarih olarak geçiştirilemezler; bunlar, giderek yaygınlaşan bir imanın propagandasından ibarettirler.[1] Tarihçinin görevi, efsanenin ardında yatan hakikati belirlemek ve izah etmektir. İlgili gayretin kökünde, tarihçinin, görevin tümüyle ifa edilmesine imkân veren imanı yatar.

Muhammad: Islam’s First Great General [“Muhammed: İslam’ın İlk Büyük Generali”] isimli bu kitabımız, büyük bir dünya dini olan İslam’ın kurucusu Muhammed’in askerî hayatı ile ilgilidir. Muhammed ile ilgili tüm teorik çalışmalar, yukarıda bahis konusu edilen meselelerle bir biçimde yüzleşmişlerdir. Onca önemli askerî başarıya imza atmış bir isim olmasına karşın, bu büyük insanın askerî hayatını ayrıntılı bir biçimde inceleyen herhangi bir biyografiye rastlanmamaktadır. O’nunla ilgili biyografilerin ekseriyeti, İslam dininin kurucusu olarak sahip olduğu peygamberlik rolüne, O’nun sosyal bir devrimci olarak elde ettiği başarılara ya da Arabistan halklarını yönetmek için yeni kurumlar icat eden bir devlet adamı ve idareci olarak sahip olduğu becerilere odaklanır.[2] Elimizde Muhammed’in İslam’ın ilk büyük generali ve başarılı bir isyanın lideri olarak sahip olduğu role ilişkin herhangi bir biyografi bulunmamaktadır.

Muhammed’in askerî başarılarına temas eden biyografiler çoğunlukla yüzeyseldirler; bu biyografiler, ya O’nun ehil bir askerî komutan olarak sahip olduğu rolü gözden kaçırırlar ya bu rolün tali bir öneme sahip olduğunu söylerler ya da Müslim ekolünden gelen yazarlarda görüldüğü üzere, ilgili rolü mucize ve ilâhî rehberlik düzeyinde ele alırlar.[3] Oysa Muhammed komutan olarak kimi başarılara imza atmamış olsaydı, İslam belli bir coğrafî durgunluk içinde sıkışıp kalacak, muhtemelen Bizans ve Pers imparatorlukları Arap ordularınca fethedilemeyecekti. Samuel P. Huntington’ın da işaret ettiği üzere, Muhammed büyük bir dini kurmuş olan bir komutandır. Batılı akademisyenlerin geçmiş kuşakları sıklıkla Muhammed’in askerî bir isim olduğu üzerinde durmuşlardır. James L. Payne, 1899’da, şu tespiti yapmaktadır: “Muhammed, güçlü bir savaşçı ve yetenekli bir komutan olarak hatırlanır.”[4]

Bu hafıza, modern mücahidlerin zihinlerinde varlığını sürdürür. Bu çalışma, Muhammed üzerine kaleme alınmış ilk askerî biyografi olma özelliğine sahiptir, kitap, O’nun askerî hayatını ve Arap ordularıyla toplumu dönüştüren müdahalelerini ayrıntılarıyla inceler. İlgili dönüştürme işlemi, antik dünyanın iki büyük imparatorluğunun İslam ordularınca birkaç yıl içinde fethedilmesini mümkün kılmıştır.

Askerî bir biyografi olarak Muhammad: Islam’s First Great General, Muhammed’in içinde yaşadığı ve kendi askerî hayatına tesir eden sosyal, ekonomik ve kültürel koşulları da izah eden bir çalışmadır. Elbette bu Muhammed’in dinî tecrübesini de ihtiva etmektedir. Ancak aynı zamanda bu tecrübe askerî tarih bağlamında ele alınmaktadır. Örneğin Muhammed’in her erkeğin dört kadınla evlenmesine izin veren evlilik yasaları ile ilgili reformunu kısmî de olsa koşullayan, Bedir Savaşı’nda şehid düşenlerin dul eşlerine ve yetimlerine bakacak kocalar bulma ihtiyacıdır.[5] Kitap, genel anlamda Peygamber ile ilgili biyografileri partizanca ve güvenilmez kılan kimi dinî analizlerden ve çıkarımlardan da uzak durmaktadır.

Muhammed’i bir asker olarak düşünmek birçoklarına yeni bir tecrübe olarak görünecektir. Oysa Muhammed gerçekte büyük bir generaldir. On yıl içinde sekiz büyük savaşa katılmış, on sekiz akına önderlik etmiş ve bir kısmı kendi komutasında bir kısmı ise kendi talimatları ve stratejik yönlendirmesi altında cereyan eden otuz sekiz askerî operasyon planlamıştır. İki kere yaralanmış, yenilgilere maruz kalmış, iki kez elindeki birlikler tam zafere ulaşırken karşı güçlerce mevcut konumları ele geçirilmiştir.

Ancak Muhammed büyük bir saha generali ve taktikçiden öte bir isimdir. O bir askerî teorisyen, örgüt reformcusu, strateji düşünürü, operasyonel savaş komutanı, politik ve askerî bir lider, kahraman bir asker, bir devrimci, ayaklanma teorisinin mucidi ve tarihin ilk başarılı pratikçisidir. Musa, Subotay ve Vo Nguyen Giap gibi tarihteki diğer kimi büyük komutanlar gibi Muhammed de sahada bir orduya komuta etmezden önce herhangi bir askerî eğitime tabi tutulmamıştır. Araplarda askerî eğitim genelde baba aracılığıyla verilmekte ise de yetim olan Muhammed, Arap olan babası elinden askerî bazı becerilere sahip olma şansı bulamamıştır. Savaş sanatı ile ilk teması, on dört yaşında tanık olduğu iki kabile arasındaki çatışma esnasında amcasının katkısıyla eline aldığı ok sayesinde olmuştur. Ancak gene de Muhammed, mükemmel bir saha komutanı ve taktikçi, daha da önemlisi, zeki bir politikacı ve askerî stratejist olmayı bilmiştir.

Muhammed savaşta bir istihbarat ustası olduğunu ispatlamış, elindeki istihbarat servisi Roma ve Persya’nın istihbarat gücüne rakip olabilecek düzeye gelmiş, O, özellikle politik istihbarat alanında önemli kazanımlar elde etmiştir. Zamanın önemli bir bölümünü taktik ve politik stratejiler üzerine çalışarak geçiren Muhammed, Sun Tzu’nun “savaş tümüyle hileden ibarettir” vecizesini hatırlatacak biçimde, “savaş tümüyle kurnazlıktır” demiştir. Muhammed’in her daim politik hedeflere hizmet edecek şekilde güç kullanmasını bilen bir kişi olması sebebiyle O’nun fikirde ve amelde Clausewitz ve Machiavelli’den müteşekkil bir terkibe denk düştüğünü söylemek mümkündür. O, feraset sahibi büyük bir stratejist olarak, askerî olmayan yöntemlere de başvurur (ittifaklar, politik suikast, rüşvet, dinî hitap, merhamet ve hesaplı kırım). Bu yöntemler sonuçta O’nun uzun vadeli stratejik konumunu güçlendirirler ve kimi vakit kısa soluklu askerî mülahazalar pahasına gerçekleştirilirler.

Muhammed’in İslam’a ve Allah’ın Elçisi olarak sahip bulunduğu role dönük sarsılmaz imanı Arabistan’daki savaşı birçok yönden devrimcileştirmiştir, O, tutarlı bir ideolojik iman sistemi aracılığıyla, antik dünyadaki ilk ordunun inşa sürecini motive etmiştir. Cihad ideolojisi ve iman yolunda şehadet, İspanya ve Fransa’daki Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında cereyan eden savaşlar esnasında Batı’ya taşınmış, burada ilgili ideoloji Hıristiyanlık’taki geleneksel pasifist savaş fikrini değiştirmiş, Hıristiyan savaşçı azizler zümresinin oluşmasını koşullamış ve Haçlı Savaşları’na ilişkin gerekli ideolojik kılıfı Katolik Kilisesi’ne temin etmiştir.[6] Dinî ya da laik farklılığa dayalı ideoloji, askerî maceranın temel unsuru olarak varlığını sürdürmüştür.

Muhammed, o güne dek Arabistan’da bilinmeyen, tümüyle yeni bir ordu tipini vücuda getirmiş, vefatı ardından bu ordu Arapların fetih faaliyetlerinde askerî bir araç olarak kullanılmıştır. Askerî bir mucit olarak Muhammed Arabistan’da savaşa giren orduları dönüşüme tabi tutan sekizden fazla askerî reform gerçekleştirmiştir. Halefi İskender’in fetihlerde kullanacağı Elen ordularını önceden dönüşüme tabi tutan Makedonyalı Philip misali Muhammed de haleflerine Pers ve Bizans ordularını mağlup edip İslam İmparatorluğu’nu tesis etmelerini sağlayacak bir çekirdek ordu miras bırakmıştır. Ordu böylesi bir dönüşüme maruz kalmasa idi Arap fetihleri tam manasıyla imkânsız birer teşebbüs olarak tarihteki yerlerini alırlardı.

Bir İsyancı Olarak Muhammed

Gerçekleştirdiği reformlar ve elde ettiği askerî başarılar O’nu antik dünyanın büyük generalleri ile ortaklaştırsa da Muhammed esasında geleneksel bir saha generali olarak görülemez. O aslında antikitede eşine rastlanmayan, yeni tipte bir savaşçıdır. Her şeyden önce Muhammed, ancak çağımıza ait kimi kavramlarla kavranabilecek türde, antikitenin ilk gerçek millî isyanına önderlik eden coşkulu ve devrimci bir dinî gerilla lideridir. İlgili gerçek, sık sık Kur’an’dan alıntı yapıp kendi mücadelelerinde uyguladıkları şiddeti Muhammed’in şiddet kullanımı ile meşrulaştıran günümüz mücahidlerinde varlığını sürdürmektedir. Geleneksel generallerden farklı olarak Muhammed’in hedefi, yabancı bir düşmanı ya da işgalciyi yenmek değil, mevcut Arap toplumsal nizamının yerine radikal manada farklı bir ideolojik dünya görüşüne yaslanan tümüyle yeni bir nizamı tesis etmektir. Devrimci hedeflerine ulaşmak adına Muhammed, günümüz analizcilerinin başarılı bir isyan için gerekli kabul ettikleri ve böylesi bir isyanın aslî özellikleri olarak tanımladıkları tüm araçlardan istifade etmiştir. Başlangıçta yeni nizam için verilen mücadelede Muhammed’in elinde sadece ancak vur-kaç saldırılarına müsait, küçük bir gerilla birliği mevcuttur, ancak bu birlik, on yıl içinde geniş ölçekli askerî operasyonlar düzenleyebilecek, süvari ve piyade birliklerine sahip, geleneksel bir askerî güç hâline gelmiştir.

Muhammed’in haleflerinin ileriki dönemde büyük bir imparatorluk kurmalarını sağlayan, işte bu geleneksel askerî aygıttır. Bu ordu, Arap tarihindeki ilk gerçek ulusal askerî güçtür. Küçük bir mümin topluluğu ile işe koyulan Muhammed, düşmanın iktidarına ait iktisadî ve siyasî temeli yıpratacak baskınlar ve pusular tertipleyen bir gerilla savaşı yürütmüştür. O askerî insan gücünü artırıp, görece daha geniş askerî güçleri saflarına katarak ve bunları mevzilendirerek, başkalarını kendi davasına çekecek yeni sosyal programlar ve politik-dinî ideolojiyi takdim etmiştir.

Gerilla savaşı ile geçen yılların ardından Muhammed, düşmanını bir dizi çarpışma ardından nihaî olarak mağlup etmiş ve sonunda da Mekke’yi ele geçirmiştir. Düşmanı elindeki askerî insan gücünden mahrum bırakan ve onun halk desteğini yıpratan politik ittifaklarla askerî mücadele isyanın kimi politik boyutları ile desteklenmiştir. Politik manevralar, görüşmeler, istihbarat, propaganda ve terörle suikast faaliyetlerine dönük adaletli başvurular, henüz kendi çıkar hesabını yapamamış ve ideolojik manada dönüşmemiş muhtemel muhalefet odaklarına karşı yürütülen psikolojik savaş dâhilinde kullanılmıştır.

Kanaatimce Muhammed’in iktidara yükselişi tarihte görülen ilk başarılı isyan örneğidir ve ders kitaplarına konu olacak niteliktedir.[7] Mao Zedung, Ho Chi Minh, Jomo Kenyatta, Fidel Castro ve muhtemelen George Washington gibi günümüz isyancılarının devrimci mücadelelerinde başvurdukları stratejiler ve yöntemler Muhammed’in stratejisine ve yöntemine kesinlikle uzak değildirler. Batı, Muhammed sonrası gerçekleşen Arap fetihlerini saf anlamda geleneksel askerî terimlerle izah etmeye yatkındır. Oysa sözkonusu fetihleri gerçekleştiren ordulara Muhammed öncesinde Arabistan’da rastlanmamaktadır. Bahsi geçen orduları vücuda getiren, Muhammed’in başarılı, geleneksel olmayan gerilla operasyonları ve isyanıdır. Dolayısıyla ileriki dönemde, hem strateji anlayışı hem de askerî yöntemin aygıtları bağlamında kurulan yeni ordular eliyle gerçekleştirilen Arap fetihleri, Muhammed’in öncesinde bir isyan lideri olarak elde ettiği askerî başarıların sonucudur.

Muhammed’in askerî hayatının isyancı bir gerilla olarak sahip olduğu bu yönü okurun merakını celbedecek ve aynı zamanda ayrıntısı ile keşfedilmesi gereken bir husus olarak kıymetli addedilecektir. İsyanı karakterize etmek için modern askerî analizcilerin kullandığı araç ve yöntemler analizin kategorileri olarak devreye sokulursa görülecektir ki Muhammed İslam’ı tüm Arabistan geneline yaymak için yürüttüğü kampanyasında analize ait tüm ölçütleri kullanmıştır. Başarılı bir isyan için ilk gereklilik, müritlerin kendisini kimi yönlerden özel kabul ettiği ve onu takip etmenin anlamlı olduğunu düşündükleri kararlı bir liderin mevcudiyetidir. Muhammed örneğinde O’nun sahip olduğu etkileyici kişilik, Allah’ın Elçisi oluşuna dair imanla ve Muhammed’i takip etmenin Allah’ın bizatihi kendisine ait emirlere teslim olma anlamına geliyor oluşu ile pekiştirilmiştir. Ayrıca isyanlardaki bir diğer gereklilik de bir mesiyanik ideolojinin tesisidir. Bu ideoloji, genelde adaletsiz kabul edilen mevcut sosyal, siyasî ve iktisadî nizama nazaran daha iyi, yeni ve âdil bir nizama dönük, tarih ya da Tanrı tarafından takdir edilmiş tutarlı bir itikada ya da plana dayanır. Muhammed, Arapların zalim, dine aykırı ve yıkılmaya değer olan merkezî ve geleneksel sosyal kurumlarına meydan okumak için yeni dinî itikadı kullanmıştır. Bu sonuca ulaşmak adına O ümmeti, yani Allah’ın yeryüzündeki halkı olan müminler cemaatini teşkil etmiş, bu sayede geleneksel Arap toplumunun temeli olan kabile ve aşiretlerin yerine mesiyanik bir müdahale ile bu cemaati koymak istemiştir. Muhammed’in en önemli başarılarından biri, eski Arap sosyal nizamını değiştirecek, kimi mevzularda onu tümüyle ortadan kaldıracak yeni sosyal kurumları tesis etmiş olmasıdır.

Başarılı isyanların ihtiyaç duyduğu diğer bir husus da hakiki müminlerden müteşekkil, disiplinli bir kadro hareketinin oluşturulup, bu hareketin yeni üyelerin örgütlenmesi ve saflara katılması için kullanılmasıdır. Muhammed’in devrimci kadroları Mekke’de yanına alıp Medine’ye götürdüğü küçük bir gruptan müteşekkildir. Bu grubun adı göçmenler ya da muhacirundur. Medine kabileleri arasında ilk ihtida edenlere Yardımcılar ya da Ensar denilmektedir. Bu devrimci kadronun beyin takımı ehil kişilerden meydana gelir. Bunların bir kısmı sonradan İslam’a girmiştir. Abdullah ibn-i Übey ve Halid bin Velid gibi kimi isimler askerî uzmanlık hususunda gerekli kaynakları temin etmiş tecrübeli saha komutanlarıdırlar. Muhammed’in beyin takımı O’na kimi tavsiyelerde bulunur ve verdiği talimatların yerine getirildiğine dair malumat verir. Bu danışmanların bir kısmı Peygamber’in ömrü boyunca kilit konumlarda olmuş ve O’nun vefatı ardından iktidarı elde etmek amacıyla kendi aralarında mücadele etmiştir.

Muhammed devrimci kadrolarını teşkil eder etmez, hasımlarına karşı askerî operasyonlar yürütmek amacıyla bir üs belirler. Bu operasyonlar ilk başta baskınlar ve pusular biçimde cereyan ederler. Amaç, düşmanın ana üssü olan Mekke’yi ve kendisine muhalif olan diğer ticaret şehirlerini tecrit etmektir. O dönemde altı Arap’tan sadece biri şehir ya da kasabada ikamet etmektedir. Diğerleri “taşra”da ya da göçebe olarak çölde yaşamaktadır.[8] Muhammed operasyon üssü olarak Medine’yi seçer. Bu şehrin konumu, iktisadî manada ayakta kalmak için kervan ticaretine bağımlı olan Mekke ile diğer vahalar ve kasabaların iktisadî hayatları için zaruri olan, Mekke-Suriye arasındaki ana kervan güzergâhına kısa bir mesafede olması sebebiyle, oldukça stratejiktir. Ayrıca Medine, Muhammed’in kervan güzergâhı boyunca yaşayan bedevi kabilelerini İslam’a kazanma gayretinde elini rahatlatacak ölçüde yakın bir yerde konumlanmıştır. Muhammed için bedevilerin ihtidası ve onlarla yapılan politik ittifaklar askerî bir bağlantı gereği değil, ilk başarının anahtarı olduğu için önemlidir.

İsyanlar silâhlı bir güce ve bu gücün idamesi için insan gücüne muhtaçtırlar. İçinden zamanla geleneksel bir ordunun çıkacağı küçük kadro birliğinin ürünü olan gerilla savaşı, uygun zamanda ve politik koşullarda düşmanlarını yüz yüze çarpışmalara zorlayacaktır. Muhtemelen Muhammed, “halk savaşı ve halk ordusu”ndan dem vuran General Vo Nguyen Giap’ın öğretisini kavrayıp uygulamaya sokan tarihteki ilk komutandır.[9] O, müritlerin kafasına, Allah’ın tüm Müslümanların ortak amacı ve mülkiyetini askerî mücadele için el koyduğu ve Müslümanların da yegâne sorumluluğunun imanları için savaşmak olduğu fikrini yerleştirir. Kadın, erkek, hatta çocuklar, imanın ve Allah’ın yeryüzündeki seçilmiş halkı olan ümmetin müdafaasında askerî hizmette bulunmaya mecburdurlar. Eğer bu fikir gerekli şekilde kavranmaz ise o vakit, geniş ölçekli mücadeleler vermeye muktedir geleneksel bir silâhlı gücün eldeki küçük devrimci kadro birikimi eliyle üretilmesine imkân veren insan gücünü bir araya getirenin, İslam ideolojisinin cazibesi olduğu tespitini anlamak gayet zor olacaktır.

Muhammed’in isyan ordusunun büyümesine ilişkin bir delil olarak kimi rakamlar verilebilir. Bedir Savaşı’nda (624) savaş alanında sadece 314 kişi vardır. İki yıl sonraki İkinci Bedir Savaşı’nda (626) alanda 1.500 Müslüman savaşmaktadır. 628’deki Hayber Savaşı’nda Müslüman ordusu 2.000 kişiye ulaşmıştır. Muhammed Mekke’ye saldırdığında (630) elde bu sefer 10.000 savaşçı vardır. Birkaç ay sonra cereyan eden Huneyn Savaşı’nda asker sayısı 12.000’dir. Kimi kaynaklara göre, Muhammed’in aynı yıl içinde Tebuk’a gerçekleştirdiği seferde 30.000 asker ve 10.000 süvari görev almıştır, ancak muhtemelen bu rakamlar abartılıdır.[10] Ancak gene de bu rakamlar, Muhammed’in isyanının, sahip olduğu askerî insan gücü toplama becerisi bakımından, hızla büyüdüğünü göstermektedir.

Tüm diğer isyan orduları gibi Muhammed’in elindeki güçler de ilk başta silâhları esirlerden ve ölen düşman askerlerinden temin ederler. Silâhlar, miğferler ve zırhlar görece fakir olan Arabistan coğrafyası için pahalı şeylerdir. İlk Müslümanlar genellikle fakirdir, yetimdir, duldur ya da toplumun kıyısına atılmış kişilerdir. Bu insanların sözkonusu askerî malzemeleri tedarik etmeleri mümkün değildir. Düşman ordusu ile ilk karşılaşma olan Bedir Savaşı’nda ölen küffar ordusu askerlerinin kılıçları ve diğer askerî ekipmanı alınmıştır. Bu pratik ileriki dönemde de yaygınlaştırılmıştır. Muhammed de esirlerden hürriyetleri karşılığı para değil, askerî ekipman talep etmiştir. Bedir’de ele geçirilen ve silâh tüccarı olan bir esirden hürriyeti karşılığında binlerce mızrak temin etmesi istenmiştir.[11] Medine’ye hicret ettiği ilk günlerde Muhammed silâh imalatçısı olan bir Yahudi kabilesinden silâh satın almıştır. Sonrasında bu kabileyi şehirden kovduğu vakit onların âlet edevatını yanlarında götürmelerine mani olmuş, böylelikle imalatın Müslümanlar eliyle yapılmasını sağlamıştır. Nihayetinde O Mekke’ye yürümezden önce, elindeki on bin kişilik ordu için gerekli silâhları, miğferleri, zırhları ve kalkanları temin etmeyi bilmiştir.

Muhammed’in gerekli silâhları ve ekipmanı temin etme becerisinin bir başka avantajı daha mevcuttur. Bedevi kabileleri arasından İslam’a geçenlerin önemli ölçüde fakir olmalarına ek olarak halkın da bu silâhları ve zırhları temin etmeleri mümkün değildir. Muhammed bu muhtedilere pahalı askerî ekipman temin etmiştir. Söz konusu muhtediler İslam itikadına tam olarak bağlılık içinde olmasalar da Peygamber’e eksiksiz bir sadakatle bağlıdırlar. Bedevi aşiretlerinin liderleri ile yapılan görüşmelerde Muhammed onlara pahalı silâhlar hediye etmiştir. İslam’a ihtida etmeseler de birçok pagan kabile isyan sürecine bu sayede kazanılmıştır. Atlar ve develer de askerî pratikte aynı ölçüde önemlidirler. Onlarsız uzun yolların katedilmesini gerektiren akınların ve operasyonların gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Muhammed, diğer silâhların temininde gösterdiği beceriyi bu tip hayvanların temininde de gösterir. Bedir’de isyancıların elinde sadece iki at mevcuttur. Altı yıl sonra yapılan Huneyn Savaşı’nda Muhammed’in ordusunda sekiz yüz süvari mevcuttur.[12]

Bir isyanın savaşan unsurları destekleyecek belli bir halk desteğine de ihtiyacı vardır. Bu desteği elde edebilmek amacıyla Muhammed akınlarda ele geçirilen ganimetlerin paylaşılmasına ilişkin eski gelenekleri değiştirme gereği duymuştur. Geleneksel tarzda kabile ya da aşiretin lideri ganimetin dörtte birini almaktadır. Muhammed ise beşte birini almış, bu payın da ümmet adına alındığını buyurmuştur. Eski yöntemde şahıslar ganimetten aldıkları payları kendi ellerinde tutmakta iken, Muhammed tüm ganimetin ortak havuza konulmasını ve akına iştirak eden tüm savaşçıların toplanan miktarı paylaşmalarını emretmiştir.

Daha da önemlisi Muhammed, savaşta şehit düşen askerlerin dul ve yetimleri ile ümmetin fukara kesimini ganimet üzerinde öncelikli hak talebinde bulunacaklar olarak belirlemiştir. Ayrıca o görece daha büyük payın bedevi kabilelerle yapılacak ittifaklara tahsis etmiştir. Bu kabilelerin bir kısmı, pagan birer unsur olarak, İslam yerine esasta yağmaya sadıktırlar. Muhammed’in ileriki dönemde vahalara, şehirlere ve kervanlara yönelik askerî eylemlerindeki başarıları, hayatî ihtiyaçların giderilmesi bağlamında, isyanın halk desteği için gerekli refah kaynaklarının temini noktasında işlevli olmuştur.

Bir isyan lideri, dışarıdan ve içeriden gelecek saldırılara karşı elindeki gücü korumak zorundadır. Muhammed’in de düşmanları vardır ve O her daim hayatına kastedecek her türden teşebbüse karşı tetiktedir. Diğer isyan liderleri gibi Muhammed de emirlerini sorgusuz sualsiz yerine getiren, kendisine sadık bir fedai birliği tarafından korunmaktadır.

Muhammed’in suffa ismi verilen eğitim kurumunu tesis etmesinin en önemli nedeni budur. Suffa, Muhammed’in evinin yanındaki mescidde yaşayan küçük bir çekirdek kadrodur. Bu kişiler, en mütedeyyin, şevkli ve mutaassıp olan müridler arasından seçilirler ve genelde başka bir geçim yolu bulunmayan, fakir müminlerdirler. Suffa üyeleri zamanlarını İslam üzerine çalışma yapıp ruhani bir meşguliyetle geçiren insanlardır. Muhammed’e bağlı bu kişiler, sadece O’nun korumasını üstlenmekle kalmazlar ayrıca Peygamber’in kendilerine verdiği görevleri ifa eden bir gizli polis gibi çalışırlar.

Bunlar, suikast ve terör gibi görevlerdir. Hiçbir isyan, etkin bir istihbarat aygıtı olmaksızın varlığını sürdüremez. Müslümanların isyanı da bu konuda istisna değildir. Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde Muhammed güvendiği bir ajanını, amcası Abbas’ı, geride bırakmıştır. Abbas, Mekke’deki durumla ilgili kendisine sürekli rapor göndermiştir. Bu görev, Mekke düşene dek, yani bir on yıl kadar sürmüştür. Başlarda Muhammed’in gerçekleştirdiği operasyonlar, taktiksel istihbarat noktasında, mevcut eksiklikler sebebiyle ciddi sorunlar yaşamıştır. Müridleri çoğunlukla şehirli insanlardır ve çölde yolculukla ile ilgili hiçbir tecrübeleri yoktur. Bu noktada Muhammed, kimi vakit bedevi rehberler kiralamak zorunda kalmıştır. Ancak isyan hareketinin büyümesi ile istihbarat teşkilâtı da daha örgütlü ve derinlikli bir nitelik kazanmıştır. Bu teşkilât belli yerlere ajan yerleştirmiş, ticarî kimi faaliyet alanlarında casuslara başvurmuş, esirleri sorgulamış, muharebe keşif kolları kullanmış ve istihbarat toplama gayesi ile keşif harekâtlarında bulunmuştur.

Ayrıca Muhammed, kabile ileri gelenleri ve isyan hareketinin düzenleyeceği operasyon sahalarındaki politik durumla ile ilgili ayrıntılı bilgiler toplamış, bu bilgileri bedevilerle yapacağı ittifak görüşmelerinde faydalı bir unsur olarak kullanmıştır. Sözkonusu faaliyetin bir yönü de O’nun savaşacağı savaş sahasına dair gelişkin bir keşif çalışması yapmasıdır. On yıllık askerî pratik içinde sadece bir kez baskına maruz kalmıştır. Zira O, her türden askerî çatışmadan önce düşmanın konumu ve niyetleri ile ilgili genel bir malumata sahip olmayı bilmiştir. Ancak bu istihbarat teşkilâtının nasıl örgütlendiği ve nerede konuşlandığı hakkında pek bir şey bilinmemektedir. Muhtemelen ilgili teşkilât suffanın bir parçası olarak faaliyet yürütmektedir.

İsyanların mağlubiyetleri ve zaferleri, hedefe ulaşma gayretindeki asilerin bağımsız unsurları ne ölçüde davaya bağlayabildiğine bağlıdır. Bağımsız unsurların kalplerine ve akıllarına yönelik propagandanın mücadele içinde elzem olduğunu gören Muhammed, mesajının kamusallaşması ve geniş çevrelerce bilinmesi için uğraşmıştır. Çoğunluğu okuma yazma bilmeyen Arap toplumunda şair, politik propagandanın taşıyıcısı olarak, iş görmüştür. Muhammed kendisini methedip, düşmanlarını karalamaları için civarın en iyi şairlerini kiralamıştır. Allah’ın Elçisi olarak aldığı vahiyler üzerinden kimi bildiriler yayımlayıp halka dağıtmış, böylelikle müridleri ve İslam’a kazanmak istediği kesimler karşısında cennet vaadini ve yeni nizam anlayışını her daim canlı tutmuştur. O, yeni imanı pagan kabilelere öğretmeleri için her yana “misyonerler” göndermiş, bunların insanlara okuma-yazma öğretmelerini istemiştir. Muhammed, esas çelişkinin, mevcut sosyal nizam ve onun bariz adaletsizliği ile kendi gelecek tasavvuru arasında cereyan ettiğini görmüş, Arap halkının sadakatini ve desteğini kazanma mücadelesinde, kendi tasavvurunu yayma aşamasında, hasımlarını alt etmeyi bilmiştir.

Başarılı bir isyanda terör kaçınılmaz bir unsurdur. Bu, Muhammed’in isyan hareketi için de geçerlidir. O, esasta iki yoldan teröre başvurmuştur. İlki, hainlerle dinden dönenler üzerinden müridlerine ders verme ve onları disipline etme amacına dönüktür. Muhammed döneminde İslam’ı inkâr edip O’ndan çıkmanın suçu, ölümdür. Peygamber ayrıca aralarında kendisi ile alay eden şair ve şarkıcıların da bulunduğu politik düşmanlarına suikastlar düzenlenmesi emrini vermiştir. Ordusu Mekke’ye girdiğinde suffanın elinde, yakalanıp idam edilecek eski düşmanların bir listesi mevcuttur. Ayrıca Muhammed, geniş bir ölçek dâhilinde, düşmanlarının zihinlerinde korku yaratmak için de teröre başvurmuştur. Medine’deki Yahudi kabileleri hususunda Muhammed, müttefiklerinden birinin lideri ile müzakere etmeden, tüm Beni Qaynuqa kabilesinin katledilmesi, çocuk ve kadınlarının köle olarak satılması emrini vermiştir. Diğer bir örnekte de gene Medine’deki bir Yahudi kabilesinin tüm yetişkin erkeklerinin, kimi iddialara göre dokuz yüz kişinin, şehir meydanında başlarının kesilmesini, kadın ve çocuklarının köle olarak satılmasını, mallarının da Müslümanlar arasında dağıtılmasını emretmiştir. O, Mekke’nin fethinden sonra geri kalan tüm putperestlere karşı “acımasız bir savaş” açmış, müridlerine karşılarına çıkan her türden paganı öldürmelerini buyurmuştur! Bu şiddetli ve merhametsiz eylemler tüm isyanlarda görüldüğü üzere, Muhammed’in muhalifleri ve müttefikleri ile görüşmelerinde elini güçlendirmiştir.

Bir isyanın karakterize edilmesinde modern analizcilerin kullandığı ölçütler üzerinden bakıldığında görülecektir ki Muhammed’in Arabistan’da İslam’ı tesis etmek amacıyla yürüttüğü askerî kampanya, ilgili ölçütleri her yönden karşılamaktadır. Sonuç olarak söylenmelidir ki, bu, İslam’ın bir din olarak sahip olduğu öze ve değere halel getirmeyecektir. İlgili tespit, İsraillilerin Kenan’ı fethetme amacıyla yürüttükleri askerî kampanya için de geçerlidir. Bu kampanya da Yahudiliğe halel getirmez.

Zaman içinde dinin şiddete dayalı kökleri unutulmaya yüz tutmuştur. Geriye sadece iman kalmış, sonuçta dinî itikatların kurucuları tarihsel kayıtlara ait şiddet pratiğinin renginden arınmışlardır. Muhammed örneğinde görüldüğü üzere, zamanla O’nun hayatındaki askerî yön ve önemli askerî başarılar göz ardı edilmiştir. Bu kitabın bir amacı da, Muhammed’in askerî hayatına ait tarihî kayıtlara tekrar ışık tutmaktır. İslam’ın ilk büyük generaline ait dinî tarihi de başkalarına bırakıyoruz.

Richard A. Gabriel

[Kaynak: Muhammad: Islam’s First Great General, C&C, 2007, s. xvii-xxvii.]

Dipnotlar:
[1] Dinî simaların hayatlarına ilişkin araştırmalardaki güçlükleri aşma noktasında Michael Edwards’ın Ibn Ishaq’s Life of Muhammad, Apostle of Allah (1964) isimli eserindeki fikirlere çok şey borçluyum. Bu eser, İbn-i İshak’ın hacimli kitabının özetidir ve hayli faydalı bir kaynaktır.

[2] Watt, Muhammad: Prophet and Statesman, s. 237.

[3] Bu türden atıflara Hamidullah’ın Battlefields of the Prophet isimli eserinde rastlanmaktadır. Hamidullah, dindar bir seyirci olarak Peygamber’in askerî faaliyetlerini dinî unsurlarla perdelemesi dışında, iyi bir âlimdir. Bu anlamda onun Muhammed’in yaptığı savaşlara ilişkin tasvirlerini ele aldığı ilk çalışma pek bir kıymet taşımaz. 1939’daki Hac ziyaretinde sahayı incelemiş, savaş alanlarına ait haritalar temin etmiş, İbn-i İshak’ta karşımıza çıkan gözlemlerle bu bulgularını kıyaslama imkânı bulmuştur.

[5] Huntington, Clash of Civilizations, s. 263; ayrıca bkz.: Payne, Why Nations Arm, s. 125. Huntington’ın Payne’e yönelik tefsiri yanlıştır. Musa mükemmel bir askerî komutandır. Buda olmazdan önce Siddhartha Gautama Hindistan’daki savaşçı sınıfın prensidir ve bu sınıf savaşmak dışında bir iş bilmediğine göre büyük ihtimal Buda da savaş sanatı üzerine eğitimli bir kişidir. Ancak onun herhangi bir savaşa girip girmediği hususunda elimizde hiçbir bir kayıt bulunmamaktadır. Musa’nın bir komutan olarak sahip olduğu savaş pratiği ile ilgili daha fazla bilgi için bkz.: Gabriel, Military History of Ancient Israel, “Exodus” başlıklı bölüm, s. 221.

[6] Watt, Muhammad at Medina, s. 276.

[7] Askerî ve politik açıdan “ideoloji” terimi Almancada Weltanschauung sözcüğü ile karşılanır ve “bütünsel bir dünya görüşü”nü temin eden, sistematik fikirler kümesini ifade eder. Genel bir inançlar kümesinin ötesinde o, kişinin hayatını, ilişkilerini ve yükümlülüklerini dinî bir itikada ait öğretiye benzer yoldan izah eden, mantıksal açıdan karşılıklı bağlantı noktalarına sahip, sistematik bir kümedir. Etnik ve dinî farklılıklar bir ideoloji teşkil etmezler. Bu, İslam hususunda Muhammed’in müridleri için de geçerlidir. Müslümanların ileriki dönemde Hıristiyan savaş öğretileri ve Haçlı Seferleri üzerindeki etkisi için bkz.: Gabriel, Empires at War, Cilt 3: s. 792.

[8] Genel kanaatin aksine, kırk yıldan fazla bir süredir, antik dünyanın askerî tarihinin MS 450’de sona ermediğini iddia ediyorum. Bu tarih, 1453’teki Konstantinopol’ün fethine dek uzanır. Konuyla ilgili bir tartışma, yukarıda alıntılanan, Empires at War, Cilt 1: s. 15’te bulunabilir. Bu bağlamda Muhammed, askerî tarihin antik dönemine ait bir isimdir. Umarım okur, sözkonusu argümanın geçerliliği ile ilgili belli bir hüküm vermek suretiyle bahsi geçen tespite müsamaha ile yaklaşır.

[8] Hitti, History of the Arabs, s. 17.

[9] Bir isyan hareketinin örgütlenip eyleme geçmesi için gerekli yöntemler için bkz.: Giap, People’s War, People’s Army.

[10] Watt, Muhammad at Medina, s. 257.

[11] Hikâyeyi anlatan: Hamidullah, Battlefields of the Prophet, s. 40, aktaran: Ibn Hajar Isabah, sayı. 8336.

[12] Watt, Muhammad at Medina, s. 257.