Kürt hareketi yapılmayanı yaptı, söylenmeyeni söyledi.
Kendi halk gerçeğinin sesine kulak verdi ve “Ben muktedirim, önümde diz çökün”
diyen müstekbirin karşısına, “İki metrelik karanlık hücrelerde özgür bir yaşam
uğruna mum olmayı, mazlum olmayı nasip eyledi Yaradan.” diyen gençlerin
dilindeki mustazafın İslam’ını çıkarttı.
Şeyh Said torunları, verdikleri sözü çiğnemediler.
Darağacında sallanan “şeyhin çırılçıplak eti” can buldu onlarda. Yârin
yanağından gayrı her dem, her yer ve her beraber…
Ama düşman boş durmadı. Hakikati ezmek derdiyle,
işledi kara propaganda çarkları. İzanın Kürtçe olarak yapıldığı, yani ezanın
Kürtçe olarak okunduğu söylendi. Mazlum Müslümanlar, kulaklarına fısıldanan bu
şayiaya saçlarını kaptırdılar hemen. Zira onlar, devlete göre, devlet lehine,
devlet için ve devlete tabi dinî yüklerini terk eylemek niyetinde değillerdi
henüz.
Onlara Müslüman olmanın Ebu Süfyan ve Ebu Cehl’in
devletine başkaldıranların değil, onların İslamî kılıf ardındaki devletine tabi
olmak olduğu öğütlendi. Böylelikle devletten beslenmenin, devlete kul olmanın,
devletin gücüne kölelik etmenin dinî mazereti de bulunmuş oldu.
Onlara Türkiye’nin “Osmanlı’dan kopmuş bir parça”
olduğu söylendi. Böylelikle körleştiler, Osmanlı’dan bugüne sömürü ve zulüm
kalelerinin olduğu gibi ayakta kaldığı gerçeği. Biraz neo-osmanlıcılık, biraz
“büyük Türkiye” masalı, biraz da “İslam toprağı” yalanı serpiştirildi akıllara,
vicdanlara.
Onlara her sabah çocukların okuduğu andın yazarının
ağzından, Hz. Muhammed’in “Türk” olduğu söylendi. Zira Türk olmak, tanım
gereği, devlete bağlılık sözleşmesinin ilk maddesiydi. Türk toprağında
“Muhammed” demek bile devletin iznine tabiydi. “Türk”, mazlum halklar hilafına
kapalı kapılar ardında tasarlanan bir ırk; “İslam”, mustazafın hilafına
tanımlanan bir dindi. Burada korkaklar, yüreksizler çıkacak, korkmayanları
korkutacak, yürekleri çalacak ve devlete teslim edecekti. Türk’ün devletinin
yerini Müslüman’ın devletine bıraktığı yalanı pazarlandı. Oysa öz değişmiyor,
geçmişte tarihsel-antropolojik payandalar arayıp bulan devlet, yaşamak için, bu
sefer de teolojik ve metafizik payandalar bulmuş oluyordu. İlkinde kölelikten
kurtulmak için Anadolu’ya akın eden Türk kavimler yeni kölelik biçimlerine
bağlandı, ikincisinde “kölelere özgürlük” şiarı ile Mekke sokaklarında yürüyen
ümmet “devletin kulu” olmaya mahkûm edilecekti.
Ama Kürt, onuru ve namusu ile direndi bu sürece.
İlkinin karşısına kendi millî niteliğini çıkartıp millî tekleştirici zulme
boyun eğmedi. Kendisini orada ve oradan tarif etti. Bu tarif, ikincisinin dinî
tekleştiriciliğine karşı çıkartılan dinin mevcudiyeti ile birleşti. O, “boyun
eğmeyen beş yüz bin” değil, boyun eğmeyen, diz çökmeyen milyonlar oldu. Ders
verdi, aldı, öğrendi, öğretti. “Muhammed” demek için izin alınmayan bir yer
vardı artık.
“Muhammed” demek, fukaranın, gurebanın, mustazafın
safında olmak demekti. Bu yüzden devlet, bu izin hakkını kendi uhdesine aldı. O
fukaranın, gurebanın ve mustazafın aklı ve vicdanı zindandaydı. Öyle de
kalmalıydı. Zindan duvarları her çığlıkta çatladığı vakit, onların bu devletten
kurtulma, kendi nizamını tesis etme imkânı uç verecekti. Bu yüzden İslam, köle
sahiplerinin, efendilerin, sultanların, kralların ve bilcümle müstekbirin
çıkarlarına göre biçimlenmiş bir ideolojiye dönüştürüldü. Bu İslam’dı duvardaki
çatlakları kapatan.
Bu ideolojiyle bakıldığında, Gılgamış Destanı’na
yönelik edebî bir atıfla, “tanrıyla güreştim, sonra onu yendim, sonra da yarı
tanrı oldum” dediği varsayılan birisinin kâfirlikle karşı tarafa atılması artık
çok kolaydı. Meselenin ağızdan çıkan söz ya da ideolojik yük değil, amel ve
hakikat olduğu tez elden unutuldu.
Ali Şeriati’nin izinden gidersek, mesela Rachel
Corrie, Tayyip’e kıyasla “daha” Müslüman’dı. Tayyip, Kur’an Kursu binasını
“ruhsatsız” diye yıkıyor ama ruhsatsız onca boğaz yalısına göz yumuyor,
rantiyecilerin midesine yeni bir boğaz açıyordu. Zamanında Aydos’taki yıkıma
karşı direnen halkın dediği üzere, Siyonist kasap Şaron bile Ramazan’da
saldırmazken, o askerlerini halkın üzerine salıyor, insanlar iftarlarını kan ve
gözyaşı ile açıyordu. Direnenler mi Müslüman’dı, Tayyip mi?
Mesele namaz ve oruçsa Ebu Cehl de namaz kılıyor, oruç
tutuyordu. Mesele imansa o da iman ediyordu. Muhammed’i dinledikten sonra,
“Senin bu söylediklerin Ebu Süfyan’ı çok kızdıracak” diyen bedevinin gördüğü
hakikat Tayyip’in dilinde küfre beleniyordu.
Küfür “örtmek, gizlemek” demekti, Tayyip’in “Allah”ı
mal mülktü. Bu yüzden elbette kâfir olan Kürtler, Allah’lı, yani mülk sahibi
olan kendisiydi.
Mülk sahiplerinin oyuncağı medya bir çamur attı ve
“BDP Kürtçe ezan okudu” dedi. Kısa zamanda bunun bir yanlış anlamadan
kaynaklandığı görüldü. Ezandan değil, vaazdan söz ediliyordu sadece. Kürtlerin
millî politik birliği bu türden tezviratla iğdiş edilmek istenmişti.
Tayyip’in miting meydanlarındaki saldırılarına ortak
olmak isteyenler her türlü hinliği düşündü. Tayyip hem “Apo kendini Tanrı
görüyor” hem de “PKK Apo’yu peygamber kabul ediyor” diyordu. Muhayyilesine
sığmıyordu oradaki sadakat, feragat ve basiret. Zira onda, Peygamber’e “bir
saralının peşinden gitmeyin” diyen Yahudilerin ve “bir deliye kanmayın” diyen
müşriklerin aklı vardı. Kurmayları cımbızla seçtikleri cümleleri kulağına
fısıldarken, kabuğu ona yediriyor, özü de çöpe atıyorlardı.
Mehmet Akif, Kâbe’yi bir şehidin mezar taşı nasıl ki
gerçekten yapmıyorsa, Ortadoğulu bir edebî metne, Gılgamış Destanı’na
atıfta bulunan da, bir halkın mücadelesinin seyrini anlatırken elbette -hâşâ
huzurda- “tanrı” olmuyordu. O yüreği kâfiyse, doksanların başında
“Bismillahirahmanirahim” diye başlayan ve “ben Muhammed’in ordusunun bir
neferiyim” diye devam eden bildirilere kulak vermeliydi.
Kürt mücadelesi için tek bir kılını ve kalemini
oynatmamış bilcümle Müslüman yazarın Ak Parti hücumuna akıncılık yapması bir
değer taşımıyordu dolayısıyla. Bu kesim, Kürt mücadelesini o çok karşı
çıktıkları Kemalizmin yanına yerleştirmezden önce, siyasi liderlerinin “biz
olmasak cumhuriyet yıkılırdı” ya da “biz Atatürk’ün eksik bıraktıklarını
tamamlıyoruz” cümlelerine bakmalıydı esasta.
Kürt hareketi coğrafyanın politik birliğini
gerçekleştirerek seçime giriyordu. Ortadoğu’daki tüm mazlum halkların
karakoluna uzman çavuş olan Tayyip bu hakikati kirletmenin yollarını bulmak
için didinip duruyordu. Türkçü damarı da “bozkurtlar ve eşrefi mahlûkat” olarak
böldükten, kaset oyunları ile kirlettikten sonra, Kemalist devleti zalimlerin
İslam’ı ile bütünleyip pekiştirme görevini layıkıyla ifa etmiş olacaktı.
Bunların siniri Hakkâri’yle bozuluyor, ödleri Che Guevara ile patlıyordu.
Çakal Carlos’un ifadesiyle, “Allah” praksisse eğer,
Hakkâri’nin ve Che’nin praksisi karşısında asıl kâfir, müşrik ve münafık olan
onlardı. 1990’da Humeyni’nin mozolesi önünde yapılan bir 1 Mayıs mitinginde
konuşmacının dillendirdiği biçimiyle, “Allah işçidir” ise, o işçi ve emek
düşmanı eylemleriyle asıl küfür onlardaydı.
Cenab-ı Allah onlara “feveylün lil müsallin”
diyor, Kürtler de bu emre itaatle, mazlumların, Hüseyin’lerin kanına giren
Yezid’in resmî Cuma’sına karşı kendi Cuma’sını çıkartıyordu. Bu çıkış, bu
dikleniş, müstekbiri deliye döndürüyordu. Kendisine aynı üslupla küfreden
CHP’liler gibi, “BDP dini istismar ediyor” diyor, devamla, dili, dini, milleti
ve bayrağı tekleştirip kendisine bağlıyordu. Tekleşenin basireti de bağlanıyor,
tekleştirilen izansızlaşıyordu tabiatıyla. Tekleştirme gayretinin arkasındaki
murat da buydu zaten.
Oysa her gelen bunu dedi, Tevhid devletin bekasına
bağlandı, devlet, mazlumların dikişsiz, ak libaslarında sildi kanlı kılıcını.
Zana’nın tabiriyle, CHP bu devletin “ana”sı, MHP “baba”sı, Ak Parti de oğluydu.
Her öğün fukaranın ve mazlumun etiyle, kanıyla beslenen bu aile efendilerin
korumalığını yapıyor, hayat, bir avuç zenginin sultasında tutuluyordu. Tevhid,
maddî, manevî hayatın tüm boyutlarının insanların ortak sofrası ile buluşması
ise eğer, tevhidî mücadele tankların yürütüleceği duble yollar yapmak değil,
“üçkâğıtçının, pezevengin, teslimiyetin ve mihnetin yoluna uğramamak ve “halk
denizinde dalga olabilmek”ti.
Bu dalga seçim barajlarını, hürriyetin önündeki
duvarları tarumar ediyordu. Asıl iman buradaydı.
Eren Balkır
27 Mayıs 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder